Türklerin kurduğu devletlerin tarihini göz önüne aldığınızda, bize bir ömürden uzun gelen 97 yaşına ulaşmış olan Türkiye Cumhuriyeti aslında ergenliğe yeni girmiş bir yarı-çocuk, yarı-genç gibidir. Ergenliğimizin bu kadar “pis” geçmesini AKP’ye borçluyuz, orası doğru, ama başka bir iktidar da olsa yine sancılı bir dönemde olacaktık.
Cumhuriyet kurulduğunda, yani yeni doğduğunda, büyümek için çabaladık. Bereketli Anadolu’nun topraklarından beslendik, serpildik, geliştik hızla. Sağda solda neler olduğunu görecek halimiz yoktu, İkinci Dünya Savaşını mesela kenardan seyrettik, camdan dışarıyı izlemesine izin verilen, ama dışarı çıkma izni olmayan bir bebek gibi.
1950’lerde ayağa kalktık, 1960’da kafayı sehpanın kenarına vurup çok ciddi canımız acıyınca bir süre neticemizin üstüne oturduk. 1963-74 arası kreşte ilk ciddi kavgamızı verdik, Yunana bir tane patlattık ama kavganın aslında ne kadar berbat bir şey olduğunu öğrendik.
1970-80 arası iyi beslendik desek yalan, çok büyüyüp boy atamadık, yaşıtlarımızdan geri kalmaya başladık. Ama 80 sonrasında tekrar iştahımız açıldı, yedik semirdik, büyümeye, sağa sola ilgi duymaya başladık. Artık bahçeye inmemize izin verildi doksanlarda, Rusya’da üç şantiye, Afrika’da iki tesis derken hafiften diğerleriyle ilişki kurmayı öğrenmeye başladık ne güzel.
Ama doksanlı yıllarda ergenler gibi dine sardık mesela, her çocuk gibi doğumu, ölümü, Tanrıyı merak etti. Daha önce de ülkede dindarlar vardı elbette, ama ülke olarak din konuşmaya başlamamız o döneme tekabül ediyor.
İki binli yıllarda, tam ergenliğe girdiğimizde bunalmaya başladık. Bizi kısıtlayan çok fazla kural, uyulması gereken çok fazla gelenek vardı. O ana kadar sürekli usluyduk ve SI-KIL-DIK uslu olmaktan. Babamız (ya da annemiz) Osmanlı ne güzel yedi cihana, dört iklime hükmetmişti, dosta güven, düşmana korku saçmıştı, biz hep aynı yerde devam ediyorduk. Biz de maşallah seksen senedir iyi beslenmiştik, kreşte bir iki vukuatı da alnımızın akıyla halletmiştik. Biz de istediğimizi alamaz mıydık elimizi uzatıp?
İşte tam bu gücümüzü test etme dönemine girdiğimizde başımızda AKP olmasa belki daha sakin girerdik derin sulara. Ama o sulara illa girilecekti. AKP sadece bunu en beceriksiz, en hamhalat, en plansız şekilde yapmayı becerdi. Önce ticaretle, “yumuşak güç” ile her şeyi hallederiz sandık, mesela Irak Kürt Bölgesel Yönetimi ile ticaret hacmini arttırarak PKK sorununu çözeriz, hem de çelimsiz Kürtlere abilik yaparız diye hayallere kapıldık. Mahallenin zengin abileri ile aşık atamayacağımızı anlamamız bir on yıl kadar sürdü.
O zaman, tam da ergenlere yakışır biçimde sinirlendik ve iyice mantıksız, gereksiz bir şiddet sarmalına soktuk kendimizi. Mahallede herkesin yaka silktiği, yaramaz, küfürbaz, her dakika kavga arayan ergen biziz artık! Herkese atarlanıyoruz, ona buna tokat atıp kaçıyoruz, uzaktan küfür ediyoruz, yaklaşırsa tükürüyoruz. Mahallede sıkı bir dayak yemiyor olmamızın iki sebebi var; birincisi kimse bizi ciddiye almıyor ve rakip/tehlike olarak görmüyor, ikincisi o kadar çirkefiz ki gerekmedikçe bize bulaşmak istemiyorlar. Biz de bu çirkefliğin sağladığı geçici özgürlüğü ve güç alanını sonuna kadar kullanıyoruz. Suriye’den içeri giriyoruz, Amerika hop deyince duruyoruz, Libya’ya Allah bilir kaç asker gönderip, orada kaç şehit verip Rusya’nın şşşt demesiyle siniyoruz.
Tam “Anadolu Lisesi’ni de kazandı bak, aferin çocuğa” diyordu herkes; berbat, tehlikeli ve düzensiz bir mahallenin (Orta Doğu) sınırında yaşayan temiz bir çocuktuk, bize biraz gıptayla, biraz kıskançlıkla bakıyorlardı, yukarı mahallenin (onu da siz bilin artık) çocukları bizimle oynamaya başlamıştı ufaktan, santrafor olmasak da kaleci olabiliyorduk maçlarda… İşler iyi gidiyordu yani tam. İşte bu sırada ergenliğe gireceğimiz tuttu! Kravatı gevşettik, okuldan kaçtık, aşağı mahallede zar zor elde ettiğimiz saygınlığı kumar masalarında ve ufak kavgalarda harcadık, yukarı mahalle bizimle selamı kesti. Şimdi kapıyı açtığımızda millet kaçacak yer arıyor aman bana bulaşmasın diye, biz de bunu kudretimize yoruyoruz.
Ama işte üniversite sınavı zamanı yaklaşıyor. Ergen triplerimiz, mahalledeki ufak kavgalarımız, birkaç façamız bize ÖSYM nezdinde bir puan bile getirmeyecek. Üstelik dershaneye gitmek için zar zor biriktirdiğimiz parayı da çarçur ettik, aşağı mahalleden bir iki oğlan bize sürekli borç vermese gazoz bile içemeyeceğiz. En kötüsü de çirkefliğimizin sağladığı dokunulmazlık yüzünden gitgide agresifleşiyoruz, çok pis dayak yememiz an meselesi.
Önümüzdeki 10 yılda ülke olarak şuna karar vereceğiz, sağa sola bulaşıp aşağı mahallenin dayak yese de devrilmeyen namlı serserilerinden biri mi olacağız, yoksa tövbe edip, iyi çocuk olup, derslerimize çalışıp üniversiteyi mi kazanacağız? Ya da bir ustanın yanına girip en azından bir meslek mi öğreneceğiz? Nasıl biri olmak istiyoruz?
Umarım sabrı taşan mahalleliden bir gün esaslı bir sopa yiyip, aklı başına gelen ama bir daha kimsenin yüzüne bakamayan, parası olmadığı için de mahalleden gidemeyen kahve müdavimlerinden biri olmayız. İyi başlamıştık hayata çünkü…
Erkin Çam