Bazen, kendimize fazla değer izafe ettiğimiz zamanlar olur. Bu, özellikle belirli bir merhaleyi aştığımızı düşündüğümüz anlarda meydana gelir. Herhangi bir yapının temel/kilit taşlarından olduğumuzu, biz olmazsak yapının hasar alacağını veya o yerin artık eskisi gibi olmayacağını düşünür; hatta bir adım ileri giderek kendimizi de buna inandırırız. Oysa bu, kendi içinde ciddi çelişki barındıran bir durum. Yine benzer bir durumu, tedrisatından geçtiğim cemiyetin bir dönem hepimize belirttiği “ben değil, biz diyelim” düşüncesinde de gözlemliyorum. Her iki düşünce aslında birbiri içine o kadar geçmiş bir halde ki, hangisinin nerede başlayacağını ve diğerinin nerede biteceğini belirlemek zor. Hele de insanoğlunun karmaşık duygularını, davranışlarını, farklı durumlara vermesi muhtemel farklı tepkileri göz önüne aldığımızda. Her yapının temel taşları, dinamikleri, ilerlemeye imkân ve hız sağlayan unsurları olduğunu elbette kabul ediyorum. Fakat bu kişilerin de zaman içerisinde tıpkı bu yapılar gibi değişebileceğini, dönüşebileceğini, ilerleyebileceğini veya gerileyebileceğini de unutmamak gerekir. Bu durum, o kişinin veya yapının ilişkili olduğu camia, cemiyet veya toplum ile alakalı olabileceği gibi, kişinin kendi tasarrufu ile de gerçekleşebilir. Burada önemli olan kişilerin bu değişimlerinin/dönüşümlerinin, bulundukları toplumun genel refah düzeyi ve geleceği, cemiyetin ise gelişimi açısından ne kadar olumlu sonuçlar doğurduğudur. Her ne kadar kişinin yaşadığı bütün tecrübeler öncelikle kendini gerçekleştirme isteğiyle alakalı olsa da kişiyi merkeze koyduğumuzda, o merkezden çevreye doğru ne kadar faydalı bir durum meydana getirdiği de aynı derecede önemlidir. Mesela, elimizde herhangi bir imkân geçtiğinde -ki bunu makam, para, mevki gibi maddi imkânlar olarak düşünelim- bunu değerlendirme şeklimiz nasıldır veya nasıl olacaktır? Bu soru, bizim şahsi dünyamız ile toplumun/kendimizi ait hissettiğimiz camianın birleştiği temel düğüm noktasıdır. Buradaki ilişkiyi sağlam kurmak ise önemlidir. Öyle ki kendimizle birlikte topluma yön verebilecek, fayda sağlayabilecek, hassasiyeti ve hissiyatı ile bir değişim oluşturabilecek kişileri de yükseltebiliyor veya destekleyebiliyorsak kendimize bir değer izafe etmemiz garip sayılmaz. İşin belki biraz ‘felsefi’ kısmına kayacak ama her şeyden yarım biriktirmek yerine, kendimizi geliştirebileceğimiz bir veya birkaç alana yönelmek ve bunlarda bir değer haline gelmek, mutlaka daha faydalıdır. Hepimizin ekonomi veya siyaset konuşması gibi bir zaruret yok. Aksine, bu alanlardaki temellendirmelerimiz ve detaylandırmalarımız sığ kalıyorsa, bu kurmak istediğimiz çatıyı da aynı sığlıkta gösterir. Bu da bir sonraki aşamada bu yapıya dâhil olan herkesi vasat gösterir ki sonuç yine bize döner. Bu sebeple, elimizden gelen en iyi iş neyse o işi yapmalı; bulunduğumuz alanlarda en iyiyi hedeflemeliyiz. İşte o zaman “biz” dediğimiz o çatıya bir katkı sunabiliriz. Hepimiz, iyi birer usta olamasak da bazılarımız iyi birer eser olabiliriz. Ustanın da ustalığı zaten eseri ile kıymetlenir. Fakat ne yazık ki tartışmaların çıktığı yerlerden birisi de burası. Yani gün gelip, ustamızdan ayrılmamız veya ona rakip olmamız icap ettiği an. Bugün geldiğimiz noktada herkes çok okuduğunu, gördüğünü, bildiğini iddia etmesine rağmen şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki, her şeyin “fitne çıkarmak” diye bu kadar kolay yaftalandığı bir zamanı hatırlamıyorum. Şu konudaki söylemler tarihi gerçekler ile uyuşmuyor diyorsun, aldığın karşılık “fitne”. Şu şahsın açıklamaları yanlıştır, şu kurumun davranışı hatalıdır diyorsun, aldığın karşılık yine “fitne”. Türk Milliyetçileri her şeyden önce bu fitne denen putu kırmalıdır. Halisane eleştirileri bile bu şekilde yaftalayan bir fikrin, bir yere eklemlenerek kendini sürdürmekten başka bir çıkış yolu kalmaz ne yazık ki! Sunduğunuz ve hedeflediğiniz yol bu mudur? Bu mudur demir dağı eritecek ateşiniz?
Veysel Çıtlak