Bir sabah, elinde yanan bir fenerle pazara fırlayan deli bir adam, etrafına bakınarak bağırır: “Tanrı nerede? Tanrı’yı arıyorum!” Gündüz vakti fener yakması, bir çılgınlık değil, bir mesajdır. İnsanlar ona güler. O ise kahkahalar arasında ciddiyetle cevap verir: “Tanrı öldü. Tanrı’yı biz öldürdük. Hepimiz onun katiliyiz.”
Bu sözler, 19'uncu yüzyıl filozofu Friedrich Nietzsche’ye aittir. Ve her ne kadar kısa, çarpıcı ve sarsıcı olsa da, “Tanrı öldü” cümlesi sadece bir dinsel figürün kaybını değil; tüm bir uygarlığın, değerler sisteminin ve düşünce biçiminin yıkılışını haber verir. Bu bir olay değil, bir çağın ölüm ilanıdır.
Çünkü Nietzsche’nin Tanrı’dan kastı, yalnızca Hristiyanlık’taki kişisel bir yaratıcı değil; anlamın, ahlakın, hakikatin ve varlığın temeli olan her şeydir. Tanrı, binlerce yıl boyunca Batı düşüncesinde sadece bir inanç nesnesi değil; aynı zamanda evrenin düzenini açıklayan, doğruyu ve yanlışı tanımlayan, yaşamın niçinini anlamlandıran merkez figürdü.
Platon’un idealar evreninden Orta Çağ teolojisine kadar Tanrı; mutlak, değişmez, zamandan ve insandan bağımsız bir hakikat kaynağıydı. Ona yönelmek, anlamla buluşmaktı. İyi, doğru ve güzel onunla var olurdu. Tanrı vardı çünkü anlam vardı.
Ancak bu metafizik yapı, moderniteyle birlikte çatırdamaya başladı. Önce Rönesans’ta insan merkezdeki yerine geri döndü. Ardından Aydınlanma düşüncesiyle birlikte akıl, bireysellik ve deneysel bilim öne çıktı. Galileo gökleri kutsallıktan arındırdı, Newton evreni mekanik yasalarla açıkladı, Darwin insanın kökenini ilahi planın dışına taşıdı.
Bilim, evrenin işleyişini Tanrı’ya ihtiyaç duymadan izah etmeye başladıkça, Tanrı düşüncesi yavaş yavaş gereksizleşti. Akıl, kutsal olanın yerini aldı. Vicdan artık Tanrı’dan değil, insanın kendi içinden konuşur oldu. Artık Tanrı, sadece inananların değil, düşünenlerin de dünyasında sessizleşti.
Nietzsche tam da bu noktada ortaya çıkar. Onun için sorun, Tanrı’ya inanıp inanmamak değildir. Zaten insanlar yavaş yavaş inançlarını kaybetmektedir. Asıl sorun şudur: Tanrı ölürse, geriye ne kalır? Tanrı’nın yokluğu, yalnızca bir figürün eksikliği değil, değerlerin, hakikatin ve yön duygusunun da yitmesidir.
İşte bu yüzden “Tanrı öldü” cümlesi, bir dinsel başkaldırı değil, felsefi bir kriz ilanıdır. Artık neyin iyi, neyin kötü olduğunu belirleyecek bir mutlak referans noktası kalmamıştır. Her şey göreli hale gelir. Hiçbir değer, başka bir değerin üzerinde hüküm süremez. Bu da bizi kaçınılmaz olarak nihilizme, yani tüm değerlerin anlamını yitirdiği o boşluğa sürükler.
Nihilizm, Nietzsche’nin tanımıyla yalnızca bir çöküş değil, aynı zamanda bir boşluk halidir. Ne yapacağını bilemeyen modern insan, bu boşlukta savrulur. Elinde kalansa sadece özgürlüktür. Ama bu özgürlük, sınırsız olduğu için yönsüzdür. Tanrı öldüğünde, yalnızca emirler değil, pusulalar da yok olur.
Bugünün insanı için belki de en tanıdık duygulardan biridir bu. Hayatın anlamına dair sorulara net yanıtlar verilmez. Hangi değer doğrudur? Hangi amaç uğruna yaşanmalıdır? Ahlaki tercihlerimizin temeli nedir? Eğer Tanrı yoksa, iyi neden iyi olsun ki?
Nietzsche, işte bu yüzden Tanrı’nın ölümünü büyük bir trajedi olarak görür. İnsan artık kendi başınadır. Ama buna hazır değildir. Çünkü yüzyıllar boyunca anlamı gökten almış, kendisine dışarıdan verilen bir düzene uymuştur. Şimdi ise anlamı kendisinin yaratması gerekmektedir.
Ancak bu durum hem bir tehdit hem de bir davettir. Tehdittir; çünkü insanlar belirsizlikte yönlerini kaybedebilir. Ama aynı zamanda bir davettir; çünkü artık her birey, kendi değer sistemini kurmak zorundadır. Bu da felsefenin en büyük meydan okumasıdır: İnsan, Tanrı’nın yerine geçebilir mi?
Modern birey bu soruya bazen sanatla, bazen bilimle, bazen politik ideolojilerle yanıt verir. Kimi zaman ulus devlet, kimi zaman piyasa, kimi zaman da teknolojik ilerleme yeni “kutsal” ilan edilir. Ama hiçbir şey eski Tanrı kadar kapsayıcı, açıklayıcı ve anlam yüklü değildir. Tanrı’nın boşalttığı taht, hâlâ boştur. Ve bu boşluk, bir eksiklikten çok daha fazlasıdır. Çünkü bu, insanın ilk kez yalnızca kendi omuzlarına yüklenen bir sorumluluğu anlatır: Varoluşunun anlamını kendisi kurmak.
Nietzsche'nin fenerli delisi, yalnızca zamanının pazar yerinde değil, bugünün ekranlarında, sokaklarında, sosyal medyasında da hâlâ dolaşıyor aslında. Hepimize şu soruyu soruyor: Tanrı yoksa, şimdi ne yapacaksınız?
Tanrı öldüyse… sırada ne var? İşte Nietzsche’nin asıl sorusu buydu. Çünkü bir tanrının ölümü, sadece bir inanç sisteminin çökmesi değildir. Aynı zamanda yeni bir anlam kurma sorumluluğudur. Eski değerler çökmüşse, yenilerini kim inşa edecek? İşte tam burada Nietzsche, tarihin en sarsıcı cevabını verir: Üstinsan.
“Üstinsan” (Übermensch), bir üstün ırk ya da fiziksel yücelik değildir. O, çöken değerlerin yasını tutmakla vakit kaybetmeyen; aksine yeni değerleri yaratma gücüne sahip bireydir. Eski ahlâk sistemleri, dine ve itaate dayalıdır. Üstinsan ise kendi iç yasasını koyar. Vicdanı, gökten gelen bir emir değil; kendi yarattığı anlamdır. Bu birey, dünyanın absürtlüğü karşısında yılmaz; aksine onu dönüştürmeye çalışır.
Nietzsche’ye göre, insanların çoğu bu yükü taşıyamaz. Çoğunluk, “sürü ahlâkı”na sığınır; güvenli, itaatkâr ve pasif bir yaşamı tercih eder. Üstinsan ise yalnızdır. Çünkü anlamı dışarıda aramaz. Anlamı kendisi yaratır.
Bu yüzden Nietzsche’nin felsefesi yıkıcı olduğu kadar yaratıcıdır da. Çünkü onun ölüm ilanı bir bitiş değil, bir başlangıç çağrısıdır. Eski değerlerin çöküşü, yeni değerler için bir sahne açar. Bu, nihilizme saplanıp kalmaktan farklıdır. Çünkü Nietzsche'nin aradığı şey, "yapıcı nihilizm"dir. Tanrı'nın ölümüyle açılan boşluk, yeni bir anlam kozmosuna kapı olabilir – eğer yaratma cesaretine sahipsen.
Modern insan, bu cesarete sahip oldu mu? Yoksa bu boşluğu hemen başka “kutsallarla” mı doldurdu?
Tarih bize bu konuda çok şey anlatır. Tanrı’nın ölümü, 20'inci yüzyılın başlarında yalnızca bir felsefi mesele değildi. Aynı zamanda bir kültürel sarsıntıydı. Yerine konmaya çalışılan “yeni tanrılar” vardı: Ulus, ideoloji, bilim, teknoloji, ilerleme. Her biri, bir dönem insanlara kutsal bir anlam duygusu sundu.
Ulus-devletler, dini birlikteliğin yerini aldı. Sosyalizm, kapitalizm, faşizm gibi ideolojiler, eski dinlerin misyonunu devraldı. Bilim, doğanın sırlarını açıklayan yeni bir peygambere dönüştü. Teknoloji ise kurtuluşun aracı olarak görüldü. Ama bunların hiçbiri, Tanrı’nın sunduğu bütüncül anlamı veremedi. Çünkü hepsi parçalıydı. Hepsi geçiciydi.
Sanat, edebiyat ve felsefe bu boşluğu derinden hissetti. Kafka’nın labirentlerinde, Tanrı’dan yoksun bir evrende yalnız kalmış bireylerin yankısı vardı. Beckett, sahneye iki adam koydu: Vladimir ve Estragon. Bekledikleri kişi Tanrı'ydı belki de… ama gelmedi. Camus, Tanrı’nın yokluğunda insanın hayatla mücadele etme cesaretini “absürd” olarak tanımladı. İnsan, sonsuz bir suskunluk karşısında anlam arar. Ve o anlam gelmez.
Ama Camus’ye göre bu umutsuzluk değildir. Aksine, başkaldırının başlangıcıdır. Tanrı’nın yokluğunda insan, yine de yaşama sarılabilir. Hatta bu anlamsızlık, hayatı daha da değerli kılar. Çünkü ne olacağını bilmiyorsak, her anın kıymeti vardır.
Sartre da benzer bir çizgide ilerledi. Ona göre insan, önce vardır; sonra ne olduğunu belirler. Tanrı yoksa, “öz” yoktur. Dolayısıyla insan kendi özünü yaratmak zorundadır. Özgürlük, işte bu sorumluluktur. Sartre’ın insanı, tamamen serbesttir; ama bu serbestlik bir armağan değil, bir yüktür. Çünkü her seçim, bir anlam yaratmaktır. Ve bu, Tanrı’nın boşluğunu bireyin doldurması demektir.
Heidegger ise bu sorunu daha derinden ele aldı: İnsan, “varlık”la olan ilişkisinde Tanrı’yı değil, unutulmuş olanı – varlığın kendisini – aramalıdır. Onun derdi, yalnızca dini değil, metafiziği de aşmaktı. Tanrı’nın ölümü, aynı zamanda Batı felsefesinin “varlığı unutması”yla da bağlantılıydı. Ve Heidegger’e göre, bu unutkanlık ancak şiirle, sanatla ve otantik bir varoluşla aşılabilirdi.
Ya bugün? Tanrı gerçekten öldü mü, yoksa sadece sustu mu?
Bugün hâlâ Tanrı’nın ölümünün yankılarını yaşıyoruz. Tanrı’nın yerini alan yeni otoriteler – algoritmalar, yapay zekâlar, veri merkezleri – bize neyin doğru, neyin değerli olduğunu fısıldıyor. Sosyal medyada “beğeniler”, geleneksel anlamda ahlâkın yerini aldı. Tüketim, adeta yeni bir din gibi, kimliğimizi tanımlayan bir ritüele dönüştü. Ama bütün bunlar birer teselli mi, yoksa yeni bir inşa mı?
Modern insan hâlâ yanıt arıyor. Belki de Nietzsche’nin en haklı olduğu yer tam da burası: Tanrı’nın ölümüyle insan, kendini yaratmak zorunda kaldı. Ama bu yaratım, sadece bireysel değil; kolektif bir görev. Bir çağrıdır bu: Anlamı artık biz kuracağız. Hiçbir otoriteye, geleneksel kalıba ya da “yukarıdan gelen” hakikate sığınmadan.
Ama bu kolay değil. Çünkü insan yaratırken sorumluluk da alır. Bir dünya kurduğunda, onun anlam yükünü de taşımak zorundadır. Artık hiç kimse, "Böyle buyurdu Tanrı" diyemez. Artık “Böyle buyurdum ben” demek gerekir.
İşte bu yüzden Tanrı’nın ölümü bir felaket değil, bir sınavdır. Tüm değerlerin yıkıldığı bu boşluk, aslında bir sahne. Yeni bir insanlık sahnesi. Ve bu sahnede rol alacak olan biziz. Her sabah uyandığımızda, bir anlam arıyorsak, hâlâ o deli adamın feneriyle yürümeye devam ediyoruz demektir.
Ve belki de asıl soru şu: O fener artık bizim elimizde mi?
Fener yapay zekânın eline geçebilir ve belki onu yeni bir tanrı olarak görüp bütün anlamsızlığa karşı cevaplarımızı onda ararız. Onu bilemem ama tanrının bıraktığı boşluk çok emin olmasam da bence faydasız içgüdülerimizden arınıp durmadan üreterek, hedefler peşinde koşarak, bireyliğe ehemmiyet vererek olur. Eğer sürekli üretirsek, durmazsak o zaman tanrısızlığın getirdiği anlamsızlık duygusunu belki aşabiliriz. Elbette tüm bu değerler somut ve ortak bir anlatı etrafında birleşmeli...