Son zamanlarda, “Türk Milliyetçiliğinin şehirli veya kırsal ilerlemesi, ileri gidiş ve çıkış yolunun nasıl olacağı, hangisinin tercih edilebilir olduğu” gibi pek çok yöne sahip bulunan bir tartışmaya ben de kıyısından köşesinden müdahil olacağım. Evvela, bu tarz bir tartışmayı Türk Milliyetçiliği açısından kendini arayışının bir emaresi olarak görüyor ve önemsiyorum. Ben ise meseleye şümullü bir şekilde değil de daha parçalı ve bazı soruları uyandıracak, meselenin bazı farklı boyutlarına dikkat çekecek bir şekilde yaklaşmak fikrindeyim. Öncelikle bazı kavramların tam olarak yerleşmiş, aynı şekilde yorumlanmış veya yorumlanma eğilimi içerisine girilmiş olup olmadığını önemli görüyorum. Köylü, kentli, yarı kentli-yarı köylü gibi kavramlar nelerdir, hangisi nerede başlar, birinin kapsama alanı diğerine ne kadar dahil olur, mevcut açıklamalar ile Türkiye’nin hızlı göç dalgası resmi içindeki durumu birbirini tutar mı gibi pek çok soru önemlidir. Bu soruların sorulduğunu, bunlara bazı kısa veya uzun, siyasi veya sosyolojik farklı yorumlar getirildiğini elbette biliyorum. Bu konuda bazı soruları sormadan veya cevaplar aramadan önce “kavramlar” ile ilgili bir anımı anlatmak istiyorum. Üniversite yıllarımda, genel olarak burs / kredi ile geçinen arkadaşlar ile bir devlet yurdunda kalıyorduk. Haliyle, her türlü harcama önem arz ediyordu ve bu noktada tasarruf içinde olmaya gayret gösteriyorduk. Anlatacağım olay da yine bir gece vakti, yurt odamızda vuku buldu. Bir arkadaşımız, kantinden aldığı bir adet çikolatalı pudingle (karton kutulu ambalajda, hazır) odaya girdi, dolabından tatlı kaşığını çıkardı, pudingini açtı, tam yiyecekti ki karşı ranzada oturan arkadaş, pudingi ona “satması” için bir teklifte bulundu. Teklif, pudinge karşılık iki elma ve bir muzdu. Bir nevi takas sistemi. Teklif karşı taraftan kabul gördü; anlaşma sağlanmıştı. Biz de o sırada odada en dikkat çekici olay bu olduğu için ikisini izliyorduk. Puding el değiştirdikten sonra, diğer arkadaş da dolaptan muz ve elmaları çıkardı. Lakin gördüğümüz manzara bizi kahkahalara boğarken, takas olayında pudingi teslim eden arkadaşı bir hayli sinirlendirmişti. Çünkü elmalar birer bilardo topu büyüklüğünde, muz ise normal bir insan parmağı boyutlarındaydı. Pudingi teslim eden arkadaş bunun üzerine anlaşmayı iptal edip pudingini geri almak istedi ama biz anlaşmanın yapıldığını, bozulamayacağını belirttik. Neticede bir taraf için amaç hâsıl olurken, diğeri umduğundan daha azıyla yetinmek zorunda kaldı. Bu hikâyeden elbette pek çok sonuç çıkarılabilir ama benim asıl dikkat çekmek istediğim nokta, bu takasta “bir muz ve iki elma” karşılığı elindeki pudingi vermeyi kabul eden arkadaşın düşüncesidir. Muhtemelen sonucu görene kadar elmaları manav reyonlarında gördüğü parlak ve büyük elmalardan, muzu da ithal gelenlerden zannetmekteydi. (Biz de aslında benzer şekilde düşünüyorduk). Bu yüzden, algısı onu bu karlı alışverişe yöneltmişti ama neticede gördüğü manzara “kesin sınırları ve hatları belirlenmemiş, tamamen tanımlanmamış” şeylerin zihnimizdeki algısı ile gerçekte karşımıza çıkanın farklı olabileceğiydi. Bunun örneklerinden biri de “bir kilo pamuk mu ağırdır, bir kilo demir mi?” sorusunda kısmen görülebilir. Burada pamuk ve demire bir ağırlık birimi ile belirli bir sınır çizilmiş, insanların düşünürken bu çerçeve içinde düşünmesi amaçlanmıştır. Peki ya aynı soruyu, “bir çuval demir mi daha ağırdır, bir çuval pamuk mu?” şeklinde sorarsak ne olur? Büyük ihtimalle bu noktada tecrübelerimiz, ön öğrenmelerimiz, farklı yorumlarımız devreye girecektir. Pamuklar düzensiz mi konuldu yoksa iyice sıkıştırıldı mı, demir rastgele mi konuldu yoksa iyice dizildi mi? Çuvalların boyutları aynı mı? Pamuklar ıslak mı kuru mu? Bu soruları artırmamız ve aldığımız her cevabın bizi yeni bir soruya yöneltmesi mümkün. Yani temel kavramlar her ne kadar temel bir konuyu anlatıyor ve belirli bir çerçeve çiziyor olsa da, zihnin sınırları başta olmak üzere, aile, çevre, yaşam şartları, dahil olunan sosyal yapılar, okunan kitaplar, dinlenilen insanlar, birlikte vakit geçirilen arkadaşlar vb. gibi pek çok unsur insanların bu kavramlara bakış açılarını etkileyecektir. Burada uzunca anlatmayacağım bir hikâyede, şehirde çalışan bir dervişin dağda çobanlık yapan dervişe “dağda dervişlik kolay” demesi de bu cümledendir. Herkes, kendisinin diğerine göre daha zor bir denklemde mücadele ettiğini düşünebilirken, her ikisinin de haklı olma ihtimali yok mudur? Bu ikisinin birbiri ile temas ettiği alanları düşünürsek hayatın içinde olan her yapıyı bu gruba dahil edebiliriz. Siyasi partileri, siyaset amacı güttükleri ve pek çok farklı etkeni de dikkate aldıkları için, bu grubun dışında tutuyorum. Bu alanlarda karşılaşan fikirlerin birbirleri ile iletişime geçmesi neticesinde, ikisinden bazı özelliklerini içeren, gelişmeye meyilli, zamanla çizgileri netleşecek bir durumun ortaya çıkması mümkün değil midir? Burada bahsettiğim yeni ve hibrit bir Türk Milliyetçiliği değil, var olanların birbirleri ile oturup konuşmasıdır. Türk Milliyetçilerinin bunu başarmaması için ise önlerindeki tek engel “konuşamamaları ve buluşamamaları” olacaktır. Maalesef geçmişte yapılan bazı temel hatalar 1,5 kayıp kuşak oluşturmuş ve belki de şu andan daha ileride bulunabilme fırsatı Türk Milliyetçilerinin elinden kaçmıştır. Ciddi bir genç kitlenin fikren arayış içerisinde olduğu bu dönemde yapılacak yeni hatalar, trenin son kompartımanının da gözümüzün önünden geçip gitmesine sebep olacaktır. Şehirlerin, mahallelerin, semtlerin dönüşmesi gibi fikirlerin de dönüşmesi, bulundukları yerden daha yüksek ve hayal ettikleri, arzuladıkları, hak ettikleri konuma çıkması da zaman alacaktır. Özellikle çok fazla hizbin ve bazı marazi hastalıkların sirayet ettiği Türk Milliyetçiliği de bundan azade değildir. Bir kısım yıkılırken bir kısım direnecek, bir kısım kendi arasında anlaşacak, bir kısım ise ilk ikisi arasındaki mücadelenin sonucunu bekleyecektir. Hepimizin haberlerde izlediği “Fikirtepe’nin kentsel dönüşümü” haberlerini hatırlayalım. Bu yıllar da bizim Fikirtepemiz olacaktır. Bazılarımız evlerinden çıkmak istemeyecek, bazılarımız kendi arasında anlaşacak, bazılarımız ise genele göre hareket yolunu seçecektir. Lakin şu muhakkak ki Fikirtepe’de dönüşüm bir şekilde sağlanacaktır. Şimdi gelelim asıl meseleye. Bu noktada, Fikirtepe’deki evimizden daha müreffeh bir yere çıkarken, geçmişten anıları getirmemiz olumsuz mu karşılanacak yoksa bunları uyumlu hale getirecek formül bulunacak mı? Bencil bireysellik mi vaat edilecek, bireysel ilerleme ama birlik şuuru içinde hareket mi? Güzel arabalarımız, şık kıyafetlerimiz mi olacak yoksa ince ve düşünceli tavırlar ile yerine göre sert bir mücadele mi? Birbirimizle yeniden buluşacak anlar bulabilecek miyiz, yoksa herkes kendi yolunda, yeni bir yol mu yürüyecek? Benim teklifim güzel bir restoranda, güzel bir müzik dinlerken testi kebabı (cağ kebabı da olabilir) yemenin güzel bir başlangıç olacağıdır. Bazılarımız restoranın güzelliği, bazılarımız müziğin hoş tınısı, bazılarımız da testi kebabının lezzeti neticesinde bir memnuniyet ve keyif duyacaktır. Bu memnuniyet de muhakkaktır ki bizi yeni bir yerde, yeni tatlar, yeni müzikler, yeni manzaralar keşfetmeye ve zamanla birbirimizin alanlarına da girerek bunları da denemeye sevk edecektir. Çare birbirimizi tanımaktadır ve bunun yolu da siyaseti değil, hayatı konuşmaktır. Çünkü Türk Milliyetçileri hayatın içinde her alandadır ve yükselmeleri fikirlerinin de yükselmesi, farklı imkânlara erişmesi ve bu imkânlar ile hayallerini gerçekleştirebilmeleri manasına gelmektedir. Fikirtepe mutlaka dönüşecektir. Onu ya imkânlarımızı geliştirip birleştirerek biz dönüştüreceğiz yahut da müteahhite verip karşılığında daire alacağız. Karar bizim!..
Veysel Çıtlak