Her çevirmen ve her okuma müptelası hayatının bir döneminde felsefeye bulaşır (en son 1995 veya 1996’da övünmüştüm okuduğum felsefe kitaplarıyla, bugün yeniden fırsat buldum, ne güzel). Ben de sıkı bir felsefe okuru olmasam da (çeviriler çok yoruyor beni açıkçası), felsefeye dönem dönem bulaştım bir okur olarak. Daha fenası, çevirmen olarak da bulaştım!
Batı’ya Yön Veren Metinler adlı dört ciltlik çok önemli eserin çevirisinde hem çevirmen hem de koordinatör olarak çalıştığım dönemde, tüm çevirmenler antik ve modern çevirileri kapışınca, kimseye veremediğim Orta Çağ ve Aydınlanma dönemi yazıları elimde patlamıştı. Daha önceleri de kafamda bir sis gibi dönüp duran bir soruyu o sırada somutlaştırma fırsatı bulmuştum; doğa neydi? Elbette buna bağlı bir sürü soru: Doğal olan neydi? İşin metafizik kısmını konu dışı sayarsak, doğa kendi kendine işleyen, neredeyse kendi bilinci olan bir şey miydi yoksa her şeyi kapsayan bir küme olduğu için mi dengesi bir şekilde hep sağlanıyordu? İnsan doğal mıydı? Doğadan ayrı bir “şey” miydi?
Kolay sorular değil bunlar. Niye dert ettiğimi de bilmiyorum açıkçası – ideolojiler, ekonomi politik falan ilgimi çeker de felsefe bir yan daldır okumalarımda. Bunların cevabını açıkça yazan, hop diye elime veren biri olmamıştı. Muhtemelen 400 yıl falan önce çözülmüştü bu sorular, ama ben cevabımı bulamıyordum.
Kafamı kurcalayan bir diğer soru da insanın “insanlaşma” serüveniydi. Yine işin metafizik kısmını bir yana koyalım; renkleri, şekilleri, ışığı, karanlığı, sesleri bilmeyen bir yaratık olarak geliyorduk dünyaya, görüyor, duyuyor, konuşuyorduk ve bu eylemlerin ne olduğunu bile bilmiyorduk. Nasıl olmuştu da bunlara ad verebilmiştik, nasıl olmuştu da yalan söyleyebilen, şiir yazabilen varlıklar olmuştuk?
Bir gün, yanlış hatırlamıyorsam bir kitap dergisinde Ergun Kocabıyık’ın “Dünyanın Fısıltısı” kitabını gördüm. Sadece adına ve kapağına vuruldum desem yalan olmaz, bu aklımdaki sorulara yanıt vereceğini çok ummasam da kitabı hemen sipariş ettim.
Birincisi, ağır bir dili olan, yorucu bir felsefe kitabı değildi. İkincisi çeviri değildi ve çok rahat bir dili vardı. Üçüncüsü bir bilim insanı edasıyla belirli bir perspektif ve sistem içinde anlatsa dahi akıcı biçimde insanı kendine çekiyordu. Dördüncüsü, neyin ne olduğunu, nasıl geliştiğini, doğanın bir parçası iken doğanın “bilincine” varan ve artık doğanın dışına çıkan insanı anlatıyordu. Bir taşla iki kuş vurmuştum!
İnsanın kafasında dönüp duran soruları cevaplayan kitaplar vardır.
İnsanın kafasına, dönüp durması için sorular sokan kitaplar vardır.
İnsanın yolunu belirleyen, okuduktan sonra aynı kişi olmadığımız kitaplar vardır.
Bu kadar az bilinen, bu kadar az bahsedilen bu kitabın benim için bir dönüm noktası olması, belki de son on yıldır okuduğuma en çok sevindiğim kitap olması size ilginç gelebilir; bir klasik değil bu kitap, olmayacak da muhtemelen. Ama her birimizin açlığını dindirecek kitap başkadır, ödünç verilmeyecek kitaplarım arasında benden başka kimsenin ilgilenmediği tek kitap bile olabilir. Olsun.
Doğanın Fısıltısı
Bir mecaz olarak doğa kitabı
Ergun Kocabıyık
Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi
Erkin Çam