“ben atlara ve uzaklara hayrandım…”
Hakkındaki tartışmalar net bir sonuca varmasa da İsmet Özel’in şiirlerini okuduğum, bunlardan bazı kelimelerin veya dizelerin zihnimde bazı dalgalanmalara sebep olmasına izin verdiğim vakidir. İşte yukarıya aldığım kısım da bu anların birinde aklıma geldi ve beni bu yazıyı yazmaya yöneltti. Uzun sayılabilecek bir süre yazı yazamamanın verdiği sıkıntı, buhran veya adını her ne derseniz deyin, o yoğun duygu beni o denli sarmıştı ki, bir çıkış noktası arıyordum. Ve o çıkış, yukarıdaki satır ile gerçekleşti.
Bu satırı yazının giriş cümlesi yapma sebebim, bugün Türk birliğine olan romantik yönelimin temelinde burada bahsedilen “atlar” ve “uzaklık” kelimelerinin etkili olduğu düşünüyor oluşum. Özellikle bir fotoğraf karesinin içerisine konulan çadır, bozkır ve atları üzerinde dolaşan insanlar, pek çok kişinin aklında “Şimdi orada olmak vardı, gerçek hayat bu” düşüncesini oluşturuyor. Haksız da değiller. Neticede fotoğraflar, bize hissetmek veya hatırlamak istediğimiz anları sunan birer araç, bütünün içinden bir kesit. Peki ya fotoğrafın diğer kısmı? Yani çadırın günlük işleri, hayvanların bakımı, iaşe temini, ani hava şartlarına karşı dayanıklılık, barınma ve korunma vb. gibi kısımlar. Bu kısımlar hakkında ne kadar düşünüyoruz ve gerçekte olmak istediğimizi düşündüğümüz o yere ne kadar aitiz?
Örnek vermek gerekirse nalbantın veya seyisin olmadığı bir yerde, o hayran olduğumuz atlara bakabilecek, tımarlarını yapabilecek, tırnaklarını kesip, nal çakabilecek miyiz? Peki ya uzun yollar gittiğimizde ve her gün bindiğimizde o üstümüze sinecek olan ve bazen günlerce çıkmayacak olan at kokusu? Evet, hepimiz uzaklara ve atlara hayranız. Zaten bu romantik yanımız olmasa, Türk birliği hayali kurmamız, Asya steplerine karşı bir yakınlık hissetmemiz, “Bir Uygur çadırında Aprınçur Tigin ile” konuşmamız mümkün olmazdı. Romantizmden beslenmeyen bir realite, aşk, savaş ve hissiyatı birleştiremeyen bir ülkü de bizi bu dendi saramazdı. Bunların hepsi doğru… Gelelim çerçevedeki diğer fotoğrafa. Bu fotoğrafta ise günümüzün atları diyebileceğimiz arabalar, çadırları sayabileceğimiz evler ve uzakları sayabileceğimiz yurtdışı görüntüleri var. Ve görünen o ki bu kısım üzerindeki yoğunlaşma, düşünce pratiği ve geleceğe yönelik hayaller / hayal kırıklıkları da ilk kısımdaki kadar yoğun ve belirgin. At ile lişkimizin romantikliği yanında araba ile olan zaruri birlikteliğimiz bizi daha fazla yönlendiriyor. Yahut bir ev sahibi olma konusunda üzerimizde hissettiğimiz şahsi / toplumsal baskı veya daha farklı bir ifadeyle motivasyon da aynı etkiyi yaratıyor. Uzaklara gitmek, önceleri romantik bir Asya rüyası, yurtta birkaç gece, at üstünde gezinti, temiz hava, bol oksijen iken bugün yurtdışında bir ülkeye gitmek, burada kalmak ve burada hayat kurmak şekline dönüşmüş gibi. Son zamanlarda karşılaştığım, okuduğum ama pek dâhil olmadığım tartışmalar bu anlamda bir istek dalgasının da gittikçe yükseldiğini gösteriyor. Bu dalga suni mi, tepkisel mi işte orası da ayrı bir tartışma konusu ve bu tartışmayı bir dönemin “Ülkücüler aksiyoner mi, reaksiyoner mi?” tartışmasından ayrı düşünemiyorum. Yani bu atlara ve uzaklara, arabalara veya yurtdışına olan eğilim bir kaçış hamlesi olarak reaksiyoner bir eylem mi yoksa bu tarzda bir çıkışın asli meselelerin çözümüne hizmet edeceğine olan inançla girişilmiş aksiyoner bir eylem mi? Öncelikle bu konunun netleşmesi gerektiği kanaatindeyim. Çünkü sebep her ne olursa olsun, pek çoğumuzun aklında dalgalanan farklı düşünceler, anlık olayların etkisi ile harekete geçebiliyor ve bir yere yönelemediğinde, yine dönüp ana kaynağı vuruyor. İşte bu döngü bizi etkiledikçe, ruhumuzda bir bunalım hâsıl oldukça uzaklara ve atlara hayranlık da artıyor. Bu yüzden, uzaklara ve atlara neden hayran olduğumuz bütün meseleyi belirliyor.
Soru şu: Kaçıyor muyuz yoksa koşuyor muyuz?
Veysel Çıtlak