Scarface, belki de “Amerikan Rüyası” kavramını en iyi işleyen filmlerden birisi. “Bir Zamanlar Amerika’da” ve “New York Çeteleri” filmleri de benzer hikâyeler sunsa da özellikle “Tony Montana” rolü ile karşımıza çıkan Al Pacino’nun belleklere yer eden sözleri, giyimi, konuşma tarzı bu filmin çok daha gündemde kalmasına, posterlerinin pek çok iş yerini veya evi süslemesine sebep olmuştur. Bu sebeple filmi “Tony Montana” ekseninden incelemek çok da hatalı bir yaklaşım olmasa gerek. Elbette bir film eleştirmeni olmayan bu satırların yazarı, bunu kendi penceresinden yapmaya çaba gösterecek.
Film, 1980 yılında Castro’nun Küba’daki Mariel Limanı’nı açarak Amerika’daki akrabalarının yanına gitmek isteyen Kübalılara izin verdiğini anlatarak başlar. 72 saat içinde bu limana gelen 3000 kadar tekne, buradaki insanları alacak ve geri dönecektir. Bu sayı 100 bin olarak tahmin edilmektedir fakat bir sürpriz vardır. Castro, 25.000 kadar sabıkalının da (bu İngilizce metinde ‘hapishanelerindeki süprüntülerin’ şeklinde geçmektedir) bu teknelere alınması konusunda tekne sahiplerine baskı yapar. Neticede Florida’da teknelerden inenlerin sayısı 125.000 kişidir ve bunların 25.000 kadarı mahkûmdur. Castro bu mahkûmlar için “...onların devrimimizin ruhunu anlamaya niyetleri yok. Onları bu ülkede istemiyoruz” demektedir. Tony ve Manny (Steven Bauer) de “onların” arasındadır.
Tony ve Manny eskiden orduda bulunmuşlar ve sonrasında hayatlarına sokaklarda devam etmişlerdir. Tony, daha Amerika’ya inmeden hikâyesini oluşturur. Amerikalıları yetkilileri henüz sınır kapısında ikna etmenin orada kalıcı olmak için gerekli olduğu bilincindedir. Bu sebeple hiç hapse girmediğini, adi bir suça karışmadığını, kendisinin “siyasi mülteci” olduğunu söyler. Bu boşuna değildir. Florida’da karaya çıktığında Tony’ye yöneltilen sorular da zaten beklenen insan profili hakkında ipuçları vermektedir. Yetkililer Tony’ye hapse girip girmediği, akıl hastanesinde yatıp yatmadığı, eşcinsel olup olmadığı ile ilgili sorular sorar. Muhtemelen bunu herkese sormaktadırlar ve amaçları gelen insanların sorunlu olup olmadıklarını tespit etmek ve sorunlu olanlarla ilgili gerekli gördükleri önlemleri alabilmektir. Limandaki yetkililerden bazılarının bu “Kübalı akını” konusunda endişeli olduğu bellidir. Tony üzerinden bir Carter eleştirisi dahi yapılır. Öte yandan Tony senaryosundan kesinlikle taviz vermez ve bu senaryoyu sadece o an değil, bundan sonraki her aşamada aynı şekilde korur. Öyle ki, yıllar sonra annesinin yanında gittiğinde, annesinin kendisine hakaretlerine rağmen ona da benzer şeyler söyler. Hâlihazırda yapmak olduğu işi “Castro karşıtı bir grupla birlikte çalışıyorum. Artık yönetici oldum, bir sürü siyasi yardım alıyorum” şeklinde ifade eder. Yine, daha sonra yollarının kesiştiği Elvira’nın (Michelle Pfeiffer), “Sen de şu Kübalı suçlulardan değil misin?” sorusuna öfkelenir ve ona “Ne saçmalıyorsun sen böyle? Ben burada siyasi mülteciyim. Diline hâkim ol. Saçma sapan konuşma” diyerek tepki gösterir. Tony, “ayaktakımından biri” veya “bir adi mahkûm” değil, siyasi mahkûmdur. Bu konudaki fikri sabit ve tavrı nettir. Bunu desteklemek için komünistler / komünizm hakkındaki simgesel eleştirisini de Liman’da, yetkililere karşı yapar. Tony’ye göre komünist rejim insanlara ne yapacaklarını, ne düşüneceklerini, ne hissedeceklerini söyler. Bu sistemde insanlar koyundur ona göre. Günde sekiz, on saat çalışmaktan, hiçbir şeye sahip olamamaktan, köşede her an insanı takip eden bir muhbir olduğundan, her gün ahtapot yemek zorunda kaldığından şikâyet eder. Öyle ki “kulaklarından ahtapot çıkmaktadır”. Ayağında da “lanet olası Rus ayakkabıları” vardır. Tony siyasi bir mahkum olarak, “Jimmy Carter’ın da bahsettiği gibi, ‘lanet olası’ insan haklarını” istemektedir. Görevlilere göre ise ‘Castro onları ABD’ye kakalamaktadır’.
Tabii ki Tony sadece kendisine bir senaryo hazırlamakla kalmamış, Manny’nin de senaryosunu hazırlamış, ona sanatoryumda yattığını ve verem hastası olduğunu söylemesini tembihlemiştir. Oysa anlarız ki Manny konuşmasında Sanatoryum (Sanitarium) yerine Sıhhıye (Sanitary) der ve senaryo çöker. Bunda Manny’nin İngilizce bilmediği / iyi bilmediği sonucu çıkar ki Tony’de tam tersine bir durum vardır. Küba’da İspanyolca konuşulmasına rağmen yetkililer tarafından kendine sorulan sorulara İngilizce, “uygun gördüğü” cevaplar verir. Yetkililerin “İngilizce konuşmayı nerede öğrendin?” sorusunu ise “Bir okulda” diye cevaplar. Tony, tam bir “Amerikalı” olduğunu kanıtlamakta ısrarcıdır. Açıklamasında babasının Birleşik Devletler’den ve bir Yanki olduğunu söyler. Babasının onu pek çok filme götürdüğünden ve oralarda öğrendiğinden bahseder. Humphrey Bogart ve James Cagney gibi isimleri izlemiş ve konuşmayı Tony’ye onlar öğretmiştir. Her iki ismin de özellikle ganster filmlerinde oynadıkları ve konuşmalarının da buna göre olduğunu düşünürsek, Tony’nin konuşmalarındaki tavrın bu filmlerden ve bu filmlerin yansıttığı algıdan etkilendiği bir gerçektir. Tony için Amerika Yankiler, Humphrey Bogart ve James Cagney ve bunların tavır ve davranışlarıdır.
Tony’nin limanda başlayan hikayesi, daha sonra bir çadırda, Castro’nun eski yakın adamlarından Rebenga’yı öldürmeleri (Rebenga üzerinden de Castro rejimin kuşkuculuğu ve artık işine yaramayan isimleri sefil bir hayat sürmekten imtina etmediği işlenir) üzerine “elde ettikleri” Greencard ile izbe denebilecek bir lokantada devam eder. Sonrasında aldıkları iş ve devamında açılan başka “kapılar” neticesinde ise yükselirler. Bunda Tony’nin hırsı ciddi rol oynar. Tony, Amerikan rüyasını yaşamak ve bunun için bedel ödemek konusunda kararlıdır. Bunu film boyunca farklı şekillerde gösterir. Greencard uğruna Rebenga’yı oyabileceğini söylemesi, ilk işlerinde tuzağa düşürüldüklerinde, arkadaşının elektrikli testere ile doğranmasına karşılık paranın yerini söylememesi, bu hırsın yansımalarından birkaçıdır. Bu hırsın sınırları başta bellidir ama zamanla kaybolur. Sonuçta onu yükselten hırs, aynı zamanda düşüşün ve yok oluşunun da müsebbibi olur.
Filmde “kadın” konusu da iki aşamada işlenmektedir. Manny bu konuda oldukça isteklidir ve kadınları tavlama konusunda da “oldukça başarılı” olduğunu düşünmektedir. Tony ise tamamen zıttı bir karakterdir. Patronu Frank Lopez’in evinde gördüğü andan itibaren, istediği ve uğruna savaşmak istediği tek kadın Elvira’dır. Tony’ye göre para gücü ve güç de kadını getirir. Manny zamanla değişir ve nihayetinde Tony’nin kız kardeşi Gina (Mary Elizabeth Mastrantonia) ile evlenir, her ne kadar bu sonu olacak olsa da.
“Sex, drugs, alcohol” olarak tanımlayabileceğimiz üçlü film boyunca işlenir aslında. Özellikle “drugs and alcohol” kısmı Tony’nin hayatına o kadar hâkim olur ki adeta bu Amerikan Rüyası için ödenen bedeli temsil eder. Öyle ki filmin sonlarına doğru Elvira ve Tony arasında yaşanan tartışma esnasında Elvira’nın “Kazanamadık, kaybettik” diyerek ifade ettiği de budur. Aslında bu sahne, tam olarak Tony’nin değişiminin ulaştığı noktayı göstermesi açısından, filmin en önemli sahnelerinden biridir.
Scarface, paranın güç için bir araç olduğunu ama gücü kontrol etmenin asıl mesele olduğunu gözler önüne serer. Tony, paraya daha fazla hükmettikçe hataları da aynı oranda artmış hatta en yakınındaki insan olan Manny’ye dahi güvenmez hale gelmiştir. Oysa Tony için Amerika daima bir “fırsatlar ülkesidir”. Bu konuda cinayet işlemekten, uyuşturucu satmaktan hatta polis öldürmekten imtina etmez. Elbette buradaki polis “kirlidir” ve yarattığı algı “su testisi su yolunda kırıldı” şeklinde olur. Bu şekilde de hem kirli polislerin varlığı ile sistem eleştirisi yapılır hem de sonunda “hak ettiğini” bulması ile de bir tür rahatlama hissi verilir. Elbette Amerikan Rüyası bu karanlık ilişkiler ağıyla da bilinmektedir. Tony de bunun farkındadır. Haberleri izlerken “uyuşturucunun yasallaştırılması” konusundaki çıkışı ve Elvira ile tartıştıktan sonra restoranı terk ederkenki konuşması ile Amerikan toplumun aynı zamanda ikiyüzlü olduğunu da ileri sürer. “Ne bakıyorsunuz? Siz hepiniz dallamasınız. Niye biliyor musunuz? İstediklerinizi yapacak yürek yok sizde. Benim gibi adamlara muhtaçsınız. Benim gibi adamlara muhtaçsınız, böylece parmakla gösterip... "işte, kötü adam o" diyebiliyorsunuz. Peki ama... Bu size ne kazandırıyor? Siz iyi misiniz? İyi falan değilsiniz. Sadece saklanmayı, yalan söylemeyi iyi biliyorsunuz. Benim öyle bir derdim yok. Ben hep doğruyu söylerim. Yalan söylerken bile” diyerek adeta eleştirdiği siyasetçilere, bankacılara, avukatlara, hatta eski iş ortaklarına karşı konuşmaktadır. Filmde kapitalizmi de yer yer eleştirir ama hapishaneye girmemek için gerekirse mahkemeye rüşvet verilmesini istemesiyle de bu sistemin “kullanılabilir” olduğunu gösterir. Yani kapitalizm salt kötüdür ama bu kötülüğü kullananlar için faydalıdır. Tony’nın davranışları bunu gösterir.
Filmin son bölümünde Tony’nin iş ortaklarına “bir kadının ve bir çocuğun ölmesini ahlaki bulmaması” sebebiyle “kazık atması” neticesinde ipi çekilir fakat bu aynı zamanda seyircinin gözünde Tony’yi bir suç makinesinden, insani özellikleri de olan zayıf bir adam şekline dönüştürür.
Ne kadar uzun yazarsam yazayım, tam olarak anlatamadığım duygusu ile yazıyı burada bitireceğim fakat Tony’nin gökyüzünde, üstünde “World is yours” yazan Pan-Am zeplinini görmesi ve devamında evine üstünde “World is yours” yazan bir yerküre yaptırması da önemli bir simgedir. Bu slogan “Dünya sizindir” şeklinde, müşteri odaklı bir slogan olarak algılanabileceği gibi, Tony’nin gözünden bakılırsa “Dünya senindir” şeklinde de okunabilmektedir. Neticede Tony de bunu kendi istediği şekilde okumuş ve belki de doğru okuyamayışı sebebiyle çevresindeki herkesi yok ederek, kendisini de bitirmiştir.
Elvira’nın da dediği gibi: “Aşırılığın sonu yoktur”
Veysel Çıtlak