Uzun zamandır yazı yazamıyordum. Belki de yazmıyordum. Bu varoluşsal sancıların, kahroluşsal vurguların, nizami burguların veya ters saltoların bir yansıması mı yoksa sadece benim tembelliğimin bir sonucu mu çözebilmiş değilim. Tabii ki bu çözümsüzlükte, konu üzerine çok fazla düşünmeyip, işte nasip bu kadarmış dememin de etkisi olabilir. Zaten insan zihninin fazla düşünmeyi kaldıracak bir yapıda olmadığı kanaatindeyim. Elbette bu benim kanaatim ve diğer fikirlere açığım. Zaten düşüncemi herhangi bir bilimsel temele dayandırmadığım için, diğer fikirlerin doğruluk yüzdesinin daha fazla olması da muhtemel. Dünya da bir ihtimaller evreni değil mi?
Bazı yazılar fikirleri aktarmak, bazıları fikir oluşturmak, bazıları da sadece fikir nedir sorusu üzerine düşünmek amacı taşır. Bu yazının hangi amacı taşıdığına ise okuyucu karar verecektir. Hatta yazıyı okumayı bitirdiğinde, “sen ne anlatıyorsun ya” denmesi de mümkün. Belki de bu yazıda amaçladığım da tam olarak budur. Bazı elektronik eşyalarda, ekranın o kısmı kullanılmadığı için oluşan ölü pikseller vardır. Koca ekranın bir yerinde küçük bir kırmızı nokta olarak belirir, bakarsın zamanla bir tane daha belirmiş. Derken belki bir tane daha. Eski bilgisayarlarda Solitaire ile birlikte en fazla oynanan oyun olan mayın tarlasındaki mayınlar ve etrafındaki sayılar gibi. Kırmızı noktalar arttıkça tehlike büyür ve müdahale gerekir. Zihnimizde de böyle noktalar olması mümkün. En azından kendi zihnim için bunu söyleyebilirim. Hem böylelikle, kimse “sen ne diyorsun bize birader” demez. Der mi? Demez ya!
Zihnimiz stres yüklü birçok duygu ile o kadar dolu ki “gülmeyi unuttuk” diyen o karikatür gibiyiz. Kavgayı, tartışmayı, hakareti, tahkiri, tekfiri, tahlili o kadar tensip buyuruyoruz ki gülmeye zaman ve imkân kalmıyor. Üstelik kavgaların bir kısmı ile tam olarak bir bağlantımız yok. Mahallemizde oturmuş, daha önce olmuş bir hadise üzerine konuşuyor veya geleceğe dair tartışıyoruz. Derken sokağın başından birtakım sesler ve “ayıp sözler” duyuluyor. Ne oluyor diye kafamızı o tarafa çeviriyoruz ve görüyoruz ki iki gruptan bazı insanlar tartışıyor. Bir göz baktıktan sonra kendi gündemimize geri dönüyoruz. Fakat merak mıdır, farklı olanın çekiciliği mi bilinmez, yeniden oraya dönüyoruz. Tartışma alevlenmiş, birbirlerine el kol hareketi yapmaya başlamış iki taraf. Ardından patlayan bir söz ve fiziksel arbede. (Fiziksel arbede çok anlatmadı bunu sanki) Başka bir şekilde söylemek gerekirse “dövüş” çıkmış. Biraz daha iyi görmek için ayağa kalkıyoruz. O sırada kalabalık itiş kakış, mahallemizin içine giriyor. Küfürler, hakaretler, tekmeler, yumruklar. Bir zaman sonra biz de arada kalıyoruz ve olayın heyecanı ile bağırmaya ve kavga etmeye başlıyoruz. Öyle ki öyle değil. Hatta şöyle böyle bile değil. Yani öyle böyle değil. Eskilerin tabiri ile “ecnebiye vurur gibi” (evet siz anladınız) vuruyoruz. Bir zaman sonra kavga kıyamet mahallenin içine düşenler kendi muhitlerine doğru yola çıkıyor karşı kaldırımlardan birbirlerine laf atmaya devam ederek. Biz mi? Biz “daş yok mu daş” diye aranıyoruz bir yandan, bir yandan da “buraya kamyonlan adam yığacam birazdan” diyoruz karşı tarafa. Daha belki bir saat önce, çok iyi anlaşamasak da konuşurken, şimdi “ah ulan ah” diyoruz. Bizim olmayan kavgayı, en çok biz sahipleniyoruz. Hata mı? Yoksa olması gereken mi? Cevap üstüne düşünmeyi okuyucuya bırakıp devam ediyorum.
Mimar Sinan ile çocuk arasında geçen meşhur kıssayı pek çoğumuz biliriz. Hani çocuk minare eğri diyor da Mimar Sinan “neremiz doğru ki” diyor. (Onu deve de diyor olabilir tabi). İşte o kıssada Mimar Sinan, başkaları da çocuk gibi düşünmesin diye minareyi düzelttiriyor güya iplerle çektirip. Sonra da bu durumu yanındakilere kıssadan hisseyi kendisi vererek anlatıyor. Peki, nerede kaldı ilme hürmet, nerede bilime hizmet? Yani herkesin kafasındaki algıyı düzeltmek adına, her defasında minareye ip atmamız mı gerekiyor? Üstelik camiye “eğri minareli cami” deselerdi, tamamen kötü bir sonuç mu olurdu? Mimar Sinan’ın asıl üstünde durduğu mesele çocuğun aklındaki fikri düzeltmek ve gönlünü yapmak mıydı yoksa halkın da çocuk gibi düşünmesinden mi çekindi? İnsanları mutlu etmek mi istiyordu, yoksa ustalığına laf gelir diye bir endişesi mi vardı? Belki hepsi, belki hiçbiri. Sonuçta mesele yine nereden baktığımız. Ne de olsa kahrolsun demekle kahrolmuyor “bağzı şeyler”.
Buzulların eridiği bir dünyada, fok balıklarının neslinin artık konuşulmaması da mühim mesela. Tabii benim için öncelikle bu memeli hayvanlara neden balık diyoruz onu da konuşmak gerek. Bayağı bıyıklı mıyıklı, yolda adres sorsa “buyur dayı” diyeceğimiz bir hayvan nasıl balık olabilir? Fok denilen hayvan balıksa, mezgit ve istavrit nedir? “Denizden babam çıksa yerim” tabirindeki baba ancak fok olabilir bence. Olmaz mı? Düşünülmeli! Demem o ki bizim etrafımızdaki buzullar da eriyor, sular yükseliyor. Birbirimize her zamankinden daha fazla sarılmamız gerekiyor mahallemizde. Fakat biz yine başka bir fıkradaki gibi, suyun derinliğini kendimiz ölçmeyi zor buluyoruz bazen. Köylüye suyun neresi sığ diye soruyoruz, o da bize “aha şurası” diyor. Bir dalıyoruz ki Aman Allah! Kendimizi kıyıya zor atıyoruz. “E hani burası sığdı” diyoruz ama cevap da güzel: “Demin bir ördek geçtiydi karşıya, su ahan bel altına geliyordu” Ya, işte öyle!
Unutmadan, ata et verebilirsiniz ama o mizacı gereği ot yer!
Veysel Çıtlak