Bu yazı, Mehmet Tayfun Küçük'ün TamgaTürk'te kaleme aldığı "İslam Tarihinde Mezhepleşme Felsefesi — I" başlıklı yazısının devamıdır.
Önceki yazımda Sünni ve Şii ekollerinin ilk dönem İslam tarihi anlatılarından genel olarak bahsetmiştim. Bu dönem Ali’nin, Ebubekir’in halifeliğine biat etmesine kadar olan dönemdir. Buraya kadar anlattığım tarihsel olayların gerçekleşmiş olmasında taraflarca ciddi ihtilaflar yok. Bu yazıda anlatacağım olayların tarihte gerçekleşmiş olmasında da ciddi ihtilaflar yok. İhtilaflar daha çok bu tarihsel vakalara yüklenen anlamlarda. Yüklenen bu anlamlar mezheplerin tarih boyu sahip oldukları temel karakteristiklerini anlamak hususunda kilit rol oynuyor. Bu temel karakteristik tahlili sonucunda geriye dönük yazılmış iki tarih anlatısı üzerinden geçmişin gerçeğini yalanından ayırmanın ve İslam tarihindeki gruplaşmaların temel dinamiklerini ve felsefesini anlamanın daha kolay olmasını hedefliyorum. Şimdi ilk yazıdaki olayları birkaç paragrafta özetleyelim.
İstisnalar dışarıda bırakılacak olursa "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır" sözü iki mezhebe göre de Hz. Peygamber’in ağzından çıkmıştır. Şiiler bunun halife tayini olduğunu iddia etmiş, Sünniler ise bunun Ali’nin müminlerin dostu olduğunun ilanı olduğunu söylemişlerdir.
Hz. Peygamber vefatından önce Ebubekir ve Ömer’i Medine dışına birtakım görevlere göndermiştir fakat onlar Hz. Peygamber’in rahatsızlığının arttığını öğrendiklerinde görevi başkalarına havale edip Medine’ye geri dönmüşlerdir. Bunun sebebi Sünnilere göre Ebubekir ve Ömer’in, son anlarında Hz. Peygamber’in yanında olmak istemeleriyken Şiiler ise Ebubekir ve Ömer’in görevi bırakıp Medine’ye dönmelerinin sebebinin peygamberin vefatından sonra hilafeti ele geçirmek olduğunu iddia ederler.
Yine taraflarca ittifak edilen olaylardan biri de şudur: Hz. Peygamber, vefatı yaklaşınca vasiyetini yazdırmak için yanındakilerden bir kalem ve kağıt talep ediyor. Ömer buna karşı çıkıyor ve bize Allah’ın kitabı yeter diyor. Bu davranışın sebebi Sünnilerce Ömer’in, peygamberin vefat anında yorulmasını istememesi veya peygamberin şuurunu kaybedip sayıkladığını düşünmesiyken Şiilerce bunun sebebi peygamberin Ali’yi halife tayin etmesini yazılı hale getirmesinden korkmasıdır. Yine aynı olayın devamında Hz. Peygamber vasiyetini bir sahabiye sözlü olarak zikretmesine rağmen bu sahabinin odadan çıkınca üç vasiyetten birini unutması Sünnilere göre insanlık haliyken Şiilere göre kasıtlı bir sansürdür.
Hz. Peygamber vefat edince cenaze işleri ile Ali ve ailesi ilgilenirken Ebubekir ve Ömer, halife seçimi için birtakım sahabenin de bulunduğu bir toplantı yapıyorlar. Bu kişiler peygamberin cenazesinde değiller. Çünkü Sünnilere göre devlet başkanı seçimi çok önemlidir ve bir an bile beklememelidir. Şiilere göre ise tabiri caizse yangından mal kaçırmak için alelacele böyle bir toplantı gerçekleştirilmiştir ve Ali cenaze işleriyle uğraşırken saf dışı bırakılmış ve halife seçiminde fikri dahi sorulmamıştır.
Bu olay üzerine Ali, Ebubekir’in hilafetine 6 ay boyunca (Fâtıma’nın vefatına kadar) biat etmemiştir. Bunun sebebi Sünnilere göre Ali’nin halife seçiminde kendi fikrinin dahi sorulmamasına alınmasıyken Şiilere göre ise halifelik hakkının gasp edilmesidir.
Fâtıma, Sünnilere göre Hz. Peygamber’in vefatına üzüntüsüne dayanamayıp vefat etmiş, Şiilere göre ise Ömer tarafından şehit edilmiştir. Bunun sonucunda Ali, Şiilere göre zorla, Sünnilere göre ise küslüğü daha fazla uzatmamak için Ebubekir’in hilafetine biat etmiştir.
Burada ilginç bir durum söz konusu. İki mezhepçe de devrin meşru imamına biat etmeden ölen kimse cahiliye ölümü ile yani müşrik olarak ölmüştür. Fakat Müslümanların içinden kimse Fâtıma’ya böyle bir yakıştırmada bulunmamıştır. Çünkü Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’in fazileti hakkında Sünni kaynaklarda çok sayıda hadis mevcut. Şiiler bu durumu Ebubekir’in hilafetinin meşru olmadığına delil olarak kullanırlar.
Aynı şekilde haklarında bu kadar övgüler bulunan bu şahıslardan Sünni kaynaklarda Fâtıma’dan sadece 17 hadis, Hasan ve Hüseyin’den ise 20 küsur hadis nakledilmesi de Şiilerce soru işaretidir. Sünnilere göre ise Fâtıma, Hz. Peygamber’den sonra kısa süre yaşamıştır. Diğer ikisi ise peygamberin vefatı esnasında henüz çocuk veya genç olduklarından dolayı fazla hadis nakledememişlerdir.
Tüm bu tabloda ihtilaf, olayların kendisinde değil yalnızca olaylara yüklenen anlamlarda mevcut. Tüm ihtilafları tek bir sınıflandırmaya tabi tutacak olsam Sünnilerin bu olaylara yükledikleri anlamları romantizm sütununa, Şiilerin görüşlerini ise gerçekçilik sütununa yazarım. Elbette burada gerçeği ve hayali henüz bilmiyoruz. Şiilerin gerçekçiliğe daha yakın olmaları, iddialarını gerçek kılmayacağı gibi Sünnilerin romantizme daha yakın olmaları da onları yanlış kılmaz. Burada yaptığımız tek şey her iki mezhebin de temel karakteristiklerini tespit etmeye çalışmak. Aynı durum mezheplerin kemikleşme dönemlerine kadar böyle devam edecek ve tüm tarihsel seyri belirleyecek.
Bu yüzden Sünnilere göre sahabe neredeyse kutsaldır ve bir hadis herhangi bir sahabeye ulaştığı anda peygambere ulaşmış sayılır. Şiilerde ise durum tam tersidir. Hadisin ancak imamlardan birine ulaşması gerekir çünkü hatadan masum olan insanlar Şiilere göre ancak imamlardır. Bu ayrım da romantizm-gerçekçilik ayrımı ile uyumlu.
Diğer yandan Sünnilerin bence bu tartışmalardaki en güçlü delili sahabenin ezici çoğunluğunun Ebubekir’e biat etmesi ve bu hususta sahabe arasında herhangi bir tartışmanın yaşanmamasıdır. Sahabe Kuran’da birçok ayette Allah tarafından övülmüştür. Ali, Allah’ın emriyle halife olarak tayin edilmiş olsaydı bu kadar büyük bir sahabe topluluğu sorgusuz sualsiz Ebubekir’e biat etmezdi. Şiilere göre ise Kuran’daki övgüler mutlak övgüler değildir, hususi olaylara dair övgülerdir. Bu kadar kalabalık bir sahabe topluluğunun haksız yere Ebubekir’e biat etmesinin ise Musa vahiy almak için dağa çıktığında 40 gün geçmeden buzağıya tapan Yahudileri örnek vererek mümkün olduğunu söylerler.
Sonuç olarak Ali, Ebubekir’e biat ediyor. Biat ettikten sonra bir müddet her şey yolunda gidiyor. Sünnilere göre küslük son bulmuş ve her şey yoluna girmiştir. Şiilere göre ise Ali, İslam’ın yararı için istemeye istemeye Ebubekir’e danışmanlık yapmaktadır.
Buradan sonra Ali ile diğer halifeler arasında bir sorun olduğuna dair Şiilerin de Şıkşıkiye Hutbesi¹ olarak bilinen hutbe dışında pek bir delili yok. Bu yüzden takiyye teorisini öne sürüyor Şiiler. Bir sorun olmaması Şiilere göre Ali’nin, Ebubekir ve diğerlerinin hilafetlerinin meşru olduğunu kabul ettiğini göstermez. Onlara göre Ali takiyye yapmaktadır.
Fakat burada ciddi bir sorun var. Çünkü Ali tabiri caizse Allah’ın adamıysa, yani hilafet Allah’ın emri ile Ali’nin hakkı ise burada takiyye yapılması Allah’ın gönderdiği peygamberlerin ve dinlerin güvenilirliğini de tehlikeye atar. Çünkü Allah’ın emri hususunda takiyye meşru bir şey olsaydı bu durumda biz hangi emrin takiyye gereği, hangi emrin gerçek olduğunu bilemezdik ve din göndermenin de bir anlamı kalmazdı. Yani bir kimse, "Ali belki de Şıkşıkiye hutbesinde takiyye yapıyordu?" diyebilir. Buraya kadar genel olarak gerçekçi gelen Şiiler buradan sonra romantizme kayıyorlar. Sünniler ise gerçekçilik koltuğunu devralıyorlar.
Sonra Ebubekir de vefatına yakın halife tayin edecek. Çünkü kendi deyimiyle ümmet, Ebubekir’in ölümünden sonra halifesiz bırakılacak kadar değersiz bir ümmet değil. Şiiler için bir artı daha. Bir zarfın içine yazıyor kendisinden sonrası için tayin ettiği halifeyi. Önce herkesten biat alacağım sonra okuyacağım bu ismi diyor. Sıra Ali’ye gelince Ali "Orada yazan Ömer olsa da biat ettim" diyor. İki taraf da kendi lehine kullanmaya çalışıyor bu sözü. Şiilerin dayanağı yine takiyye inancı. Fakat Ali her ne kadar Ömer’in hilafetine sıcak bakmadığını belli etse de sonuçta biat ettim diyor.
Ömer’in 10 yıllık hilafetinde de ciddi sorunlar olmuyor. Ali danışmanlık yapmaya devam ediyor. Şiilere göre bu da takiyyeden dolayı. Ömer kendisinden sonraki halifenin tayinini vefatından sonra yapılacak 6 kişilik bir heyetin istişaresine bırakıyor. Eğer sonuç üçe üç olursa içlerinden belirli birinin kararına uymalarını istiyor. Seçim sonucunda Osman ve Ali’ye 3’er oy çıkıyor. Bu belirli kişi Ali’yi seçiyor fakat tek bir şartı var. Ali halife olursa Allah’ın kitabına ve peygamberle ilk iki halifenin sünnetine göre hükmedecek.
Ali bunu kabul etmiyor. Yalnızca Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine göre hükmederim diyor. Burası oldukça ilginç. Ali eğer ilk iki halifenin uygulamalarını peygamberin sünnetine uygun görseydi bunu kabul ederdi diyor Şiiler. Üstelik bu sözü söylemek için hilafeti geri tepmiş oluyor. Sünnilere göre Ali’nin bu sözü ilk iki halifenin uygulamalarını peygamberin sünnetine muhalif bulmasından değil kendi içtihatlarının sünnete daha uygun olduğunu düşünmesindendi. Sonuç olarak hilafet Osman’a geçiyor.
Osman’ın hilafetinin ilk döneminde bazı sorunlar yavaş yavaş başlıyor. Ali yine danışman ve sürekli nasihatlerine devam ediyor. Osman’ın hilafetinin son dönemi ise tam bir kaos. Devletin yüksek kademelerine sürekli akrabalarını yerleştiriyor ve bu durum teba arasında rahatsızlık doğuruyor. Sünnilere göre bu durumun sebebi Osman’ın akrabalarına çok bağlı olması, son derece hayalı ve utangaç yapıda olması ve kendisinden devlet görevi talep eden akrabalarına bu yüzden hayır diyememesi gibi "masum" gerekçeler. Şiiler ise Osman’ın bu uygulamalarının sebebinin Ümeyye oğullarının (Emeviler) İslam Devleti’ni ele geçirme operasyonu olduğunu söylüyorlar. Ümeyye oğulları Hz. Peygamber’den önce Mekke’yi yöneten sülale. Ebu Süfyan, Muaviye gibi isimler bu sülaleye mensuplar. Osman döneminde önemli görevlere getiriliyorlar.
Uzun süren bu kaosun sonunda Osman’ın evi isyancılar tarafından kuşatılıyor. Ali ve oğulları da Osman’a yardım ediyorlar fakat sonunda Osman’ın şehit edilmesine engel olamıyorlar. Osman’ın vefatından sonra halifenin Ali olması gerektiğinde neredeyse bir icma var. Belirli bir tayin de yok seçim de yok. Kendini halife olarak buluveriyor Ali.
Tüm bu olaylar hakkında, hangisinin gerçeği yansıttığından ayrı olarak işaret etmek istediğim şey şu: Genel olarak Sünniler romantizme Şiiler gerçekçiliğe daha yakın gibi dursalar da yer yer Şiilerde de açıkça romantizm görülüyor. Ortak nokta ise şu: İki mezhep de gerçekçi olmakta kendi mezheplerinin aleyhine sonuçlar sezdikleri anda romantizme sığınmışlar. Bunun tesadüf olmadığını düşünüyorum zira insanların inançlarındaki ve günlük hayatlarındaki tutumları da böyledir. Sözgelimi insanlar bakkaldan para üstü alacaklarında asla romantik olmazlar, kesinlikle gerçekçi olur, para üstünü hesaplar ve sayarlar. Önemsedikleri her şeyde durum böyledir. Fakat borçlu bir insan ödemede biraz zorlandığı anda gözü, borcu hibe etmenin faziletiyle alakalı hadis arar ve bu kişi bu şekilde konuşan hocaları beğenmeye ve onları başkalarına beğendirmeye çalışmaya başlar.
Özetle taraflar, gerçeklik veya gerçekçilik kendilerinin aleyhine olduğu zaman gerçekçiliği bırakıp romantizme meyletmişler. Bu duruma Ali’nin hilafetinden sonraki döneme dair iki ekol tarafından yazılan tarih anlatılarında da gittikçe yoğunlaşan bir şekilde rastlayacağız. Bu da üçüncü yazıya kalsın.
Önceki yazımda Sünni ve Şii ekollerinin ilk dönem İslam tarihi anlatılarından genel olarak bahsetmiştim. Bu dönem Ali’nin, Ebubekir’in halifeliğine biat etmesine kadar olan dönemdir. Buraya kadar anlattığım tarihsel olayların gerçekleşmiş olmasında taraflarca ciddi ihtilaflar yok. Bu yazıda anlatacağım olayların tarihte gerçekleşmiş olmasında da ciddi ihtilaflar yok. İhtilaflar daha çok bu tarihsel vakalara yüklenen anlamlarda. Yüklenen bu anlamlar mezheplerin tarih boyu sahip oldukları temel karakteristiklerini anlamak hususunda kilit rol oynuyor. Bu temel karakteristik tahlili sonucunda geriye dönük yazılmış iki tarih anlatısı üzerinden geçmişin gerçeğini yalanından ayırmanın ve İslam tarihindeki gruplaşmaların temel dinamiklerini ve felsefesini anlamanın daha kolay olmasını hedefliyorum. Şimdi ilk yazıdaki olayları birkaç paragrafta özetleyelim.
İstisnalar dışarıda bırakılacak olursa "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır" sözü iki mezhebe göre de Hz. Peygamber’in ağzından çıkmıştır. Şiiler bunun halife tayini olduğunu iddia etmiş, Sünniler ise bunun Ali’nin müminlerin dostu olduğunun ilanı olduğunu söylemişlerdir.
Hz. Peygamber vefatından önce Ebubekir ve Ömer’i Medine dışına birtakım görevlere göndermiştir fakat onlar Hz. Peygamber’in rahatsızlığının arttığını öğrendiklerinde görevi başkalarına havale edip Medine’ye geri dönmüşlerdir. Bunun sebebi Sünnilere göre Ebubekir ve Ömer’in, son anlarında Hz. Peygamber’in yanında olmak istemeleriyken Şiiler ise Ebubekir ve Ömer’in görevi bırakıp Medine’ye dönmelerinin sebebinin peygamberin vefatından sonra hilafeti ele geçirmek olduğunu iddia ederler.
Yine taraflarca ittifak edilen olaylardan biri de şudur: Hz. Peygamber, vefatı yaklaşınca vasiyetini yazdırmak için yanındakilerden bir kalem ve kağıt talep ediyor. Ömer buna karşı çıkıyor ve bize Allah’ın kitabı yeter diyor. Bu davranışın sebebi Sünnilerce Ömer’in, peygamberin vefat anında yorulmasını istememesi veya peygamberin şuurunu kaybedip sayıkladığını düşünmesiyken Şiilerce bunun sebebi peygamberin Ali’yi halife tayin etmesini yazılı hale getirmesinden korkmasıdır. Yine aynı olayın devamında Hz. Peygamber vasiyetini bir sahabiye sözlü olarak zikretmesine rağmen bu sahabinin odadan çıkınca üç vasiyetten birini unutması Sünnilere göre insanlık haliyken Şiilere göre kasıtlı bir sansürdür.
Hz. Peygamber vefat edince cenaze işleri ile Ali ve ailesi ilgilenirken Ebubekir ve Ömer, halife seçimi için birtakım sahabenin de bulunduğu bir toplantı yapıyorlar. Bu kişiler peygamberin cenazesinde değiller. Çünkü Sünnilere göre devlet başkanı seçimi çok önemlidir ve bir an bile beklememelidir. Şiilere göre ise tabiri caizse yangından mal kaçırmak için alelacele böyle bir toplantı gerçekleştirilmiştir ve Ali cenaze işleriyle uğraşırken saf dışı bırakılmış ve halife seçiminde fikri dahi sorulmamıştır.
Bu olay üzerine Ali, Ebubekir’in hilafetine 6 ay boyunca (Fâtıma’nın vefatına kadar) biat etmemiştir. Bunun sebebi Sünnilere göre Ali’nin halife seçiminde kendi fikrinin dahi sorulmamasına alınmasıyken Şiilere göre ise halifelik hakkının gasp edilmesidir.
Fâtıma, Sünnilere göre Hz. Peygamber’in vefatına üzüntüsüne dayanamayıp vefat etmiş, Şiilere göre ise Ömer tarafından şehit edilmiştir. Bunun sonucunda Ali, Şiilere göre zorla, Sünnilere göre ise küslüğü daha fazla uzatmamak için Ebubekir’in hilafetine biat etmiştir.
Burada ilginç bir durum söz konusu. İki mezhepçe de devrin meşru imamına biat etmeden ölen kimse cahiliye ölümü ile yani müşrik olarak ölmüştür. Fakat Müslümanların içinden kimse Fâtıma’ya böyle bir yakıştırmada bulunmamıştır. Çünkü Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’in fazileti hakkında Sünni kaynaklarda çok sayıda hadis mevcut. Şiiler bu durumu Ebubekir’in hilafetinin meşru olmadığına delil olarak kullanırlar.
Aynı şekilde haklarında bu kadar övgüler bulunan bu şahıslardan Sünni kaynaklarda Fâtıma’dan sadece 17 hadis, Hasan ve Hüseyin’den ise 20 küsur hadis nakledilmesi de Şiilerce soru işaretidir. Sünnilere göre ise Fâtıma, Hz. Peygamber’den sonra kısa süre yaşamıştır. Diğer ikisi ise peygamberin vefatı esnasında henüz çocuk veya genç olduklarından dolayı fazla hadis nakledememişlerdir.
Tüm bu tabloda ihtilaf, olayların kendisinde değil yalnızca olaylara yüklenen anlamlarda mevcut. Tüm ihtilafları tek bir sınıflandırmaya tabi tutacak olsam Sünnilerin bu olaylara yükledikleri anlamları romantizm sütununa, Şiilerin görüşlerini ise gerçekçilik sütununa yazarım. Elbette burada gerçeği ve hayali henüz bilmiyoruz. Şiilerin gerçekçiliğe daha yakın olmaları, iddialarını gerçek kılmayacağı gibi Sünnilerin romantizme daha yakın olmaları da onları yanlış kılmaz. Burada yaptığımız tek şey her iki mezhebin de temel karakteristiklerini tespit etmeye çalışmak. Aynı durum mezheplerin kemikleşme dönemlerine kadar böyle devam edecek ve tüm tarihsel seyri belirleyecek.
Bu yüzden Sünnilere göre sahabe neredeyse kutsaldır ve bir hadis herhangi bir sahabeye ulaştığı anda peygambere ulaşmış sayılır. Şiilerde ise durum tam tersidir. Hadisin ancak imamlardan birine ulaşması gerekir çünkü hatadan masum olan insanlar Şiilere göre ancak imamlardır. Bu ayrım da romantizm-gerçekçilik ayrımı ile uyumlu.
Diğer yandan Sünnilerin bence bu tartışmalardaki en güçlü delili sahabenin ezici çoğunluğunun Ebubekir’e biat etmesi ve bu hususta sahabe arasında herhangi bir tartışmanın yaşanmamasıdır. Sahabe Kuran’da birçok ayette Allah tarafından övülmüştür. Ali, Allah’ın emriyle halife olarak tayin edilmiş olsaydı bu kadar büyük bir sahabe topluluğu sorgusuz sualsiz Ebubekir’e biat etmezdi. Şiilere göre ise Kuran’daki övgüler mutlak övgüler değildir, hususi olaylara dair övgülerdir. Bu kadar kalabalık bir sahabe topluluğunun haksız yere Ebubekir’e biat etmesinin ise Musa vahiy almak için dağa çıktığında 40 gün geçmeden buzağıya tapan Yahudileri örnek vererek mümkün olduğunu söylerler.
Sonuç olarak Ali, Ebubekir’e biat ediyor. Biat ettikten sonra bir müddet her şey yolunda gidiyor. Sünnilere göre küslük son bulmuş ve her şey yoluna girmiştir. Şiilere göre ise Ali, İslam’ın yararı için istemeye istemeye Ebubekir’e danışmanlık yapmaktadır.
Buradan sonra Ali ile diğer halifeler arasında bir sorun olduğuna dair Şiilerin de Şıkşıkiye Hutbesi¹ olarak bilinen hutbe dışında pek bir delili yok. Bu yüzden takiyye teorisini öne sürüyor Şiiler. Bir sorun olmaması Şiilere göre Ali’nin, Ebubekir ve diğerlerinin hilafetlerinin meşru olduğunu kabul ettiğini göstermez. Onlara göre Ali takiyye yapmaktadır.
Fakat burada ciddi bir sorun var. Çünkü Ali tabiri caizse Allah’ın adamıysa, yani hilafet Allah’ın emri ile Ali’nin hakkı ise burada takiyye yapılması Allah’ın gönderdiği peygamberlerin ve dinlerin güvenilirliğini de tehlikeye atar. Çünkü Allah’ın emri hususunda takiyye meşru bir şey olsaydı bu durumda biz hangi emrin takiyye gereği, hangi emrin gerçek olduğunu bilemezdik ve din göndermenin de bir anlamı kalmazdı. Yani bir kimse, "Ali belki de Şıkşıkiye hutbesinde takiyye yapıyordu?" diyebilir. Buraya kadar genel olarak gerçekçi gelen Şiiler buradan sonra romantizme kayıyorlar. Sünniler ise gerçekçilik koltuğunu devralıyorlar.
Sonra Ebubekir de vefatına yakın halife tayin edecek. Çünkü kendi deyimiyle ümmet, Ebubekir’in ölümünden sonra halifesiz bırakılacak kadar değersiz bir ümmet değil. Şiiler için bir artı daha. Bir zarfın içine yazıyor kendisinden sonrası için tayin ettiği halifeyi. Önce herkesten biat alacağım sonra okuyacağım bu ismi diyor. Sıra Ali’ye gelince Ali "Orada yazan Ömer olsa da biat ettim" diyor. İki taraf da kendi lehine kullanmaya çalışıyor bu sözü. Şiilerin dayanağı yine takiyye inancı. Fakat Ali her ne kadar Ömer’in hilafetine sıcak bakmadığını belli etse de sonuçta biat ettim diyor.
Ömer’in 10 yıllık hilafetinde de ciddi sorunlar olmuyor. Ali danışmanlık yapmaya devam ediyor. Şiilere göre bu da takiyyeden dolayı. Ömer kendisinden sonraki halifenin tayinini vefatından sonra yapılacak 6 kişilik bir heyetin istişaresine bırakıyor. Eğer sonuç üçe üç olursa içlerinden belirli birinin kararına uymalarını istiyor. Seçim sonucunda Osman ve Ali’ye 3’er oy çıkıyor. Bu belirli kişi Ali’yi seçiyor fakat tek bir şartı var. Ali halife olursa Allah’ın kitabına ve peygamberle ilk iki halifenin sünnetine göre hükmedecek.
Ali bunu kabul etmiyor. Yalnızca Allah’ın kitabına ve peygamberin sünnetine göre hükmederim diyor. Burası oldukça ilginç. Ali eğer ilk iki halifenin uygulamalarını peygamberin sünnetine uygun görseydi bunu kabul ederdi diyor Şiiler. Üstelik bu sözü söylemek için hilafeti geri tepmiş oluyor. Sünnilere göre Ali’nin bu sözü ilk iki halifenin uygulamalarını peygamberin sünnetine muhalif bulmasından değil kendi içtihatlarının sünnete daha uygun olduğunu düşünmesindendi. Sonuç olarak hilafet Osman’a geçiyor.
Osman’ın hilafetinin ilk döneminde bazı sorunlar yavaş yavaş başlıyor. Ali yine danışman ve sürekli nasihatlerine devam ediyor. Osman’ın hilafetinin son dönemi ise tam bir kaos. Devletin yüksek kademelerine sürekli akrabalarını yerleştiriyor ve bu durum teba arasında rahatsızlık doğuruyor. Sünnilere göre bu durumun sebebi Osman’ın akrabalarına çok bağlı olması, son derece hayalı ve utangaç yapıda olması ve kendisinden devlet görevi talep eden akrabalarına bu yüzden hayır diyememesi gibi "masum" gerekçeler. Şiiler ise Osman’ın bu uygulamalarının sebebinin Ümeyye oğullarının (Emeviler) İslam Devleti’ni ele geçirme operasyonu olduğunu söylüyorlar. Ümeyye oğulları Hz. Peygamber’den önce Mekke’yi yöneten sülale. Ebu Süfyan, Muaviye gibi isimler bu sülaleye mensuplar. Osman döneminde önemli görevlere getiriliyorlar.
Uzun süren bu kaosun sonunda Osman’ın evi isyancılar tarafından kuşatılıyor. Ali ve oğulları da Osman’a yardım ediyorlar fakat sonunda Osman’ın şehit edilmesine engel olamıyorlar. Osman’ın vefatından sonra halifenin Ali olması gerektiğinde neredeyse bir icma var. Belirli bir tayin de yok seçim de yok. Kendini halife olarak buluveriyor Ali.
Tüm bu olaylar hakkında, hangisinin gerçeği yansıttığından ayrı olarak işaret etmek istediğim şey şu: Genel olarak Sünniler romantizme Şiiler gerçekçiliğe daha yakın gibi dursalar da yer yer Şiilerde de açıkça romantizm görülüyor. Ortak nokta ise şu: İki mezhep de gerçekçi olmakta kendi mezheplerinin aleyhine sonuçlar sezdikleri anda romantizme sığınmışlar. Bunun tesadüf olmadığını düşünüyorum zira insanların inançlarındaki ve günlük hayatlarındaki tutumları da böyledir. Sözgelimi insanlar bakkaldan para üstü alacaklarında asla romantik olmazlar, kesinlikle gerçekçi olur, para üstünü hesaplar ve sayarlar. Önemsedikleri her şeyde durum böyledir. Fakat borçlu bir insan ödemede biraz zorlandığı anda gözü, borcu hibe etmenin faziletiyle alakalı hadis arar ve bu kişi bu şekilde konuşan hocaları beğenmeye ve onları başkalarına beğendirmeye çalışmaya başlar.
Özetle taraflar, gerçeklik veya gerçekçilik kendilerinin aleyhine olduğu zaman gerçekçiliği bırakıp romantizme meyletmişler. Bu duruma Ali’nin hilafetinden sonraki döneme dair iki ekol tarafından yazılan tarih anlatılarında da gittikçe yoğunlaşan bir şekilde rastlayacağız. Bu da üçüncü yazıya kalsın.
Şıkşıkiye Hutbesi¹: Ali'nin hilafeti sırasında yaptığı bir hutbe