Bugünlerde içinde bulunduğumuz duruma… Hayır, hayır, böyle başlamamalıyız söze. Kötülük her zaman vardı, bazen bir pençe gibi sarardı nefesimizi kesmek için, bazen bir sis gibi yavaş yavaş örterdi iyi ve güzel ne varsa. Ama hep vardı, insanlığın başlangıcından beri. Hatta daha ileri giderek şunu söyleyebilirim ki, kötülüğü insanoğlu “keşfetti”.
(Diğer yandan, iyiliği biz keşfetmedik, çünkü yaşayan her canlıda iyilik ve sevgi ve şefkat izleri görebilirsiniz ama konumuz bu değil, belli ki bir süre de bu olmayacak.)
Kötülük genelde küçük bir güruhun korkusuzca, umarsızca, bazen açık ama bazen de örtük çabasıyla ortaya çıkar. Onlar organizedir, “iyiler” ise dağınıktır. Onlar kurallara göre oynamaz, iyiler ise iyilikle, sükunetle, taviz vererek, uzlaşarak oynamayı sever. Kötüler genelde kararlıdır, hatta takıntılıdır, iyiler ise başlarına gelen tek bir kötülüğü uzaklaştırınca normal hallerine geri dönmeye meyillidir yahut kötü bir şey olunca onu kabullenirler (ve yine kendi normallerine dönmeye çalışırlar).
İşte bu ve benzeri yapısal farklardan dolayı kötülerden korkulur, onlar yenilmez zannedilir, onlarla savaşmaktan, savaşılacaksa da en önde saldırmaktan korkar insanlar. Oysa iyiler her zaman çoğunluktadır, hepsi pir-ü pâk bembeyaz olmasa da bir sürü beyaz, kırık beyaz, açık gri, alacalı “iyi”den oluşur dünya. Kötülük kuvvetlendiğinde onun pelerini, sancağı veya ne bileyim gölgesi altına girenlerin çok olması sizi aldatmasın, karanlıkta koyu gri görünen bir sürü insan da açık gridir aslında – kötülük ortadan kalkıp güneşe kavuştuklarında bunu görmek çok kolaydır.
-----
İyi ile kötünün savaşı, aşktan sonra en önemli konumuzdur binlerce yıldır. Dedikodusu yapılır, üzerinde konuşulur, yıllar önceki başarılar ve yenilgiler değerlendirilir. Şarkılara dönüşür, romanlarda yazılır, oyunları oynanır. Sözlü veya yazılı kültürle sonraki nesillere aktarmaya önem veririz iyi ve kötüyü. Örnekler veririz, çünkü tanımlamak zordur iyi ile kötüyü*. Çünkü zavallı çocuklar ve gençler kötülüğü ilk elden tecrübe etmesinler isteriz. Hikayelerin, romanların, şarkıların sonu genelde mutlu biter, iyilik kazanır. Tarih kitapları bile bizimle aynı fikirdedir, bazen iyiler savaşarak kazanır, bazen kötülük yıllar içinde kendi kendisini yiyip bitirir. Yani demem o ki, kötülükle savaşmak gerekir, bundan kaçınamazsınız; bazen sizi, bazen komşularınızı tehlikeye atar çünkü. Kötülük ASLA DURMAZ, aslında ilk olarak bunu kafamıza yazmamız gerekir. Sarı öküz hikayesi doğrudur çünkü, kötülükle taviz vererek, ilk istediğini ona sunarak, uzak durup arada bir besleyerek başa çıkamazsınız. Kötülük her şeyi ister, ne varsa hepsini ister. Malı mülkü parayı ister, koyunu kuzuyu deveyi ister, hükmetmeyi, kontrol etmeyi ister, yüzünüzde şans eseri bir gülümseme, kalbinizde bir umut kalmışsa, onu söndürmek ister.
Bu yüzden bir noktada iyiler harekete geçer**. Bazen tek bir kişidir zulme ve kötülüğe hayır diyen, bazen 17 kişi. Bazen 40 kişidir, bazen zar zor toparlanmış bir ordudur. Ama karşı durma zamanı geldiğinde, ki çoğu zaman çok geç harekete geçeriz ve kötülüğün beslenip semirmesine, her tarafa bulaşmasına izin verip kendi işimizi zorlaştırırız, illa ki birileri dikilir karşısına kötülüğün. Bazen bir sapanla, bazen doğruyu korkmadan söyleyerek, bazen kendi canından vazgeçerek.
-----
Çocuklara ve ergenlere, kötülüğe karşı verilen savaşı anlatan kitaplar hep ilgimi çekmiştir. Fark ettiyseniz karşınızda ister Sauron olsun, ister Voldemort, genelde kötülüğü yenen romanın kahramanıdır. Elbette büyük ordular kurulur, şanlı savaşlar verilir, köyler şatolar yakılır yıkılır ama genelde kahramanımız kötüyü alt eder. Bu belki de çocuklara “kötülükle savaşmaktan kaçma, ben güçsüzüm, tek başıma ne yapabilirim diye düşünme, bir iyi insan kötülüğü alt edebilir” mesajını vermek içindir, bilmiyorum. Ama biz insanlar bu gaza gelmek yerine tam tersi bir mesaj alıyoruz bu aralar o kitaplardan; “mutlaka bir Frodo çıkar, yüzüğü götürüp imha eder, ben niye uğraşayım?”
Oysa tarih okuduğumuzda görürüz ki kötülüğü karşılamak, göğüslemek ve sonra da yenmek için birlik olmak gerekir. Bir adamın başlatabildiği bir şeydir elbette savaş, Martin Luther gidip 95 tezini kilisenin kapısına çakabilir, Sütçü İmam o itleri kurşunlayabilir, Gandhi tuz yürüyüşünü başlatabilir. Ama hiçbiri kendi başına bir zafer kazanamaz, öncülük ederler sadece.
Demek ki neymiş (buraya dikkat edelim, ilk dersimizi çıkarıyoruz); kötülükle savaşırken birlik olmak gerekirmiş. Kötülüğe karşı birleştiğini unutmadan, birbirine yardım ederek, birbirine destek olarak, birlikten doğan kuvveti güçlendirerek birlik olmak gerekir.
Benim çıkarttığım ikinci ders, kötülüğün doğasını gördüğüm ve neyi gördüğümü gerçekten anladığım zaman kafama dank etti. Demin kocaman kocaman yazdığım gibi, kötülük asla durmaz, asla vazgeçmez. Durmuşsa zafer kazanacağından emin olmadığı için durmuştur, soluklanmak için, güç toplamak için. Yani kötülük herhangi bir andaki sınırları asla kabul etmez, sadece kabul etmiş görünür. Çünkü kendisinin doğru ve haklı olduğundan emindir. Hiçbir kötü “ben kötüyüm” demez bildiğiniz gibi, genelde “hakkı” olanı almaya gelir, “doğru” olanı yapmakla görevlendirmiştir kendisini ve bu yüzden asla durmaz, karizması da genelde bundan ileri gelir. O zaman bu kararlılıkla, bitmek bilmez sebatla, azimle, takıntıyla nasıl savaşacağız? Onun kadar azimli olarak mı? Onun silahıyla mı vuracağız onu, onun kadar karizmatik ve kararlı bir başka lider mi yaratmaya çabalayacağız?
(İkinci ders de şimdi geliyor, hazır mıyız?)
Buna benim cevabım, hayır. Kılıç ustasını kılıçla, strateji ustasını stratejiyle yenemezsiniz kolay kolay. Yenseniz de zafer için çok fazla bedel ödersiniz. O yüzden yapılacak şey onu yalnız bırakmaktır! Onu haksız olduğuna ikna edemezsiniz, onunla uzlaşamazsınız, ona kendi silahlarıyla saldırıp (en azından kolay) bir zafer elde edemezsiniz. O zaman ondan korkan, ondan çekinen, onu haklı (veya güçlü) bulduğu için yanında duran insanları tek tek kopartmalısınız yanından. Evet, tek kişi kalsa bile “kötü” olduğunu kabul etmeyecektir, gururu ve hırsı bunu yapmasına engel olur, ama gücünü elinden alırsanız sarı pelerinli adam durumuna düşürürsünüz onu.
Söylemesi kolay diyorsunuz biliyorum, kötülük tüm gücüyle savaşır her zaman. İnsanları ailesiyle, akıbetiyle, istikbaliyle korkutur. Soğuk zindanlarla, ortadan kaybedilen iyi adamlarla korkutur. Ona itaat ettikleri sürece kullanabilecekleri büyük bir kudret, çok para önerir. En kuvvetli borazancıları tutar, başka seslerin duyulmasını engellemeye çalışır. Mutlak galibiyeti elde ettiğinde her şeyin iyi olacağını söyleyip umut bile verir yanındakilere. Oysa iyiliğin genelde elinde pek az güç vardır, dürüstlükten başka! O zaman iyilerin elindeki en büyük güç doğruları söylemek ve kötülüğün gölgesinde titreşenleri güneşin altında durmaya ve ısınmaya davet etmektir.
Çok mu iyimserim? Belki. Kötülüğün kudretini, yarattığı korku ve dehşetin etkisini mi küçümsüyorum? Asla. Ben insanların içindeki iyiliğin, umudun, adalet duygusunun beslenmesi gerektiğine inanıyorum sadece. İnsanın içinde hem iyiliğin hem kötülüğün ateşi yanar, hangisine daha çok odun atarsak, hangisini beslersek onu kuvvetlendiririz. Yunus gibi düz odunlar kesmeliyiz, ateşi beslemek için çabalamalıyız, dirsek temasını kesmemeliyiz***. Unutmayalım ki hepimizin nefretle bahsettiği bir veya iki kalbi-karanlık-kötü-figür olsa da hayatımızda bize iyilikler sunan yüzlerce kişi var; sevdiğimiz ekmeği güzel yapan fırıncıdan, bize selam veren komşuya, bize bir şeyler öğretmek için üç otuz kuruşa çalışan öğretmenlerden, gece arkamızda yürüdüğünde korktuğumuzu anlayıp önümüze geçen ve korkmadan bize sırtını dönen adamlara kadar. İyiliğin tek zaafı küçük çakıl taşları gibi dağınık olması, kötülüğün tek avantajı koca bir granit kütlesi gibi yıkılmaz görünmesidir.
Hiç günahsız**** olmayı beklemeden hepimiz birer çakıl taşı alıp atmalıyız kötülük kayasına!
Yan Okumalar:
* - Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı – Robert M. Pirsig
** - Pal Sokağı Çocukları – Ferenc Molnar
*** - Viva La Muerte – Alev Alatlı
**** - Yuhanna İncili – 8:6