Türkmen, İslam dinini kabul etmiş Oğuz Türklerine verilen bir adlandırmadır. Türkmenler bugünkü Türkiye, Azerbaycan, Kıbrıs, Irak, Suriye, İran, Türkmenistan, Afganistan gibi ülkelerle Balkanlardaki Türk nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturmaktadır. Türkmenler, Büyük Selçuklu Devleti başta olmak üzere bu devlet bünyesinden çıkan alt hanedan kollarının (Türkiye, Irak, Suriye ve Kirman Selçukluları) ve yukarıda sayılan coğrafyada var olmuş orta ve küçük ölçekli pek çok devletin de kurucu unsurudur. Savaşçılıkları, zorluklara karşı tahammüllü olmaları, teşkilatçı ve dinamik yapılarıyla kuruluş aşamasında devletlerin vazgeçilmez askeri ve insani unsuru olmakla beraber aynı zamanda Türkmenler, mensubu oldukları devletler için bazı askeri, siyasi ve sosyal sorunların da kaynağı olabilmekteydiler. Kendi beyleri idaresinde müstakil yaşama arzuları, merkezi otoriteden hoşlanmamaları, geçim kaynaklarının eski Türklerdeki gibi hayvancılık ve yağmaya dayalı olması yine bu sebepten yerleşik halkla aralarında doğan huzursuzluklar, vergi vermek istememeleri gibi çok çeşitli sebepler Türkmenleri kendi devletleri ile sık sık karşı karşıya getirmekteydi.
Selçukluların kurucusu Tuğrul ve Çağrı Beylerin dedesi olan Selçuk Bey, XI. yüzyıl başlarında güç mücadelesine girdiği Oğuz yabgusu karşısında başarılı olamamış neticede Cend şehrine çekilmiştir. Cend, bu tarihlerde Müslüman Samanilere komşu olduğundan bu devletin dini propagandasına maruz kalan bir bölgeydi. Selçuk Bey geldiği Cend’de kritik bir kararla İslam dinini seçti. Bu sayede o, yabgunun karşısında meşruiyet elde etmek için dini bir zemin bulacaktı. İslamiyet’i seçmesinden kısa süre sonra Türkmenler onun önderliğinde toplanmaya başladılar. İlerleyen yıllarda oğlu Arslan Yabgu komutasında Samanilerle Karahanlılara paralı asker olarak hizmet verip karşılığında hem yağma imkânı buldular hem de sürüleri için otlaklar elde ettiler.
Dedelerinin ölümünden sonra Çağrı ve Tuğrul amcaları Arslan ile Karahanlı Ali Tigin’in baskısına maruz kalmışlardır. Bu zaman diliminde bir çıkış yolu arayan Çağrı Bey’in Doğu Anadolu’ya keşif amaçlı yaptığı akın bize Türkmenlerin askeri kabiliyeti, savaş stratejileri ve dış görünüşleri hakkında ilginç bilgiler vermektedir. Çağrı Bey’in yanında Van Gölü çevresinde boy gösteren Türkmenler Ermeni kaynaklarında “mızrak, ok ve yaydan ibaret silahları çekili, beli kemerli, uzun ve örülü saçlı, yağmur gibi ok atan, rüzgar gibi uçan Türk atlıları” şeklinde geçmektedir. Öyle ki bölge yöneticileri ilk kez karşılaştıkları Türkmen atlı okçularının bir görünüp bir kaybolmasına, aniden ortaya çıkıp düşmanlarını oka tutmalarına karşı hiçbir şey yapamamışlardır.
Türkmenler arasında en güçlü başbuğ olan Arslan Yabgu’nun kendisine bir tehdit olması nedeniyle Gazneli Mahmut tarafından hapsedilmesi Türkmenler için zorlu yılların da başlangıcı olacaktı. Arslan kapatıldığı zindanda 7 yıl kaldıktan sonra öldü. Arslan’ın ölmesiyle ona bağlı Türkmenler başsız bir şekilde kaldılar. Kardeşi Musa Yabgu ile yeğenleri Çağrı ve Tuğrul’un akıbetiyse bambaşka olacaktı. Onlar ölmeden önce geçmişte pek de araları olmayan Arslan Yabgu’dan gelen sembolik bir mesaj alacak ve Gaznelilere karşı amansız bir mücadeleye tutuşacaklardı.
Türkmenlerin hareketli ve mücadeleci yaşamında şartlar gerektirdiği takdirde eski dost düşman, eski düşman da dost olabilirdi. Nitekim Çağrı ve Tuğrul kardeşlerle amcaları Musa Yabgu, geçmişte Arslan Yabgu’nun müttefiki olan ve kendilerine düşmanca davranmış bulunan Karahanlı Ali Tigin’in emrinde bir süre savaşmış daha sonra Harezm valisi Harun’un davetiyle Türkmenleriyle onun emrine girmişlerdi. Harezm’de yaşarlarken Cend hakimi Şahmelik’in baskınıyla bitme noktasına gelmişlerdi. Araya giren Harun sayesinde yok olmaktan kurtulsalar da mallarını ve ailelerini Cend hakimine kaptırmışlardı. Bununla birlikte soylarının Türkmenlerin zihninde uyandırdığı derin saygıdan mıdır bilinmez kısa zamanda etraflarına yeni Türkmenleri atlıları toplanıverdi. Kendilerini biraz toparlasalar da yaşananlar Harezm’de kalmalarını tehlikeli bir hale sokmuştu. Bunun üzerine buyruklarındaki Türkmenlere yeni bir yurt bulmak arzusuyla kendilerine karşı hiç de dostane hisler beslemeyen Gaznelilere başvurup Horasan’a inme talebinde bulunmuşlardı. Gazne yönetimi bu işe isteksiz olsa da Türkmenler Selçuklu başbuğlarının emrinde sel gibi Horasan’a akmaya başlamıştı. Burada emirlerindeki Türkmenlerle bu kez Gaznelilere hizmet etmeyi teklif etmişlerdir.
Selçukluların Horasan günleri de huzurdan uzaktı. Gazne yöneticilerinin saldırgan tutumu Türkmenlerin yerleşik bir ülkede bozgunculuk çıkarmasıyla birleşince Gazneliler ile Türkmenler kısa zamanda karşı karşıya gelmiştir. Bu süreçte meydana gelen bir dizi savaş Türkmenlerin yeryüzünde hayatta kalma savaşından başka bir şey değildi. Oğuz illerinden kendilerine katılan soydaşlarıyla gücü artan Selçuklu başbuğları, Gazneliler karşısında akınlarla güçlerini sınadıktan sonra kendilerine ait bir devlet kurmadan bu dünyada ayak basacak bir karış yerleri olmadığını anladılar.
Türkmenlerin yıldızının parlayacağı günler yakındı. Taraflar arasındaki hüküm 1040 yılında Dandanakan kalesi önünde verildi. Bir tarafta kalabalık, yorgun, psikolojik olarak kırılgan ve çok uluslu Gazneli ordusu diğer taraftaysa emrindeki başbuğun etrafında soy bağıyla ve yurt arzusuyla toplanan savaşçı Türkmenler vardı. Savaşın kazanı Selçuklular oldu. Kesin zaferden sonra toplanan kurultayda Selçuklular, kadim Türk töresince fethettikleri ve ileride fethetmeyi planladıkları toprakları aralarında pay edip Tuğrul Bey’i hükümdar seçtiler. Ardından kurdukları yeni devleti tüm dünyaya ilan ettiler. Türk tarihinin en özel devletlerinden biri olan Selçuklular, böylece tarih sahnesine çıkmış oldu.
Tuğrul Bey devletini kurduktan bir süre sonra yönetimi merkezileştirme yönünde adımlar atınca devletin kurucu unsuru Türkmenler, huzursuzluğa kapıldılar ve oluşan bu yeni duruma tepki göstermekte gecikmediler. Kutalmış, İbrahim Yınal gibi güçlü Selçuklu hanedan üyelerinin bu merkezileşme politikasına karşı kalkıştığı isyanlara ciddi bir destek vermişlerdir. Selçuklu sultanlarını zaman zaman zor duruma sokan Türkmenleri memnun edip devlete ısındırmak adına bazı adımlar da atılmıştır. Alparslan ve Melikşah devrinin veziri Nizamülmülk’ün önerisiyle devletin kuruluşundaki hak ve emekleri, hanedan ile aynı soydan olmaları gibi nedenlerle bir kısmının ‘’gulam’’ olarak saraya alınması, bazılarına ikta verilmesi gibi çeşitli yöntemler denenmiştir. Bu gibi çözümler arayışları bir miktar etkili olsa da oldukça kalabalık bir nüfusa sahip Türkmenler, hiçbir zaman tam olarak kontrol altına alınamamıştır. Yine de Tuğrul Bey’den itibaren Selçuklu idaresi çok doğru bir yönlendirmeyle Türkmenlerden kendi boy beylerinin veya bazı Selçuklu emirleriyle şehzadelerinin emrinde Azerbaycan, Orta Doğu ve Anadolu’nun fethedilmesinde büyük yararlık görmüştür. Ayrıca Türkmenler fethedilen bu yeni yurtların kalıcı Türk illeri olmasında kilit bir rol oynamıştır.
Roman Diyojen’in Türkmenlerin Anadolu’daki faaliyetlerine son vermek üzere harekete geçmesi sonucunda meydana gelen Malazgirt Savaşı, Sultan Alparslan’ın zaferiyle sonuçlanmıştır. Bu savaş esnasında Türkmenler, Selçuklu ordusunda bulunmuştur. Savaş neticesinde Anadolu’da askeri ve psikolojik üstünlük tamamen Türkmenlerin eline geçmiş ve on yıl gibi kısa bir süre içerisinde Anadolu’nun neredeyse tamamı Selçuklu hâkimiyetine alınmıştır. Türkiye Selçuklu Devletinin kuruluşu ve genişlemesi Malazgirt Savaşını takip eden yıllarda Süleymanşah’ın emrindeki Türkmenlerle Anadolu’ya gönderilmesi sayesinde gerçekleşmiştir. Anadolu’nun Türk yurdu haline gelmesi Azerbaycan üzerinden Anadolu’ya akan bu yoğun Türk nüfusu sayesinde sağlanmıştır.
Atlı-göçebe Türk savaş yöntemiyle vurkaçlar, sahte ricatlar, pusu kurma gibi yollarla savaşan ve hafif donanımlarıyla çok hızlı hareket eden Türkmenler atlı okçuluk konusunda döneminin en iyi askerleri olma özelliğine sahiptir. Buna rağmen kuşatma savaşlarında, ağır zırhlı ordular karşısında başarı sağlamada yetersiz kalmaktaydılar. I. Haçlı Seferi esnasında 1097 yılında Dorylaeum’da kalabalık, ağır teçhizatlı, disiplinli Haçlılar karşısında meydan savaşına tutuşan I. Kılıç Arslan ve emrindeki Türkmenler bu savaşta ağır kayıplar vererek geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Takip eden yıllarda Türkmenler, bazen Selçuk sultanlarının emriyle bazen de kendi başlarına buyruk olarak Doğu Roma İmparatorluğu ve Anadolu’dan Kudüs’e inen Haçlılarla mücadelelerini sürdürmüşlerdir. I ve II. Haçlı Seferlerinde Haçlıları vurkaçlarla, baskınlarla sürekli rahatsız etmişlerdir. Özellikle 1101 yılında Niksar yönlü Haçlı yürüyüşünde I. Kılıçarslan, II. Haçlı Seferindeyse 1147 yılında oğlu Mesud Haçlılara çok ağır yenilgiler tattırmışlardır. Her iki sultanın başarısının temelinde emirleri altındaki Türkmen atlılarının en iyi bildiği iş olan düşmanı yıpratmaya, yormaya, pusular ve ani baskınlarla yıldırmaya yönelik savaş yöntemini kullanmak yatmaktadır.
Anadolu’nun kesin olarak Türk yurdu haline geldiği savaş olarak nitelendirilen Miryokefalon Savaşı, İmparator Manuel’in Macarlarla ve diğer Balkan uluslarıyla meşgul olduğu dönemde Türkmenlerin Selçuklu ucundan daimi olarak Doğu Roma sınırına tecavüzleri sebebiyle meydana gelmiştir. İmparator, doğrudan Konya üzerine yürüme amacıyla ağır kuşatma aletleriyle ve güçlü bir orduyla çıktığı seferinde 1176 yılında ağır bir mağlubiyete uğramıştır. Ordusu Türkler tarafından kuşatılmış ve ağır kayıplar vermiştir. İmparator Manuel bu yenilgiyi, bundan 105 yıl önce Malazgirt'te uğranılan yenilgi ile eş değer görmüştür. II. Kılıç Arslan, Türkmenlerin oldukça ustalıkla uyguladığı savaş yöntemlerinden biri olan sahte ricatla İmparator ve ordusunu Denizli civarında Hoyran Gölü yakınlarındaki dar ve sarp vadiye sokmayı başarmıştır. Düşman ordusunun bundan sonraki safhada neredeyse imhasında büyük yararlık gösteren ve zafer neticesinde yüklü ganimet elde eden Türkmenlerin bir kısmı ganimetleri ile kendi obalarına dönmüştür. Bir kısım Türkmenlerse II. Kılıç Arslan’ın Doğu Roma ile barış yapmasını ihanet olarak nitelendirmiş ve iki devletin anlaşmasını umursamaksızın akınlarına ara vermeden devam etmişlerdir. Sultan çareyi bu Türkmenlerin kendisine ait olmayıp başına buyruk kitleler olduğunu Doğu Roma yönetimine bildirmekte bulmuştur. Türkmenler, savaşlarda oldukça etkili askerler olmakla birlikte hoşlarına gitmeyen durumlar karşısında kendilerinden bir yönetici de olsa otoriteden bağımsız hareket edebilmekteydi.
Türkiye Selçuklu gücü Moğol istilası sonucunda bitme noktasına geldiğinde Doğu Roma kaynaklarının ifadesinde karıncalar gibi kalabalık Türkmenler kitleleri günümüz Marmara ve Ege bölgelerine doluşmuştur. Bu Türkmenler konargöçer yaşam tarzlarını büyük oranda halen sürdürmekte, gaza ve yağma ile geçimlerini temin etmek için kendilerini sefere götürecek başbuğlar aramaktaydı. Bu başbuğlardan birinin Doğu Roma ile anlaşması ve akınlarını durdurması Türkmenler için hiçbir anlam ifade etmemekteydi. Çünkü Türkmenler, böyle bir durumda akını bırakan bir başbuğdan ayrılıp kendilerini akın ve yağmaya götürecek yeni başbuğları hemen bulmaktaydı. Doğu Roma ucundaki bu dinamik ve kaotik ortam, Osman’ın hızlıca uçtaki Türkmenler arasında savaşçı bir başbuğ olarak sivrilmesine imkân tanıyacaktı. Akınlar yapıp gaza etmek, ganimetle doyumluk almak ve hepsinden öte sonunda kendilerine yeni yurtlar fethetmek gibi savaşçılığı teşvik eden güçlü arzular Türkmenlerin zihin dünyasını süslüyordu.
Bu dönemde Osman Bey’in başlangıçta yoldaşları zaman içerisinde nökerleri olan Saltuk Alp, Aykut Alp, Turgut Alp, Hasan Alp, Samsa Çavuş bu alp-gazilerin önde gelenlerindendi. Bu kimseler Türkmen savaşçılarını sefere götüren savaş deneyimi yüksek ve iyi silahlanmış başbuğlardı. Kendisine Oğuz ananesince bağlı olan Türkmenler dışında Osman Bey’in kuvvetleri, çoğunlukla Kastamonu ve Menderes (Aydın) yöresinden gaza-doyum için geçici süreyle gelen Türkmenlerden oluşmaktaydı. Bu Türkmenler, kızıl börk giyip savaşlarda boy gösterdikçe fakir çobanlar olmaktan çıkıp yeni bir sınıf olan “akıncı’’ sınıfına yükselmekte ve içinde bulundukları toplum içerisinde sınıf atlamaktaydı.
Türkmenler Selçuklu döneminden başlayarak aşama aşama yerleşik hayata geçmeye başlamış, bu yerleşme süreci Osmanlılar zamanında daha da hızlanmıştır. Türkmen geleneği Osmanlı Rumeli’sinde akıncı ocağı şeklinde yerleşik bir askeri mesleğe dönüşmüştür. Osmanlı Anadolu’sundaysa sınırlı olarak kültürel yönden devam etse de askeri açıdan ortadan kaybolmuştur. Türkmen atlı okçu askeri geleneği Karakoyunlu, Akkoyunlu devletlerinden Safevilere intikal etmiş bu devletin erken döneminde gerili yayı olmuştur. Zamanla bu devletin de yerleşik bir devlete dönüşmesiyle askeri misyonunu orada da yitirmiştir.