Küresel salgın sebebiyle insanların evlerinde kalma mecburiyeti, ekonomide ortaya çıkan daralma, farklı ihtiyaçların ortaya çıkması derken, normal olmayan zamanları yaşadığımız muhakkak. Tabii normal olanın ne olduğu da ayrı bir mesele ki bunun üzerine de sürekli konuşuluyor. Konuşuluyor konuşulmasına ama ortaya konan argümanların bir kısmı herhangi bir kahvehanede konuşulandan farksız değil. Farklı olup olmamasının ise temelde bir önemi yok aslında. Yeter ki bu sözler “hakikatin ta kendisi” olarak sunulmasın.
Geçenlerde seyrettiğim kısa bir videoda, yine “cep telefonu” üzerinden bir “tüketim çılgınlığı” açıklaması yapılıyor ve insanların aslında bütün dünyada pek çok sektörü ve ülkeyi etkileyen krizden etkilenmediği, “yeterince tüketememe” korkusu ile bir panik içerisine girdikleri ileri sürülüyordu. Bir de bu örneğe “pantolon” ve “ayakkabı” ile destek veriliyordu. Uzun süredir yazamayan bir insan olarak beni yeniden yazmaya iten de bu “peşin” konuşma üslubu oldu.
Peki, gerçekten insanlar “yeterince tüketememe” korkusu ile bir tür “alışveriş çılgınlığı” mı yaşıyor? Bu sorunun kesin bir cevabı olmadığını hepimiz biliyoruz. Bu, baktığımız yerden neyi gördüğümüz, neyi büyütmek ve neyi geri plana çekmek istediğimiz ile alakalı. Hep başvurulan ana örnek olduğu için ben de ilk olarak cep telefonu üzerinden bir değerlendirme yapacağım. Beş yıldır aynı cep telefonunu kullanan bir kişi olarak, cep telefonunun temel bir refah göstergesi olduğunu düşünmüyorum. Cep telefonumun hafızası bazı uygulamaları silmeden diğerlerini yüklemeye izin vermeyecek kadar az olsa da öncelik sıralaması yaptığımda yeni bir cep telefonu alt sıralarda kalıyor. Yani, bu şahsi bir tercih. Öte yandan herhangi bir kişinin belirli / belirsiz aralıklarla cep telefonu değiştirmesi, modelini yükseltmesi, kamerası daha iyi, bataryası daha güçlü, işlemcisi daha hızlı olanı alması da böyle. Yine o da şahsi bir tercih. Burada asıl belirleyici olan şey de bu “tercih” meselesi olmalı. Ben, imkânım olduğu halde bir cep telefonunu almayı veya almamayı tercih edebiliyor muyum? Yoksa bu durumu belirleyen şey tamamen “piyasa şartları” mı? Başka bir deyişle, ben bir tercihte mi bulunuyorum yoksa bir zarureti tecrübe etmek mecburiyetinde mi kalıyorum? Üstelik bir de içinde bulunduğum zaruret hali dolayısı ile tahkir ve tenkit mi ediliyorum?
Bu, söz konusu pantolon da olsa, ayakkabı da olsa, ev de olsa değişmiyor. “Kişi alışkanlıklarının esiridir” dense, bunun üzerinden daha farklı bir tartışma yürütülebilirdi ama hayır, böyle bir şey de söylenmiyor. “O kadarı da yeterli” cümlesi bu tartışmayı başlamadan bitiriyor. Ki, böyle bir tartışma dahi olsa, insanların belirli bir refah düzeyine alışmasının da kötü bir yanı yok. Bu, bir anda ulaşılan bir şey olmadığı gibi, savunulmaya çalışılan sistem / düşünce her neyse onun da arzuladığı ve sunmak istediği şey bu olmalı. Parası olduğu için bohem bir hayat yaşamayı seçen ile parası olmadığı için belirli şeylere ulaşamayan insanı bir tutmak, ikincisine kötülüktür. Bu, o insana “sen elindekinden fazlasını isteme hakkına sahip değilsin” demektir ki bunun adil veya ideal olduğunu savunan cümleler de bu sebeple yanlıştır. Herhangi bir kişi, bir lokma ve bir hırka ile yaşamayı “tercih” edebilir fakat herkesin böyle yaşaması gerektiğini ileri sürmesi ve bu çizgide olmayanları “açgözlü” olarak nitelemesi hakikatin bağrına hançer saplamaktır.
Üstelik, bu konuda Avrupa ile ülkemizi kıyaslamak ise tam olarak kör atıcılıktır. Ülkemizde özellikle “temkin” unsuru birinci sıradadır. Geçmişte yaşanan krizlerin bıraktığı etkiler, sadece bizden büyükleri değil, 90’ların ortasında çocuk olan bizleri de aynı temkine mahkûm kılmıştır. Bu sebeple, bizim kuşaktan pek fazla girişimci çıkmaz. “Macera arayışı” temel özelliğimiz değildir. Oysa bu demek değildir ki doğru olan bizim yaptığımız gibi “bir evimiz, bir arabamız olsun” mantığı ile hareket etmektir. Bunu ısrarla vurgularsak, tek hakikat budur dersek, biz de aynı yanlışa düşmüşüz demektir. Her yaşın kendi güzelliği olduğu gibi her zamanın da kendine has bir özelliği var. Bunu inkâr ederek, insanları geçmişte yaşamaya mahkûm etme arzusu gerçekçi değildir. Atla gidilebilen yollarımız, at bakacak ahırlarımız, at kokusu ile yaşayabilecek sosyal mesafemiz artık yok. Tuşlu telefonlarımız kullanımdan kalktı. Akıllı telefonlarımızın çekim güçleri ve çalışma hızları zamanla azalacak şekilde tasarlanmış. Kullanmayı bıraksak bile çalışan insanlar için bu artık bir “zaruret” haline gelmiş durumda. Yine pek çok alanda benzer gelişmeler yaşanıyor. Zaman ve zemin belirli bir yöne doğru kıvrılıyor ve akıyor. İnsanlar, bu düzlemde kalmaya ve hayatlarını “idame ettirmeye” çabalıyor. İdeal olana ulaşma hedeflerinden vazgeçmiş ve mevcudu korumayı kar sayan milyonların, hatta milyarların olduğu dünyada sunulan çözüm önerisi: Atların dünyasında siz de eşeğe binin.
Olur-du ama siz ona da kulp takarsınız! O yüzden en iyisi, yolda kalmak.
Kendi yolumuzda.
Kulaklarımızı tıkamak mümkün değilse de içimizden kendi türkümüzü söyleyerek.
Veysel Çıtlak