Bu yazı, Mehmet Tayfun Küçük'ün "İslam Tarihinde Mezhepleşme Felsefesi — I" ve "İslam Tarihinde Mezhepleşme Felsefesi — II" başlıklı yazılarının devamıdır.
İlk iki yazıda anlattığım tarihi kendim yaşamadım. Zikrettiğim olaylar, bu tarih yaşanırken de yazılmış değildi. Bu tarih anlatılarının meydana gelişinin de bir tarihi var. İşte bu yazıda bu tarih anlatılarının meydana gelişinin tarihini yazacağım. Bununla taşlar yerine oturmaya başlayacak.
Hz. Ali, dördüncü halife olarak Medine’de göreve başlamasının hemen ardından ilk iş olarak Şam valisi Muaviye de dahil olmak üzere pek çok eski üst düzey bürokratı görevden almıştır. Fakat Muaviye, görevi bırakmamış ve öncelikle Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını talep etmiştir. Osman’ın katillerinin cezalandırılmaması meselesi bundan sonraki olaylarda belirleyici olacak.
Mevcut şartlar gerçekçi bir şekilde göz önünde bulundurulacak olursa Hz. Ali’nin, Osman’ın katillerini cezalandırması pek mümkün değildi. Zaten katilin kim olduğu da belli değil. Binlerce asi, Osman’ı hepimiz öldürdük diye dolaşıyor sokaklarda. O dönemlerde devletin düzenli bir asker ve polis teşkilatı yok. Osman’ı şehit edenler hala şehirden çıkmamış ve silahlarını bırakmamışlar. Dolayısıyla şehirde silahlı olanlar sadece onlardı. Hz. Ali bu yüzden katillerin cezalandırılmasını ertelemiş ve öncelikle yönetimdeki gücünü sağlamlaştırmaya çalışmıştır. Buna en büyük engel ise meşru halifenin görevden alma emrini yerine getirmeyen Muaviye’den geldi. Üstelik Muaviye bu hususta Osman’ın katillerinin henüz cezalandırılmamış olmasını bahane göstermiştir. Böyle bir durumda katillerin cezalandırılmasının imkansız olduğunu Muaviye gibi “siyaset dehası” olarak bilinen birinin bilmemesi elbette düşünülemez.
Muaviye niçin böyle bir şeyi bahane gösteriyor? Çünkü Muaviye, Osman’ın akrabası. Ümeyyeoğulları yani Emeviler olarak bilinen sülaleden. O dönemde paralı askeri ve sarayı olan tek valilik Şam valiliği. Muaviye yıllarca bunun hazırlığını yapmış. Şimdi Osman’ın katillerini gerekçe göstererek meşru halifeye itaat etmiyor. Üstelik Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını mümkün kılacak en önemli adım Muaviye’nin meşru halife Hz. Ali’ye itaat etmesi ve onun otoritesini tanıyarak sağlamlaştırması. Bunu da Muaviye’nin bilmiyor olması mümkün değil. O halde Muaviye’nin asıl derdinin Osman’ın katillerinin cezalandırılması olmadığını anlıyoruz.
Fakat diğer yandan Hz. Ali başka bir sorunla yüzleşmek zorunda olduğundan dolayı Muaviye meselesi bir müddet askıda kalıyor. Hz. Peygamber’in eşi Ayşe, olayların başında Osman’ın katillerinin tarafındayken Osman şehit edilip Hz. Ali halife olduktan sonra bu sefer Osman’ın katillerinin cezalandırılması talebiyle yanında Talha ve Zübeyir ile beraber Basra’ya gidiyor ve silahlanıyor. Basra’da ciddi sayıda bir ordu topluyor.
Bu faaliyet Şiiler’e göre açık bir isyanken Sünniler’e göre aslında Ayşe ve beraberindekilerin bir isyan amacı yoktur ve tüm bu hazırlıklar yalnızca siyasi bir eylem mesabesindedir. Elbette binlerce silahlı adamın hilafet merkezinin dışında büyük bir şehirde toplanmasına siyasi eylem demek mantıklı ve iyi niyetli durmamaktadır. Zaten olayların gelişiminden de bunun bir isyan olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Basra’da meşru halifeye isyan etmek istemeyen birtakım kimseler de bu esnada Ayşe’nin ordusu tarafından öldürülmüştür. Bunlar Sünniler’e göre yanlışlıkla öldürülmüşlerdir.
Basra’da yönetimi ele geçirdikten sonra Ayşe ve ordusu hilafet merkezine doğru yürüdüler. Bu esnada olanlardan erkenden haberdar olan Hz. Ali, ordusunu hazırlayıp Basra’ya doğru çoktan yola çıkmıştı. Sonunda iki ordu Basra yakınlarında karşılaştı. Tarihte Cemel Vakası olarak bilinen bu savaş, Sünniler’e göre yanlışlıkla patlak verdi. Şiiler’e göre ise zaten taraflar savaşacaklarını biliyorlardı.
Sünniler’e göre Ayşe aslında savaşmak istemiyordu ve orduyu da savaşmak için toplamamıştı. Sadece Osman’ın katilleri cezalandırılsın talebini Hz. Ali’ye iletmek için bu orduyu toplamıştı. Fakat Sünniler’e göre iki ordudaki Yahudi ajanları veya birtakım fitne şebekeleri ortamı kızıştırıp tarafları galeyana getirdiler ve savaş patlak verdi. Sünniler buradaki fitnecilerin başı olarak Abdullah İbn Sebe ismini öne çıkarırlar. Fakat Şiiler’e göre böyle birinin yaşamış olması bile şüphelidir, yaşadıysa bile rivayetlere göre Hz. Ali bu kimseyi çok önceden daha bu olaylar patlak vermeden sürmüştür.
30.000 kişilik bir orduyla Ayşe’nin de deve üzerinde savaştığı bu savaşta Hz. Ali’nin tarafı 20.000 kişidir. Savaş sonunda Hz. Ali’nin ordusu galip gelmiştir. Talha ve Zübeyir başta olmak üzere toplamda 20.000 kişinin öldüğü rivayet edilir. Rivayetlere göre sayılarda farklılık olsa da savaşta binlerce insanın öldüğü kesindir.
Önde gelen sahabilerden sayılan Talha ve Zübeyir aslında Hz. Ali ile araları kötü olan kişiler değildi. Hz. Ali’nin halife seçilmesinden sonra Talha Basra, Zübeyir Kufe valiliklerini istiyorlar. Hz. Ali bunu uygun bulmayınca Medine’den çıkmak için izin istiyorlar. Medine’den çıkıp Osman’ın katillerinin cezalandırılması eylemlerine katılıyorlar. Sonrasında Cemel Vakası oluyor ve orada ölüyorlar. Osman’ın kanı meselesi bütün bu olanlarda ve olacaklarda bahane mesabesinde.
Cemel Vakası’ndan sonra Hz. Ali, Ayşe’ye herhangi bir zarar verilmemesini emrediyor. Ayşe, beraberinde 40 kadın ve 40 erkek savaşçıdan oluşan bir birlikle Medine’ye gönderiliyor. Bundan sonra Hz. Ayşe ömrünün sonuna kadar siyasete karışmıyor.
Bu olaydan sonra hilafet merkezini, güçlü olduğu Kufe şehrine taşıyan Hz. Ali, Muaviye’ye tekrar tekrar gönderdiği elçilerden de olumlu cevap alamayınca artık savaşın kaçınılmaz olduğunu anlıyor ve ordusunu hazırlıyor. Muaviye, Şam’da Osman’ın kanı için halktan biat alıyor ve halk meşru halife Hz. Ali’ye karşı savaşmak için Muaviye’ye söz veriyor. Bu esnada halk arasında “Ali haklı ama ekmeğimizi Muaviye veriyor” sözü şöhret buluyor. Çünkü Muaviye gelişmiş bir devlet sistemi kurmuş ve birçok kişiyi maaşa bağlamış.
Nihayet taraflar Sıffin denen bölgede karşılaşıyorlar. Günler süren savaşta Hz. Ali biat teklifini tekrar tekrar yineliyor fakat Muaviye, Osman’ın kanını bahane ederek reddediyor. Sonunda Muaviye, Hz. Ali’nin hilafetten çekilmesi ve halifenin yeniden seçilmesi şartlarını da ekliyor talebine. Böylece tüm bu olanlarda Muaviye’nin asıl niyeti de ortaya çıkıyor.
Hz. Ali son bir kez daha biat istiyor ve Muaviye son bir kez daha reddediyor. Bunun üzerine Hz. Ali toplu bir saldırıdan sonra savaşta üstünlüğü açıkça ele geçiriyor ve savaşı bitirme noktasına geliyor. Fakat Muaviye, askerlerine mızrakların ucuna Kuran sayfaları bağlamalarını emrediyor. Böylece savaşı fiilen kazanan Hz. Ali’nin ordusunu tereddüde düşürmeyi ve yenilgiden kurtulmayı planlıyor.
Mızrak bağlamanın anlamı, “Gelin aramızda Kuran hakem olsun!” demektir. Hz. Ali her ne kadar bunun bir hile olduğunu ve Muaviye’nin yenilgiden kurtulmak için bu yola başvurduğunu söylese de henüz aklî ve ahlakî tekamülünü tamamlayamamış nakilci bedevilerden oluşan ordunun çoğunluğu, Kuran’ın hakem olması teklifine hayır demeyi iman sıkıntısı olarak gördüklerinden dolayı Hz. Ali’yi dinlememişlerdir. Hatta bu teklifi kabul etmediği takdirde Hz. Ali’yi öldürüp cesedini Muaviye’ye teslim edeceklerini söylemişlerdir. Böylece Hz. Ali’nin ordu üzerindeki etkisi büyük ölçüde azalıyor. Muaviye’nin hedeflediğinden de daha fazlası bu. Bu durumda Muaviye, Hz. Ali’nin ordusuyla meydanda savaşmadığı müddetçe bu tür hilelerle Hz. Ali’nin ordusunu kolaylıkla manipüle edebileceğini görüyor ve iki tarafın da birer hakem tayin etmesini ve anlaşmazlığı Kuran’a göre çözmesini teklif ediyor.
Burada ilginç olan nokta şudur ki ortada Kuran’ın çözebileceği bir problem yok. Yani mevcut anlaşmazlığın cevabı elbette Kuran’da yazmıyor. Çünkü Kuran’da "Osman’ın katilleri cezalandırılmadığı müddetçe Ali’nin hilafeti caiz değildir ve halife yeniden seçilmelidir" diye bir ayet bulunmamaktadır. Bu tür bir ayet genel kaide olarak da yoktur. Zaten Kuran’da hilafet konusu hiç zikredilmez bile.
Bu yaklaşım Muaviye geleneğinin devamı olan Sünni gelenekte de devam edecek ve günlük olaylar da dahil olmak üzere her tikel şeyin cevabının Kuran’da olduğu gibi uçuk ve tehlikeli bir kuruntunun yaygınlaşmasına sebep olacaktır. Bu kuruntu, normal olarak Kuran’da bulunmayan cevapların arzulanan şekilde Kuran’a söyletilmesi olarak kendini gösterecek ve her ilim dalındaki zorlama yorum ve nakilciliğin önünü açacaktır. Bugün de günlük hayatımızdaki her şeyin hükmünün Kuran’da bulunduğu kuruntusu, kompleks sorunlarımızın çözümünü Kuran’da bulamadığımızda (ki bulamamamız normal olandır) Kuran’a eksiklik, saçmalık ve çirkinlik atfedilmesine sebep olmaktadır. Halbuki zaten her sorunun cevabının Kuran’da olmadığının itiraf edilmesi, Kuran’ı gerçek anlam ve değerine kavuşturmakta ön şarttır.
Açıkçası bu tür cevapların Kuran’da olduğunu iddia eden kimse de cevabın Kuran’da olmadığını bilmektedir. Fakat dil, arzuya itaat eden bir araçtır. 600 sayfalık bir kitapta arzunuzu söyletebileceğiniz birkaç cümle bulmanız hiçbir zaman zor olmaz. Her türlü nakilciliğin temelinde de bu arzu yatmaktadır. Tarih boyunca nakilci olduğunu söyleyen ya da nakilden delil getirmeyi temele alan tüm ekollerin aynı nakillerden çok farklı ve hatta tam zıt manalar çıkarmalarının sebebi de budur. Şii-Sünni ayrılığı da böyle bir ayrılıktır örneğin. Mesele bir tarafın nakli doğru anlaması diğer tarafın yanlış anlaması değil. Nakilden birbirine zıt iki sözü de doğru olarak çıkarabiliyorsun. Bu, düşünebilen kimseye açıktır.
Arzunuzu konuşturmak istiyorsanız ilk kaçmanız gereken şey arzunuzdan tamamen bağımsız bir gerçekliği olan akıldır. Akıl son derece yorucu bir yetidir ve insan hevasının en nefret ettiği şeydir. Çünkü akıl ile heva arasında neredeyse hiçbir kesişim noktası yok. Hangi hususta olursa olsun aklı belirli bir müddet çalıştırmak kadar insanın hevasının nefesini kesen başka bir şey yok. Bu yüzden insanlar hevalarına nefes aldıracak bir şeylere teslim olmak isterler. Bu hakikatten kurtulma nimetinin (!) karşılığında ise günlerce uykusuz kalmak gibi ufak bedensel fedakarlıklarda bulunmaya razı olurlar. İşte Muaviye de zayıf insanların içindeki bu nakilcilik zaafını kullanmış, Hz. Ali ise akılcı yaklaşmalarını telkin ettiği bedevileri ikna edemediği için İslam tarihindeki en büyük fitneyi sonlandıramamıştır.
Arzu ve heva deyince akla genelde cinsellik, yeme-içme, mal-mülk gibi şeyler gelir. Fakat gerçekte bu hevanın yalnızca bir kısmıdır. Hasta ruhlu insanların mutluluk düşmanlığı, eğlence düşmanlığı, aşırıcılıkları, zorbalıkları, baskı tutkuları, çatık kaşları, aklın külfetinden ve hakikatin boğuculuğundan kurtulma arzusu da aynı şekilde hevadır ve hatta hevanın en güçlü kısmı burasıdır. Nakilcilik de hevanın güçlü kısmına hitap eden bir yaklaşım. İşte aklî ve ahlakî tekamülünü tamamlayamamış her canlıda olduğu gibi bu bedevilerde de böyle bir zaaf vardı ve Muaviye bunu iyi kullandı.
Muaviye hakemini tek sözle tayin etti. Hz. Ali’nin hakemini ise ordudaki bedeviler kabul etmediler ve Hz. Ali’yi tekrar zor duruma soktular. Bu yüzden Hz. Ali, ordunun da razı olacağı bir hakem tayin etti. Aslında Hz. Ali’nin artık kaybettiği belli. Fakat Muaviye ancak bu şekilde kazanabileceğini bildiğinden dolayı bu şekilde müzakerelere devam ediyor, yeniden savaşmıyor.
Başlangıçta Hz. Ali’ye müzakereyi kabul etmesi için baskı yapan bedevilerden büyük bir kısmı kısa süre sonra akıllarına “Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur” (Yusuf/40) ayeti gelince müzakere için hakem tayininin Kuran’a aykırı olduğunu söyleyerek Hz. Ali’nin ordusundan ayrılıyor. Bunlar Hâricî mezhebinin kurucuları. İslam tarihindeki ilk somut mezhep ayrılığı budur. Bunlar aklî ve ahlakî tekamülleri tamamlanmamış, çok namaz kılan duygusal insanlar.
Hakemler müzakerelerden sonra Muaviye’nin de Hz. Ali’nin de halife olmamasına, yeni birinin halife seçilmesine karar veriyorlar. Hakemler ayrılıp ikisi de kendi tarafına gidince Hz. Ali’nin hakemi sonucu açıklıyor. Muaviye’nin hakemi ise Muaviye’yi halife ilan ediyor. Bunun üzerine Hz. Ali’nin hakemi, aldatıldığını söylese de işe yaramıyor. Hz. Ali’nin ordusundan bir grup daha bu müzakerelerde Kuran’dan başka bir hakem kabul ettiklerinden dolayı yanlışlıkla kafir olduklarını ve şimdi tövbe edip tekrar İslam’a girdiklerini söyleyerek Hz. Ali’nin ordusundan ayrılarak İlk Hâricîler’e katılıyorlar. Bu esnada bu taife, Hz. Ali’yi de bu küfründen dönmesi için uyarıyor.
Sonuçta Muaviye, Şam’da halifeliğini ilan ediyor. Böylece Hz. Ali’nin meşru hilafetinin yanında Muaviye’nin gayr-ı meşru hilafeti başlıyor.
Bundan sonra Hz. Ali, Hâricîler’le savaşıyor. Onları da birkaç büyük savaş sonucunda yenilgiye uğratıyor fakat tamamen bitiremiyor. Sonunda bir Hâricî’nin suikasti sonucu şehit ediliyor ve meşru hilafet Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’a geçiyor. Hâricîler, gayr-ı meşru halife Muaviye’ye de suikast düzenliyorlar fakat Muaviye bu saldırıdan kurtuluyor.
Hâricîler bugüne kadar varlığını sürdüren bir mezheptir. Genel olarak görüşleri ve yaklaşımları Sünniler’in hadisçilerinde ve aşırıcılarında da bulunmakla beraber daha çok bugünkü DAEŞ, el-Kaide, Taliban, Boko Haram gibi terör örgütleri ile benzer karakterler taşımaktadır. Diğer yandan bugün Umman’ın resmi mezhebidir.
Hz. Hasan kısa bir süre hilafet görevini yaptıktan sonra düşmanlığın ve fitnenin başka türlü bitmeyeceğini düşündüğünden dolayı hilafeti bazı şartlar karşılığında Muaviye’ye bırakmayı teklif eder. Bu şartlardan bazıları; Kufe şehrinin gelirleri ehl-i beyte¹ verilecek, Muaviye’nin camilerinde Cuma hutbelerinde Hz. Ali’ye sövülmeyecek ve Muaviye, hilafeti saltanata dönüştürmeyecek. Muaviye bunları kabul etti fakat daha sonra son iki sözüne uymadı. Hz. Ali’nin adı yerine lakabını (Ebu Turab) kullanarak camilerde Hz. Ali’ye lanet ettirmeye devam etti. Bu lanet uygulaması yaklaşık yetmiş yıl kadar devam etti. Burası oldukça önemlidir zira Sünni hadis kaynaklarındaki ravilerin² namaz kıldığı camilerden bahsediyoruz.
Hz. Hasan, hilafeti Muaviye’ye bırakınca İslam dünyasında da birlik sağlanmış oldu fakat Hâricîler dışarıda bırakılacak olursa şehirlerde iki farklı din anlayışı hakim olmaya başladı. Birincisi Muaviye’nin sarayı çevresinde gelişen din anlayışı, ikincisi ise ehl-i beyt çevresinde gelişen din anlayışı. Bu çerçevede sarayın otoritesine tehlike arz etmemesi için ehl-i beyt takibe alındı.
Muaviye, otoritesini sağlamlaştırdıktan sonra Hz. Hasan’la yapmış oldukları anlaşmayı çiğneyerek oğlu Yezit’i varis tayin etti. Meşhur nakillere göre Yezit açıktan günah işleyen, din ve ahlak ile alakası olmayan aklı kıt biri. Bugünkü zengin ve üst düzey kimselerin şımarık ve cipli (jeep) çocukları gibi düşünülebilir. Bunu en iyi bilen kişi de şüphesiz Muaviye. Fakat hilafet gibi bir kurumu hem de mezkur anlaşmayı çiğnemek pahasına ona emanet ediyor. Bu hareketle artık İslam devleti sona ermiş, Emevi Saltanatı başlamıştır.
Muaviye, oğlu Yezit’i halife tayin edince halkta rahatsızlık başlıyor. Hz. Hüseyin de buna karşı çıkıyor. Fakat Muaviye, baskılarla bu sesleri kesiyor. Ehl-i beyt üzerindeki takibi daha da şiddetlendiriyor. Bu dönemde Muaviye sarayındaki ehl-i beyt düşmanlığı daha da şiddetleniyor. Yezit’in ehl-i beyt düşmanlığı ise çok daha ileri seviyedir. Muaviye ölüyor ve Yezit halife oluyor.
Bu esnada Yezit’e biat etmeyen Hz. Hüseyin, Mekke’ye gidiyor. Kendisine Kufe’den gelen biat mektupları neticesinde öncelikle bazı yakınlarını Kufe’ye gönderiyor. Onlar durumu yerinde tespit ettikten sonra Kufe halkının Hz. Hüseyin’in hilafetine biat etmek için hazır olduklarını bildiriyorlar. Bunun üzerine istişarelerden sonra Hz. Hüseyin, ehl-i beyt taraftarlarıyla beraber Kufe’ye yola çıkıyor.
Bu olanlardan Yezit’in çabuk haberi oluyor. Hz. Hüseyin yoldayken Yezit, Kufe valisini değiştirip ayaklanmanın kritik noktalarındaki kişileri öldürtüyor. Bazı ileri gelenleri ise muhtelif hilelerle ve parayla kendi safına çekiyor. Bu ileri gelen kimseler halkı ayaklanmadan vazgeçiriyor. Tüm bu gelişmelerden henüz yolda olan Hz. Hüseyin’in haberi yok. Ancak Kufe’ye yaklaşınca haberi oluyor ve yanındakilere isterlerse geri dönebileceklerini söylüyor. Fakat kendisi yola devam ediyor. Bazıları ayrılıp geri dönüyor. Aslında Hz. Hüseyin ve yanında kalan 100’ü geçmeyen bir avuç insan göz göre göre şehadete gittiklerini biliyorlar. Burada Hz. Hüseyin’in bir sözü oldukça etkileyicidir: “Eğer ben yola devam etmezsem bu ümmette bir daha hiç kimse haksızlığa karşı çıkmayacaktır.” Kendisinden sonra gelenlere bir “haksızlığa karşı çıkma geleneği” miras bırakmak için şehadetine yürüyor.
Kerbela bölgesine geldiklerinde Yezit’in emriyle gelen Emevi krallık birlikleri Hz. Hüseyin’in yanındakileri kılıçtan geçiriyor, Hz. Hüseyin’in ise başını gövdesinden ayırıp Yezit’e götürüyorlar. Bugün de Hz. Hüseyin’in başına daha sonra ne yapıldığı bilinmez fakat cesetler oracıkta bırakılıyor. Civar köylüler daha sonra bu cesetleri alıp defnediyorlar. Kerbela Hadisesi olarak bilinen bu olay hakkında oldukça geniş bir literatür vardır.
İşte üç yazıda anlattığım iki tarih anlatısı da bu tarihten sonra geriye dönük olarak ortaya çıkıyor. Aynı şekilde iki mezhebin itikadî temelleri de bu olaydan sonra atılıyor. Bu tarihten sonra bir taraf Yezit ve sarayı çevresinde İslam’ı yorumlarken diğer taraf ise başta Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin olmak üzere sağ kalan ehl-i beyt mensuplarının etrafında toplanarak İslam’ı yorumlamışlardır. Bunun için iki taraf da haklılıklarını ortaya koymak hususunda en önemli kaynağı şüphesiz tarih yazımında ve Hz. Peygamber’e isnat edilen hadislerin aktarımında bulmuşlardır. Sünnilik, Yezit ve sarayı çevresinde palazlanmışken Şiiler ise ehl-i beyt etrafında kümelenmişlerdir.
Yine de Sünnilik içinde daha sonraları Yezit karşıtlığı neredeyse icma edilen bir husus haline gelmiştir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken husus şudur, Sünnilik bu aşamaya geldiğinde artık Sünnilik’teki tarih anlatısı ve hadis anlayışı çoktan kemikleşmişti. Yani Yezit’in saray dini üzerine kurulu bir tarih anlatısı ve hadis anlayışı kemikleştikten sonra Sünnilik Yezit’in haksız olduğunu itiraf ediyor. Çünkü her ne kadar inşa edilen yapay bir saray dini olsa da gerçek dine ait nakiller de yok edilememişti.
Yüz yıl boyunca iki taraf da hem var olan hadisleri ve tarihi araştırıyor, hem de var olmayanları kendilerine yarayacak şekilde uyduruyor. Hatta buna Hâricîler de eklenebilir. Yezit ve sarayı, kendi iktidarlarını meşrulaştırmak ve cahil sürüyü kolay yönetmek için hadis uydururken ehl-i beyt taraftarları ise Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden sonra yaşadıkları travmadan dolayı aşırıcı hadisler uyduruyorlardı.
Burada sorun hadislerin hepsinin veya büyük çoğunluğunun uydurulmuş olması değil. Gerçekten Hz. Peygamber’e ait olan hadislerin yok edilmesi imkansız. Asıl sorun, gerçek hadislerin içine uydurma hadislerin de dahil edilmesi. Bir litre suyun içine bir damla idrar karıştığında orada bir litre su elbette vardır fakat artık o idrarı o sudan ayırmadığın müddetçe o suyun tamamı necistir. Buradaki durum da böyle. Ortada her türlü hadis var fakat saray kendi hadislerinden başka hadis istemiyor.
Hz. Ali’nin halife olmasından bu yana ona karşı olarak gerçekleştirilen eylemlerin meşrulaştırılması için bazı nakillere ihtiyacı var sarayın. Bu, iktidarın meşrulaştırılmasının yegane yolu. Burada Muaviye’nin övülmesi ve sahabenin kutsanması kilit rol oynuyor. Çünkü ancak sahabe toptan kutsanırsa Muaviye’nin yaptıkları meşrulaştırılacak ve ancak Muaviye’nin yaptıkları meşrulaştırıldığı zaman Sünni inancını meşrulaştırmak mümkün olacak. Bu yüzden Sünniler’e göre sahabe dokunulmazdır ve bir hadis herhangi bir sahabiye ulaştığı anda herhangi bir değerlendirmeye tabi tutulmaksızın peygambere ulaşmış kabul edilir.
Aynı şekilde ehl-i beyt taraftarları da Muaviye’nin meşruluğuna saldırmak için ona üst düzey görevler veren önceki halifeleri de hedef tahtasına oturtma yolunu seçiyorlar. Bu çerçevede Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman hakkında çokça kötü rivayetler uyduruyorlar. Tahminimce ilk halifenin Hz. Ali olması gerektiği düşüncesi de buralardan doğuyor. Çünkü Muaviye’ye üst düzey görevler veren eski halifeler de kötülenecekse Hz. Ali’nin ilk halife olması gerektiği düşüncesi buraya tam da oturan bir düşünce. “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” hadisi bundan sonra farklı bir okumaya tabi tutularak Şii imamet düşüncesi geliştiriliyor.
Bu hususta Şiiler’in işi daha kolay. Çünkü onlara göre senet 12 masum imamdan herhangi birine ulaştığı anda peygambere ulaşmış sayılır. Aktarılan hadislerin 12 imama teması için araya başka ravi eklemeye bile gerek kalmıyor çünkü bu hadisler söylenirken imamlar da hayattalar. Doğrudan imamlardan hadis nakledebiliyorlar. İmamların masum olduğuna inandıklarından dolayı onlardan gelen herhangi bir hadisi herhangi bir değerlendirmeye tabi tutmadan doğrudan kabul ediyorlar. Bu yüzden Şiiler arasında hadisler konusunda ciddi ihtilaflar olmamıştır. Makbul hadisler ve uygulamalar bellidir. Sistem oldukça berrak fakat her şey 12 imam görüşünün doğruluğuna dayanıyor. Bu yüzden Şiiler’e İmamiye de denir.
Sarayda ise uydurma hadisleri ayıklama faaliyeti, uydurma hadisleri ayıklamak için yapılmıyor. Bunu gerçekten samimi olarak yapanlar da var fakat bu çabalar sarayın gücü ve etkisini aşamaz elbette. Saray tehlike gördüğü yerde "Niçin Muaviye hakkında övücü hadisler nakletmedin?” diye hesap bile soruyor. Bu yüzden sarayın, hadislerin senetlerini³ kontrol etmesi lazım. Çünkü gerçek hadisleri yok edemez. O halde hangi şartlarda hadislerin makbul olacağını yani makbul hadis standartlarını dayatmayı başarabilirse dilediği gibi bir din inşa edebilecektir Emevi sarayı.
Yaklaşık elli yıl kadar sonra Emevi sarayında isnat sistemi⁴ nakilci alimler tarafından zorunlu hale getiriliyor. İlk bakışta iyi bir şey gibi dursa da asıl maksat hadis tekelciliğidir. Hadisleri tekeline almak isteyen birileri var ve hadis standartlarını kendi istekleri doğrultusunda belirleyebilirlerse bunu başaracaklar. Bunu başarırlarsa din onların olacak ve düşmanlarını kolayca bertaraf edecek, tebalarını kolayca yönetecekler.
Bu çerçevede iyi ravilerin ve kötü ravilerin kimler olduğu da sarayın ihtiyaçları çerçevesinde belirleniyor. Raviler hakkında duygusal kıssalar anlatılıyor ve henüz aklî tekamülünü tamamlamamış insanların bu raviler hakkında kötü düşünmelerinin önüne geçiliyor. Uydurulan hadisler de buna göre uyduruluyor. İyi olarak seçilen raviler dışında başka ravilerin kabul edilmeyeceği dikte ediliyor. Böylece gerçek hadislerin saray için tehlikeli bir kısmından kurtulmaları da mümkün oluyor. Çünkü bunlar ya isnatsız ya da sarayın makbul ravi listesi tarafından rivayet edilmemiş.
Örneğin daha sonraki yıllarda Ebu Hanife gibi aklı başında ne kadar alim varsa bu isnat sisteminde genellikle kötü ravi olarak görülür. Bunun sonucunda onlardan nakledilen hadisler zayıf kabul edilmiştir. Bu yanlışlıkla bir kötü görme değildir, organize bir şeydir. Aynı şekilde saray ulemasından olan Zühri, güvenilir ravi olarak görülür. Üstelik öğrencileri onun hakkında para karşılığı saray için hadis uydurur diyerek ağır ithamlarda bulunmuşlardır. Sarayın gücü bu itirafları bastırmış ve ehl-i hadis çevresinde bir hadis tekelciliği başarılmıştır. Bunun başarılması ise her şeyin başarılmış olması anlamına gelmektedir.
Buraya kadar anlattıklarım, tarih anlatısı ve onun analiziydi. Fakat tarih ancak anlatıdan ve analizden ibaret değildir. Şüphesiz gerçekler de önemlidir. Bir sonraki yazıda tüm bu zikredilenler ışığında gerçeğin ne olduğuna ışık tutmaya çalışacağım.
¹ Hz. Peygamber’in soyu, Ali, çocukları ve onların devamı.
² Hadisleri kulaktan kulağa nakleden kimseler.
³ Hadisleri aktaran kişilerin bulunduğu silsile. Ben Ahmet’ten duydum, o da Mehmet’ten duymuş, Mehmet de Mahmut’tan duymuş şeklinde Hz. Peygamber’e kadar ulaştırılan silsileye hadisin senedi denir.
⁴ Hadisi aktaran kişinin o hadisi kimlerden duyarak peygambere dayandırdığını zikretme sistemi.
Hz. Ali, dördüncü halife olarak Medine’de göreve başlamasının hemen ardından ilk iş olarak Şam valisi Muaviye de dahil olmak üzere pek çok eski üst düzey bürokratı görevden almıştır. Fakat Muaviye, görevi bırakmamış ve öncelikle Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını talep etmiştir. Osman’ın katillerinin cezalandırılmaması meselesi bundan sonraki olaylarda belirleyici olacak.
Mevcut şartlar gerçekçi bir şekilde göz önünde bulundurulacak olursa Hz. Ali’nin, Osman’ın katillerini cezalandırması pek mümkün değildi. Zaten katilin kim olduğu da belli değil. Binlerce asi, Osman’ı hepimiz öldürdük diye dolaşıyor sokaklarda. O dönemlerde devletin düzenli bir asker ve polis teşkilatı yok. Osman’ı şehit edenler hala şehirden çıkmamış ve silahlarını bırakmamışlar. Dolayısıyla şehirde silahlı olanlar sadece onlardı. Hz. Ali bu yüzden katillerin cezalandırılmasını ertelemiş ve öncelikle yönetimdeki gücünü sağlamlaştırmaya çalışmıştır. Buna en büyük engel ise meşru halifenin görevden alma emrini yerine getirmeyen Muaviye’den geldi. Üstelik Muaviye bu hususta Osman’ın katillerinin henüz cezalandırılmamış olmasını bahane göstermiştir. Böyle bir durumda katillerin cezalandırılmasının imkansız olduğunu Muaviye gibi “siyaset dehası” olarak bilinen birinin bilmemesi elbette düşünülemez.
Muaviye niçin böyle bir şeyi bahane gösteriyor? Çünkü Muaviye, Osman’ın akrabası. Ümeyyeoğulları yani Emeviler olarak bilinen sülaleden. O dönemde paralı askeri ve sarayı olan tek valilik Şam valiliği. Muaviye yıllarca bunun hazırlığını yapmış. Şimdi Osman’ın katillerini gerekçe göstererek meşru halifeye itaat etmiyor. Üstelik Osman’ın katillerinin cezalandırılmasını mümkün kılacak en önemli adım Muaviye’nin meşru halife Hz. Ali’ye itaat etmesi ve onun otoritesini tanıyarak sağlamlaştırması. Bunu da Muaviye’nin bilmiyor olması mümkün değil. O halde Muaviye’nin asıl derdinin Osman’ın katillerinin cezalandırılması olmadığını anlıyoruz.
Fakat diğer yandan Hz. Ali başka bir sorunla yüzleşmek zorunda olduğundan dolayı Muaviye meselesi bir müddet askıda kalıyor. Hz. Peygamber’in eşi Ayşe, olayların başında Osman’ın katillerinin tarafındayken Osman şehit edilip Hz. Ali halife olduktan sonra bu sefer Osman’ın katillerinin cezalandırılması talebiyle yanında Talha ve Zübeyir ile beraber Basra’ya gidiyor ve silahlanıyor. Basra’da ciddi sayıda bir ordu topluyor.
Bu faaliyet Şiiler’e göre açık bir isyanken Sünniler’e göre aslında Ayşe ve beraberindekilerin bir isyan amacı yoktur ve tüm bu hazırlıklar yalnızca siyasi bir eylem mesabesindedir. Elbette binlerce silahlı adamın hilafet merkezinin dışında büyük bir şehirde toplanmasına siyasi eylem demek mantıklı ve iyi niyetli durmamaktadır. Zaten olayların gelişiminden de bunun bir isyan olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Basra’da meşru halifeye isyan etmek istemeyen birtakım kimseler de bu esnada Ayşe’nin ordusu tarafından öldürülmüştür. Bunlar Sünniler’e göre yanlışlıkla öldürülmüşlerdir.
Basra’da yönetimi ele geçirdikten sonra Ayşe ve ordusu hilafet merkezine doğru yürüdüler. Bu esnada olanlardan erkenden haberdar olan Hz. Ali, ordusunu hazırlayıp Basra’ya doğru çoktan yola çıkmıştı. Sonunda iki ordu Basra yakınlarında karşılaştı. Tarihte Cemel Vakası olarak bilinen bu savaş, Sünniler’e göre yanlışlıkla patlak verdi. Şiiler’e göre ise zaten taraflar savaşacaklarını biliyorlardı.
Sünniler’e göre Ayşe aslında savaşmak istemiyordu ve orduyu da savaşmak için toplamamıştı. Sadece Osman’ın katilleri cezalandırılsın talebini Hz. Ali’ye iletmek için bu orduyu toplamıştı. Fakat Sünniler’e göre iki ordudaki Yahudi ajanları veya birtakım fitne şebekeleri ortamı kızıştırıp tarafları galeyana getirdiler ve savaş patlak verdi. Sünniler buradaki fitnecilerin başı olarak Abdullah İbn Sebe ismini öne çıkarırlar. Fakat Şiiler’e göre böyle birinin yaşamış olması bile şüphelidir, yaşadıysa bile rivayetlere göre Hz. Ali bu kimseyi çok önceden daha bu olaylar patlak vermeden sürmüştür.
30.000 kişilik bir orduyla Ayşe’nin de deve üzerinde savaştığı bu savaşta Hz. Ali’nin tarafı 20.000 kişidir. Savaş sonunda Hz. Ali’nin ordusu galip gelmiştir. Talha ve Zübeyir başta olmak üzere toplamda 20.000 kişinin öldüğü rivayet edilir. Rivayetlere göre sayılarda farklılık olsa da savaşta binlerce insanın öldüğü kesindir.
Önde gelen sahabilerden sayılan Talha ve Zübeyir aslında Hz. Ali ile araları kötü olan kişiler değildi. Hz. Ali’nin halife seçilmesinden sonra Talha Basra, Zübeyir Kufe valiliklerini istiyorlar. Hz. Ali bunu uygun bulmayınca Medine’den çıkmak için izin istiyorlar. Medine’den çıkıp Osman’ın katillerinin cezalandırılması eylemlerine katılıyorlar. Sonrasında Cemel Vakası oluyor ve orada ölüyorlar. Osman’ın kanı meselesi bütün bu olanlarda ve olacaklarda bahane mesabesinde.
Cemel Vakası’ndan sonra Hz. Ali, Ayşe’ye herhangi bir zarar verilmemesini emrediyor. Ayşe, beraberinde 40 kadın ve 40 erkek savaşçıdan oluşan bir birlikle Medine’ye gönderiliyor. Bundan sonra Hz. Ayşe ömrünün sonuna kadar siyasete karışmıyor.
Bu olaydan sonra hilafet merkezini, güçlü olduğu Kufe şehrine taşıyan Hz. Ali, Muaviye’ye tekrar tekrar gönderdiği elçilerden de olumlu cevap alamayınca artık savaşın kaçınılmaz olduğunu anlıyor ve ordusunu hazırlıyor. Muaviye, Şam’da Osman’ın kanı için halktan biat alıyor ve halk meşru halife Hz. Ali’ye karşı savaşmak için Muaviye’ye söz veriyor. Bu esnada halk arasında “Ali haklı ama ekmeğimizi Muaviye veriyor” sözü şöhret buluyor. Çünkü Muaviye gelişmiş bir devlet sistemi kurmuş ve birçok kişiyi maaşa bağlamış.
Nihayet taraflar Sıffin denen bölgede karşılaşıyorlar. Günler süren savaşta Hz. Ali biat teklifini tekrar tekrar yineliyor fakat Muaviye, Osman’ın kanını bahane ederek reddediyor. Sonunda Muaviye, Hz. Ali’nin hilafetten çekilmesi ve halifenin yeniden seçilmesi şartlarını da ekliyor talebine. Böylece tüm bu olanlarda Muaviye’nin asıl niyeti de ortaya çıkıyor.
Hz. Ali son bir kez daha biat istiyor ve Muaviye son bir kez daha reddediyor. Bunun üzerine Hz. Ali toplu bir saldırıdan sonra savaşta üstünlüğü açıkça ele geçiriyor ve savaşı bitirme noktasına geliyor. Fakat Muaviye, askerlerine mızrakların ucuna Kuran sayfaları bağlamalarını emrediyor. Böylece savaşı fiilen kazanan Hz. Ali’nin ordusunu tereddüde düşürmeyi ve yenilgiden kurtulmayı planlıyor.
Mızrak bağlamanın anlamı, “Gelin aramızda Kuran hakem olsun!” demektir. Hz. Ali her ne kadar bunun bir hile olduğunu ve Muaviye’nin yenilgiden kurtulmak için bu yola başvurduğunu söylese de henüz aklî ve ahlakî tekamülünü tamamlayamamış nakilci bedevilerden oluşan ordunun çoğunluğu, Kuran’ın hakem olması teklifine hayır demeyi iman sıkıntısı olarak gördüklerinden dolayı Hz. Ali’yi dinlememişlerdir. Hatta bu teklifi kabul etmediği takdirde Hz. Ali’yi öldürüp cesedini Muaviye’ye teslim edeceklerini söylemişlerdir. Böylece Hz. Ali’nin ordu üzerindeki etkisi büyük ölçüde azalıyor. Muaviye’nin hedeflediğinden de daha fazlası bu. Bu durumda Muaviye, Hz. Ali’nin ordusuyla meydanda savaşmadığı müddetçe bu tür hilelerle Hz. Ali’nin ordusunu kolaylıkla manipüle edebileceğini görüyor ve iki tarafın da birer hakem tayin etmesini ve anlaşmazlığı Kuran’a göre çözmesini teklif ediyor.
Burada ilginç olan nokta şudur ki ortada Kuran’ın çözebileceği bir problem yok. Yani mevcut anlaşmazlığın cevabı elbette Kuran’da yazmıyor. Çünkü Kuran’da "Osman’ın katilleri cezalandırılmadığı müddetçe Ali’nin hilafeti caiz değildir ve halife yeniden seçilmelidir" diye bir ayet bulunmamaktadır. Bu tür bir ayet genel kaide olarak da yoktur. Zaten Kuran’da hilafet konusu hiç zikredilmez bile.
Bu yaklaşım Muaviye geleneğinin devamı olan Sünni gelenekte de devam edecek ve günlük olaylar da dahil olmak üzere her tikel şeyin cevabının Kuran’da olduğu gibi uçuk ve tehlikeli bir kuruntunun yaygınlaşmasına sebep olacaktır. Bu kuruntu, normal olarak Kuran’da bulunmayan cevapların arzulanan şekilde Kuran’a söyletilmesi olarak kendini gösterecek ve her ilim dalındaki zorlama yorum ve nakilciliğin önünü açacaktır. Bugün de günlük hayatımızdaki her şeyin hükmünün Kuran’da bulunduğu kuruntusu, kompleks sorunlarımızın çözümünü Kuran’da bulamadığımızda (ki bulamamamız normal olandır) Kuran’a eksiklik, saçmalık ve çirkinlik atfedilmesine sebep olmaktadır. Halbuki zaten her sorunun cevabının Kuran’da olmadığının itiraf edilmesi, Kuran’ı gerçek anlam ve değerine kavuşturmakta ön şarttır.
Açıkçası bu tür cevapların Kuran’da olduğunu iddia eden kimse de cevabın Kuran’da olmadığını bilmektedir. Fakat dil, arzuya itaat eden bir araçtır. 600 sayfalık bir kitapta arzunuzu söyletebileceğiniz birkaç cümle bulmanız hiçbir zaman zor olmaz. Her türlü nakilciliğin temelinde de bu arzu yatmaktadır. Tarih boyunca nakilci olduğunu söyleyen ya da nakilden delil getirmeyi temele alan tüm ekollerin aynı nakillerden çok farklı ve hatta tam zıt manalar çıkarmalarının sebebi de budur. Şii-Sünni ayrılığı da böyle bir ayrılıktır örneğin. Mesele bir tarafın nakli doğru anlaması diğer tarafın yanlış anlaması değil. Nakilden birbirine zıt iki sözü de doğru olarak çıkarabiliyorsun. Bu, düşünebilen kimseye açıktır.
Arzunuzu konuşturmak istiyorsanız ilk kaçmanız gereken şey arzunuzdan tamamen bağımsız bir gerçekliği olan akıldır. Akıl son derece yorucu bir yetidir ve insan hevasının en nefret ettiği şeydir. Çünkü akıl ile heva arasında neredeyse hiçbir kesişim noktası yok. Hangi hususta olursa olsun aklı belirli bir müddet çalıştırmak kadar insanın hevasının nefesini kesen başka bir şey yok. Bu yüzden insanlar hevalarına nefes aldıracak bir şeylere teslim olmak isterler. Bu hakikatten kurtulma nimetinin (!) karşılığında ise günlerce uykusuz kalmak gibi ufak bedensel fedakarlıklarda bulunmaya razı olurlar. İşte Muaviye de zayıf insanların içindeki bu nakilcilik zaafını kullanmış, Hz. Ali ise akılcı yaklaşmalarını telkin ettiği bedevileri ikna edemediği için İslam tarihindeki en büyük fitneyi sonlandıramamıştır.
Arzu ve heva deyince akla genelde cinsellik, yeme-içme, mal-mülk gibi şeyler gelir. Fakat gerçekte bu hevanın yalnızca bir kısmıdır. Hasta ruhlu insanların mutluluk düşmanlığı, eğlence düşmanlığı, aşırıcılıkları, zorbalıkları, baskı tutkuları, çatık kaşları, aklın külfetinden ve hakikatin boğuculuğundan kurtulma arzusu da aynı şekilde hevadır ve hatta hevanın en güçlü kısmı burasıdır. Nakilcilik de hevanın güçlü kısmına hitap eden bir yaklaşım. İşte aklî ve ahlakî tekamülünü tamamlayamamış her canlıda olduğu gibi bu bedevilerde de böyle bir zaaf vardı ve Muaviye bunu iyi kullandı.
Muaviye hakemini tek sözle tayin etti. Hz. Ali’nin hakemini ise ordudaki bedeviler kabul etmediler ve Hz. Ali’yi tekrar zor duruma soktular. Bu yüzden Hz. Ali, ordunun da razı olacağı bir hakem tayin etti. Aslında Hz. Ali’nin artık kaybettiği belli. Fakat Muaviye ancak bu şekilde kazanabileceğini bildiğinden dolayı bu şekilde müzakerelere devam ediyor, yeniden savaşmıyor.
Başlangıçta Hz. Ali’ye müzakereyi kabul etmesi için baskı yapan bedevilerden büyük bir kısmı kısa süre sonra akıllarına “Allah’tan başka hüküm koyucu yoktur” (Yusuf/40) ayeti gelince müzakere için hakem tayininin Kuran’a aykırı olduğunu söyleyerek Hz. Ali’nin ordusundan ayrılıyor. Bunlar Hâricî mezhebinin kurucuları. İslam tarihindeki ilk somut mezhep ayrılığı budur. Bunlar aklî ve ahlakî tekamülleri tamamlanmamış, çok namaz kılan duygusal insanlar.
Hakemler müzakerelerden sonra Muaviye’nin de Hz. Ali’nin de halife olmamasına, yeni birinin halife seçilmesine karar veriyorlar. Hakemler ayrılıp ikisi de kendi tarafına gidince Hz. Ali’nin hakemi sonucu açıklıyor. Muaviye’nin hakemi ise Muaviye’yi halife ilan ediyor. Bunun üzerine Hz. Ali’nin hakemi, aldatıldığını söylese de işe yaramıyor. Hz. Ali’nin ordusundan bir grup daha bu müzakerelerde Kuran’dan başka bir hakem kabul ettiklerinden dolayı yanlışlıkla kafir olduklarını ve şimdi tövbe edip tekrar İslam’a girdiklerini söyleyerek Hz. Ali’nin ordusundan ayrılarak İlk Hâricîler’e katılıyorlar. Bu esnada bu taife, Hz. Ali’yi de bu küfründen dönmesi için uyarıyor.
Sonuçta Muaviye, Şam’da halifeliğini ilan ediyor. Böylece Hz. Ali’nin meşru hilafetinin yanında Muaviye’nin gayr-ı meşru hilafeti başlıyor.
Bundan sonra Hz. Ali, Hâricîler’le savaşıyor. Onları da birkaç büyük savaş sonucunda yenilgiye uğratıyor fakat tamamen bitiremiyor. Sonunda bir Hâricî’nin suikasti sonucu şehit ediliyor ve meşru hilafet Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hasan’a geçiyor. Hâricîler, gayr-ı meşru halife Muaviye’ye de suikast düzenliyorlar fakat Muaviye bu saldırıdan kurtuluyor.
Hâricîler bugüne kadar varlığını sürdüren bir mezheptir. Genel olarak görüşleri ve yaklaşımları Sünniler’in hadisçilerinde ve aşırıcılarında da bulunmakla beraber daha çok bugünkü DAEŞ, el-Kaide, Taliban, Boko Haram gibi terör örgütleri ile benzer karakterler taşımaktadır. Diğer yandan bugün Umman’ın resmi mezhebidir.
Hz. Hasan kısa bir süre hilafet görevini yaptıktan sonra düşmanlığın ve fitnenin başka türlü bitmeyeceğini düşündüğünden dolayı hilafeti bazı şartlar karşılığında Muaviye’ye bırakmayı teklif eder. Bu şartlardan bazıları; Kufe şehrinin gelirleri ehl-i beyte¹ verilecek, Muaviye’nin camilerinde Cuma hutbelerinde Hz. Ali’ye sövülmeyecek ve Muaviye, hilafeti saltanata dönüştürmeyecek. Muaviye bunları kabul etti fakat daha sonra son iki sözüne uymadı. Hz. Ali’nin adı yerine lakabını (Ebu Turab) kullanarak camilerde Hz. Ali’ye lanet ettirmeye devam etti. Bu lanet uygulaması yaklaşık yetmiş yıl kadar devam etti. Burası oldukça önemlidir zira Sünni hadis kaynaklarındaki ravilerin² namaz kıldığı camilerden bahsediyoruz.
Hz. Hasan, hilafeti Muaviye’ye bırakınca İslam dünyasında da birlik sağlanmış oldu fakat Hâricîler dışarıda bırakılacak olursa şehirlerde iki farklı din anlayışı hakim olmaya başladı. Birincisi Muaviye’nin sarayı çevresinde gelişen din anlayışı, ikincisi ise ehl-i beyt çevresinde gelişen din anlayışı. Bu çerçevede sarayın otoritesine tehlike arz etmemesi için ehl-i beyt takibe alındı.
Muaviye, otoritesini sağlamlaştırdıktan sonra Hz. Hasan’la yapmış oldukları anlaşmayı çiğneyerek oğlu Yezit’i varis tayin etti. Meşhur nakillere göre Yezit açıktan günah işleyen, din ve ahlak ile alakası olmayan aklı kıt biri. Bugünkü zengin ve üst düzey kimselerin şımarık ve cipli (jeep) çocukları gibi düşünülebilir. Bunu en iyi bilen kişi de şüphesiz Muaviye. Fakat hilafet gibi bir kurumu hem de mezkur anlaşmayı çiğnemek pahasına ona emanet ediyor. Bu hareketle artık İslam devleti sona ermiş, Emevi Saltanatı başlamıştır.
Muaviye, oğlu Yezit’i halife tayin edince halkta rahatsızlık başlıyor. Hz. Hüseyin de buna karşı çıkıyor. Fakat Muaviye, baskılarla bu sesleri kesiyor. Ehl-i beyt üzerindeki takibi daha da şiddetlendiriyor. Bu dönemde Muaviye sarayındaki ehl-i beyt düşmanlığı daha da şiddetleniyor. Yezit’in ehl-i beyt düşmanlığı ise çok daha ileri seviyedir. Muaviye ölüyor ve Yezit halife oluyor.
Bu esnada Yezit’e biat etmeyen Hz. Hüseyin, Mekke’ye gidiyor. Kendisine Kufe’den gelen biat mektupları neticesinde öncelikle bazı yakınlarını Kufe’ye gönderiyor. Onlar durumu yerinde tespit ettikten sonra Kufe halkının Hz. Hüseyin’in hilafetine biat etmek için hazır olduklarını bildiriyorlar. Bunun üzerine istişarelerden sonra Hz. Hüseyin, ehl-i beyt taraftarlarıyla beraber Kufe’ye yola çıkıyor.
Bu olanlardan Yezit’in çabuk haberi oluyor. Hz. Hüseyin yoldayken Yezit, Kufe valisini değiştirip ayaklanmanın kritik noktalarındaki kişileri öldürtüyor. Bazı ileri gelenleri ise muhtelif hilelerle ve parayla kendi safına çekiyor. Bu ileri gelen kimseler halkı ayaklanmadan vazgeçiriyor. Tüm bu gelişmelerden henüz yolda olan Hz. Hüseyin’in haberi yok. Ancak Kufe’ye yaklaşınca haberi oluyor ve yanındakilere isterlerse geri dönebileceklerini söylüyor. Fakat kendisi yola devam ediyor. Bazıları ayrılıp geri dönüyor. Aslında Hz. Hüseyin ve yanında kalan 100’ü geçmeyen bir avuç insan göz göre göre şehadete gittiklerini biliyorlar. Burada Hz. Hüseyin’in bir sözü oldukça etkileyicidir: “Eğer ben yola devam etmezsem bu ümmette bir daha hiç kimse haksızlığa karşı çıkmayacaktır.” Kendisinden sonra gelenlere bir “haksızlığa karşı çıkma geleneği” miras bırakmak için şehadetine yürüyor.
Kerbela bölgesine geldiklerinde Yezit’in emriyle gelen Emevi krallık birlikleri Hz. Hüseyin’in yanındakileri kılıçtan geçiriyor, Hz. Hüseyin’in ise başını gövdesinden ayırıp Yezit’e götürüyorlar. Bugün de Hz. Hüseyin’in başına daha sonra ne yapıldığı bilinmez fakat cesetler oracıkta bırakılıyor. Civar köylüler daha sonra bu cesetleri alıp defnediyorlar. Kerbela Hadisesi olarak bilinen bu olay hakkında oldukça geniş bir literatür vardır.
İşte üç yazıda anlattığım iki tarih anlatısı da bu tarihten sonra geriye dönük olarak ortaya çıkıyor. Aynı şekilde iki mezhebin itikadî temelleri de bu olaydan sonra atılıyor. Bu tarihten sonra bir taraf Yezit ve sarayı çevresinde İslam’ı yorumlarken diğer taraf ise başta Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynelabidin olmak üzere sağ kalan ehl-i beyt mensuplarının etrafında toplanarak İslam’ı yorumlamışlardır. Bunun için iki taraf da haklılıklarını ortaya koymak hususunda en önemli kaynağı şüphesiz tarih yazımında ve Hz. Peygamber’e isnat edilen hadislerin aktarımında bulmuşlardır. Sünnilik, Yezit ve sarayı çevresinde palazlanmışken Şiiler ise ehl-i beyt etrafında kümelenmişlerdir.
Yine de Sünnilik içinde daha sonraları Yezit karşıtlığı neredeyse icma edilen bir husus haline gelmiştir. Fakat burada dikkat edilmesi gereken husus şudur, Sünnilik bu aşamaya geldiğinde artık Sünnilik’teki tarih anlatısı ve hadis anlayışı çoktan kemikleşmişti. Yani Yezit’in saray dini üzerine kurulu bir tarih anlatısı ve hadis anlayışı kemikleştikten sonra Sünnilik Yezit’in haksız olduğunu itiraf ediyor. Çünkü her ne kadar inşa edilen yapay bir saray dini olsa da gerçek dine ait nakiller de yok edilememişti.
Yüz yıl boyunca iki taraf da hem var olan hadisleri ve tarihi araştırıyor, hem de var olmayanları kendilerine yarayacak şekilde uyduruyor. Hatta buna Hâricîler de eklenebilir. Yezit ve sarayı, kendi iktidarlarını meşrulaştırmak ve cahil sürüyü kolay yönetmek için hadis uydururken ehl-i beyt taraftarları ise Hz. Hüseyin’in şehit edilmesinden sonra yaşadıkları travmadan dolayı aşırıcı hadisler uyduruyorlardı.
Burada sorun hadislerin hepsinin veya büyük çoğunluğunun uydurulmuş olması değil. Gerçekten Hz. Peygamber’e ait olan hadislerin yok edilmesi imkansız. Asıl sorun, gerçek hadislerin içine uydurma hadislerin de dahil edilmesi. Bir litre suyun içine bir damla idrar karıştığında orada bir litre su elbette vardır fakat artık o idrarı o sudan ayırmadığın müddetçe o suyun tamamı necistir. Buradaki durum da böyle. Ortada her türlü hadis var fakat saray kendi hadislerinden başka hadis istemiyor.
Hz. Ali’nin halife olmasından bu yana ona karşı olarak gerçekleştirilen eylemlerin meşrulaştırılması için bazı nakillere ihtiyacı var sarayın. Bu, iktidarın meşrulaştırılmasının yegane yolu. Burada Muaviye’nin övülmesi ve sahabenin kutsanması kilit rol oynuyor. Çünkü ancak sahabe toptan kutsanırsa Muaviye’nin yaptıkları meşrulaştırılacak ve ancak Muaviye’nin yaptıkları meşrulaştırıldığı zaman Sünni inancını meşrulaştırmak mümkün olacak. Bu yüzden Sünniler’e göre sahabe dokunulmazdır ve bir hadis herhangi bir sahabiye ulaştığı anda herhangi bir değerlendirmeye tabi tutulmaksızın peygambere ulaşmış kabul edilir.
Aynı şekilde ehl-i beyt taraftarları da Muaviye’nin meşruluğuna saldırmak için ona üst düzey görevler veren önceki halifeleri de hedef tahtasına oturtma yolunu seçiyorlar. Bu çerçevede Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman hakkında çokça kötü rivayetler uyduruyorlar. Tahminimce ilk halifenin Hz. Ali olması gerektiği düşüncesi de buralardan doğuyor. Çünkü Muaviye’ye üst düzey görevler veren eski halifeler de kötülenecekse Hz. Ali’nin ilk halife olması gerektiği düşüncesi buraya tam da oturan bir düşünce. “Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır” hadisi bundan sonra farklı bir okumaya tabi tutularak Şii imamet düşüncesi geliştiriliyor.
Bu hususta Şiiler’in işi daha kolay. Çünkü onlara göre senet 12 masum imamdan herhangi birine ulaştığı anda peygambere ulaşmış sayılır. Aktarılan hadislerin 12 imama teması için araya başka ravi eklemeye bile gerek kalmıyor çünkü bu hadisler söylenirken imamlar da hayattalar. Doğrudan imamlardan hadis nakledebiliyorlar. İmamların masum olduğuna inandıklarından dolayı onlardan gelen herhangi bir hadisi herhangi bir değerlendirmeye tabi tutmadan doğrudan kabul ediyorlar. Bu yüzden Şiiler arasında hadisler konusunda ciddi ihtilaflar olmamıştır. Makbul hadisler ve uygulamalar bellidir. Sistem oldukça berrak fakat her şey 12 imam görüşünün doğruluğuna dayanıyor. Bu yüzden Şiiler’e İmamiye de denir.
Sarayda ise uydurma hadisleri ayıklama faaliyeti, uydurma hadisleri ayıklamak için yapılmıyor. Bunu gerçekten samimi olarak yapanlar da var fakat bu çabalar sarayın gücü ve etkisini aşamaz elbette. Saray tehlike gördüğü yerde "Niçin Muaviye hakkında övücü hadisler nakletmedin?” diye hesap bile soruyor. Bu yüzden sarayın, hadislerin senetlerini³ kontrol etmesi lazım. Çünkü gerçek hadisleri yok edemez. O halde hangi şartlarda hadislerin makbul olacağını yani makbul hadis standartlarını dayatmayı başarabilirse dilediği gibi bir din inşa edebilecektir Emevi sarayı.
Yaklaşık elli yıl kadar sonra Emevi sarayında isnat sistemi⁴ nakilci alimler tarafından zorunlu hale getiriliyor. İlk bakışta iyi bir şey gibi dursa da asıl maksat hadis tekelciliğidir. Hadisleri tekeline almak isteyen birileri var ve hadis standartlarını kendi istekleri doğrultusunda belirleyebilirlerse bunu başaracaklar. Bunu başarırlarsa din onların olacak ve düşmanlarını kolayca bertaraf edecek, tebalarını kolayca yönetecekler.
Bu çerçevede iyi ravilerin ve kötü ravilerin kimler olduğu da sarayın ihtiyaçları çerçevesinde belirleniyor. Raviler hakkında duygusal kıssalar anlatılıyor ve henüz aklî tekamülünü tamamlamamış insanların bu raviler hakkında kötü düşünmelerinin önüne geçiliyor. Uydurulan hadisler de buna göre uyduruluyor. İyi olarak seçilen raviler dışında başka ravilerin kabul edilmeyeceği dikte ediliyor. Böylece gerçek hadislerin saray için tehlikeli bir kısmından kurtulmaları da mümkün oluyor. Çünkü bunlar ya isnatsız ya da sarayın makbul ravi listesi tarafından rivayet edilmemiş.
Örneğin daha sonraki yıllarda Ebu Hanife gibi aklı başında ne kadar alim varsa bu isnat sisteminde genellikle kötü ravi olarak görülür. Bunun sonucunda onlardan nakledilen hadisler zayıf kabul edilmiştir. Bu yanlışlıkla bir kötü görme değildir, organize bir şeydir. Aynı şekilde saray ulemasından olan Zühri, güvenilir ravi olarak görülür. Üstelik öğrencileri onun hakkında para karşılığı saray için hadis uydurur diyerek ağır ithamlarda bulunmuşlardır. Sarayın gücü bu itirafları bastırmış ve ehl-i hadis çevresinde bir hadis tekelciliği başarılmıştır. Bunun başarılması ise her şeyin başarılmış olması anlamına gelmektedir.
Buraya kadar anlattıklarım, tarih anlatısı ve onun analiziydi. Fakat tarih ancak anlatıdan ve analizden ibaret değildir. Şüphesiz gerçekler de önemlidir. Bir sonraki yazıda tüm bu zikredilenler ışığında gerçeğin ne olduğuna ışık tutmaya çalışacağım.
¹ Hz. Peygamber’in soyu, Ali, çocukları ve onların devamı.
² Hadisleri kulaktan kulağa nakleden kimseler.
³ Hadisleri aktaran kişilerin bulunduğu silsile. Ben Ahmet’ten duydum, o da Mehmet’ten duymuş, Mehmet de Mahmut’tan duymuş şeklinde Hz. Peygamber’e kadar ulaştırılan silsileye hadisin senedi denir.
⁴ Hadisi aktaran kişinin o hadisi kimlerden duyarak peygambere dayandırdığını zikretme sistemi.
Güzel yazı. Allah razı olsun.