Cumhuriyetin kuruluşundan sonra M.Kemal’in gerçekleştirdiği devrimler arasında en çok konuşulan ve tartışılan devrimlerden birisi mutlaka harf devrimidir. Tabi bu tartışmalar cumhuriyetle birlikte değil cumhuriyetten evvel de gündemde bulunmaktaydı. Günümüzde baktığımızda ise halen tartışmaları sürmektedir ve bana göre de daima bu konu gündemde kalacaktır.
Harf devriminin tartışmalarına değinmeden önce bu tartışmaların niçin olduğunu görmek amacıyla Osmanlıca’nın özelliklerinden ve neden devrim yapmak istenildiğinden bahsedelim. Öncelikle Arap alfabesine baktığımızda bir harfin başta, ortada ve sonda yazılışına göre şekil değiştirmesi öğrenilmesini de zorlaştırmaktadır. Bu bakımdan Arap alfabesini kullanan toplumlarda okuma yazma bilenlerin sayısı, nüfusa nazaran çok az kalmıştır. Bu yüzden Müslüman Türkler ve İranlılar, zaman içerisinde ibadet gayesiyle öğrendikleri Arapça’nın kendine has bazı özelliklerini, kendi dilleri için elverişli hale getirmeye çalışmışlardır. Zamanla Arapça ve Farsça kelime ve deyimlerin dilimize girmesiyle birlikte, dil kurallarımızda da Arapça ve Farsça’nın tesirleri görülmeye başlamıştır. Bu iki dilden zincirleme sözcük takımları ile gramer ve imla kurallarının girmesiyle de, adeta Osmanlı Türkçesi yeni bir dil ortaya çıkmıştır.
Tanzimat ve Islahat Devri Tartışmaları
Pekala, Osmanlı Türkçesi’nin Cumhuriyet kurulduğu tarihteki sayısal verilerine bakalım:
‘’13 Milyon nüfus, 153 ortaokul ve lise, sadece bir üniversite var. Halkın sadece %7’si okur – yazar, bu oran kadınlarda %1 bile değil.’’ Yeni yazı ve imla gibi konular ise ilk defa Tanzimat döneminde Tanzimat Fermanında dile getirilmiştir. Fermanın öğretim ile ilgili kısmında şu görüşlere yer verilmektedir:
‘’İstanbul ve taşrada açılan okullarda iyi yetişen öğrenci sayısı azdır. Bunun başlıca nedeni de öğretim yöntemlerinin yetersizliğidir. Gerçekten çocuklar öğretime mahalle mektebinde başlayınca, 6-7 yıl Arap harflerini öğrenmeye çalıştıkları halde, harekesiz yani ünlü işaretleri olmayan bir mektubu doğru dürüst okuyamamaktadırlar. Daha da kötüsü; onları okutan öğretmenler de aşağı yukarı aynı durumdadırlar. Bunlar mahalle mektebinden sonra herkese açık olan sivil okullara gidince pek de anlamadan Arapça dil bilgisi öğrenmeye başlarlar. İçlerinden ancak yetenekli olanlar, zamanla kendi dillerinin gramer yapısını Arapça’ya uygulamak yoluyla Osmanlı Türkçesi okuyup yazmayı başarabilirler. Ancak bu arada çoğu yetenekli olmayan öğrenciler, iki satırlık bir tezkereyi doğru yazmakta bile zorluk çekmektedirler. Kendi dillerinin alfabesini ve gramerini bilmediklerinden Türkçe sözcükleri dahi kendilerine göre çeşitli biçimde ve genellikle yanlış yazarlar.’’
Bu ifadelerden sonra ise Osmanlı Türkçesi’ni Arapça yoluyla öğrenmek yerine, birincisini yazım ve dil yönünden iyice kavradıktan sonra, Arapça’ya geçmenin daha faydalı olacağı vurgulanmıştır.
Islahat dönemine geldiğimizde ise Islahat Fermanında geçen gayrı müslim azınlıklara kendi okullarını kurma ve eğitimde bağımsızlık gibi bir takım haklar tanıyan bu ferman aracılığıyla gayrı müslimler arasında da olsa Latin harflerini bilen ve onunla okuyup yazan kişilerin sayısının artması ve böylelikle Latin harflerinin yaygınlaşmasını sağlaması açısından önemlidir.
İlk çalışmalar
Tanzimat ve Islahat dönemlerinde harflerle ilgili ilk münferit çalışma Ahmet Cevdet Paşa tarafından yapılmış ve Türkçe’nin Arapça ve Farsça’dan farklı bir dil olduğunu belirtmiştir. Arap harfleri ile gösterilemeyen sesleri göstermek amacıyla yeni bir yazı aramak gerektiğini de belirtmiştir. Daha sonra ise bu konuda Münif Paşa’nın tespitleri mühimdir. Münif Paşa meseleyi ilk defa sözlü olarak beyan etmiş ve tartışılmasını sağlamıştır. Münif Paşa, hareke olmadığı için bir kelime çeşitli biçimlerde okunabilmekte, Arapça ve Farsça kelimelerin fazlalığı okuma yazmayı zorlaştırmakta, büyük harf olmadığı için özel isimler ayırt edilememekte ve harflerimizin basıma uygun olmamasından dolayı değiştirilmesi gerektiğini belirtmiştir.
Paşa’nın bu fikirlerinden 1 sene sonra Azerbaycanlı Şair Mirza Feth-Ali Ahundzade, Türk dünyasında imla birliğini sağlamak için görüşlerini açıklamıştır. 1869 senesine geldiğimizde ise tartışmalar daha da büyümüş Londra’da sürgünde olan Genç Türklerin yayınladığı Hürriyet gazetesinde çıkan bir makale Türk eğitim sistemini şiddetle yermiş görüşe göre ; Ermeni, Rum ve Yahudi çocukları altı ayda okuma ve bir yılda yazmayı öğrenirlerken, Müslüman çocuklar yıllarca eğitim gördükleri halde bir gazete dahi okumaktan aciz kalıyorlardı. Kusur ise eğitim sisteminde bulunmuştu. İran’ın İstanbul Elçisi Melkum Han da tartışmaya katılarak, Müslüman eğitim sisteminin eksik ve yetersiz olduğunu ve bunların sorumlusunun da Arap harfleri olduğunu belirtmiştir.
Aynı gazetede Melkum Han’a cevaben Namık Kemal; ‘’Ülkemizdeki hastalıkların sebebinin cehalet olduğunu kabul etmiş, fakat bütün kabahatin alfabenin yetersizliğinden olduğuna katılmamıştır. İcmalen İngiliz yazısının Türkçe kadar düzensiz ve muğlak olduğunu dile getirmiş, fakat yine de İngiltere ve Amerika’da cehaletin az olduğunu vurgulamıştır. Bununla birlikte, fonetik bir yazı kullanan İspanyolların ise, İngiliz ve Amerikan eğitim düzeyinin çok altında kaldıkları’’ görüşünü savunmuştur. Ayrıca Kemal’e göre Kur’anı okuyabilmek elzem olduğu ve doğru yazabilmek için Arapça’nın sarfını olsun bilmek lazım geldiği için Türkçe için başka harf tertibi, abesle iştigalden başka bir şey değildir. Çünkü harf değişikliği İslam ülkeleri ve Müslüman halk ile aramızdaki irtibattır. Yazı birliği kalkarsa İslam birliği de kalkacağı için karşı çıkmaktadır.
Terakki gazetesinde Hayrettin Bey’in, Maarif-i Umumiye başlıklı yazısında Kur’an Arap harfleriyle yazıldığı için, bu harflerin Türkler arasında kutsal bir değeri olduğunu belirterek, bu sebeple Türklerin bu harflerden vazgeçmek istemeyeceklerini vurgulamıştır. Bu harfler değiştirilmedikçe de ilerlemenin mümkün olmayacağını belirtmiştir.
Ebuzziya Tevfik Bey de cevabi yazısında; ‘’Maarifin ilerlemesi harfleri değiştirmekle değil, öğretim sistemini değiştirmekle mümkün olur. Keramet Frenklerin harflerinde değil, sistemindedir. Bütün dünyayı aydınlatan bilgi ışığı bizim kullandığımız harflerden doğmuştur. Harfler değiştirilirse, bu ana kadar yazılan kitapları anlayan kalmaz. Bin yıllık eserleri yeniden yazmak gerekir ki, bu da mümkün değildir. Kur’an için başka, diğer ilimler için başka harf kullanılır mı? Bu, bir dili beceremeyen adama iki dil öğretmeye benzer.’’ diyerek ifade etmiştir.
Meşrutiyet devri tartışmaları
1.Meşrutiyet devrine geldiğimizde baskıcı yönetimden dolayı harf devrime üzerine pek yorum yapılamadığını göstermektedir. Padişah 2.Abdülhamit tartışmalara izin vermemiş oldukça zorlaştırmıştır.
2.Meşrutiyet döneminde ise Türkçülük fikir akımının öncülerinden Ziya Gökalp ve arkadaşları Arap alfabesini savunmaya devam etmişlerdir. Hatta en başta Ziya Gökalp olmak üzere bu fikri benimseyenler, Arap alfabesinin korunmasını ve kullanılmaya devam edilmesini istemişlerdir.
Bu düşüncelerinin gerekçesini de şöyle açıklamışlardır: Arap alfabesi Rusya Türkleriyle Osmanlı Türkleri arasında birleştirici bir bağdır. Rusya Türklerinin hepsi Arap yazısını kullanmaktadırlar. Dolayısıyla bütün Türkleri bir kültür dairesi içinde toplayabilmek için, Arap alfabesi vazgeçilmez bir kültür aracı durumundadır. Hele Latin harfleri benimsenecek olursa, Türkiye Türkleriyle Rusya Türkleri arasındaki bağlar zayıflayacak ve hatta kopacaktır. Bu sebeple Arap harfleri kullanılmaya devam etmelidir.
2.Meşrutiyet döneminde harf inkılabı ile ilgili görüşleri 3 grupta toplayabiliriz bunlar:
1- Alfabede ıslahata gerek yoktur. Yani aynen mevcut haliyle kullanılmalıdır.
2- Arap alfabesi atılarak yerine Latin alfabesi kabul edilmelidir.
3-Latin alfabesinin alınmasına gerek yoktur Arap alfabesi ıslah edilerek sorun çözülebilir. Yani alfabemiz tam olarak dilimizin ihtiyaçlarını karşılayamamaktadır.
Arap alfabesinin hiçbir değişikliğe uğratılmadan mevcut haliyle kullanılmasını savunan görüşler kapsamında ilk olarak Şeyhülislamlığın konuyla ilgili bir fetvasını örnek verebiliriz. Bu dönemde Arnavutluk’ta Latin harflerinin kabul edilmesi üzerine, oradaki bazı Müslümanlar, Arnavutça’nın Latin harfleriyle yazılmasının şeriata uygun olup olmadığı konusunda Şeyhülislama başvurarak, bu konuda bir fetva istemişlerdir. Bunun üzerine Şeyhülislam tarafından yayınlanan fetvada; şeriatın Latin harflerinin kabulüne ve bunlarla İslam okullarında eğitim – öğretim yapılmasına asla cevaz vermeyeceği belirtildikten sonra, Arap harflerinin kullanılmakta olan şeklinden başka biçimlerde yazılmasının dahi mümkün olmadığı, kesin bir şekilde ifade edilmiştir.
Latin alfabesinin kabul edilmesini isteyenler ise başlıca olarak ;
1- Yazımız güç öğreniliyor.
2- İmlamız takarrür etmiyor.
3- Yabancılar harflerin güçlüğünden dolayı dilimizi öğrenmeye rağbet etmiyorlar.
4- Az çok tahsil edenlerimiz bile bir makaleyi yanlışsız okuyamıyorlar.
Diyerek belirtmişlerdir. Önderliğini Abdullah Cevdet’in yaptığı bu grupta, Hüseyin Cahit Yalçın, Kılıçzade Hasan Hakkı Bey, Giritli Ahmet Saki Bey gibi devrin tanınmış düşünür ve yazarları bulunmaktaydı.
Harflerde ıslahat yapılmasını isteyenler arasında ise Harbiye Nazırı Enver Paşa bulunmaktaydı. Harflerin ayrı yazılmasını istiyor hatta ordu içerisinde harflerin ayrı yazılması ile ilgili bir yazışma başlatıyor. Alfabede ordu içerisinde ilk fiili ıslahatı bu açıdan Enver Paşa yapıyor. Yazısına ise Ordu Elifbası, Enver Paşa Yazısı gibi isimler veriliyor.
Karabekir ve Kılıçzade’nin tartışması
Cumhuriyet dönemine geldiğimizde ise henüz ilan edilmeden 17 Şubat – 4 Mart 1923 tarihleri arasında İzmir’de toplanan İzmir İktisat Kongresinde gündeme gelmiştir. İşçi delegelerden İzmirli Nazmi ve iki arkadaşı tarafından Latin harflerinin kabulüne dair bir önerge verilmiştir. Ancak kongre başkanı Kazım Karabekir tarafından tepkiyle karşılanmış ve genel kurulda okutulmadan dahi reddedilmiştir.
Daha sonra Karabekir konuyla ilgili olarak Hakimiyeti Milliye gazetesinde verdiği demeçte;
‘’..Bu kabul edildiği gün memleket hercümerce girer. Her şeyde sarf-ı nazar bizim kütüphanelerimizi dolduran mukaddes kitaplarımız, tarihlerimiz ve binlerce cilt asarımız bu lisanda yazılmış iken büsbütün başka bir şekilde olan bu hilafını kabul ettiğimiz gün en büyük felaket de derhal bütün Avrupa’nın eline güzel bir silah verilmiş olacak, bunlar İslam alemine karşı diyeceklerdir ki; Türkler ecnebi yazısını kabul etmişler ve Hıristiyan olmuşlardır. Sonra bütün İslam alemi üzerimize hücum ettirir ve kendi aramızda birbirimizi yeriz…’’ diyerek fikrini belirtmiştir.
Kılıçzade Hakkı ise Kazım Karabekir’e şöyle cevap vermiştir;
‘’Ne gariptir ki yüksek tahsil görmüş, çok zeki bir Kazım Karabekir Paşa Latin harflerinin kabulü arzusunu takbih ediyor; ve buna sebep olarak, hulasaten alemi İslam ne der? Diyor! Evet alemi İslam ne der, işte bu kabus!’’ Diyerek ağır ifadeler kullanmıştır.
Meclisten ilk sesleniş
Harfler konusu meclis kürsüsünde ilk defa 24 Şubat 1924 günü Şükrü Saraçoğlu tarafından dile getirilmiştir.
Saraçoğlu bu konuşmasında;
‘’ Benim kanaatimce bu büyük derdin en vahim noktası harflerdir. Eğer ben Arap harfi diyecek olursam burada acaba benim fikrime tuğyan ve isyan edecek var mı? Efendiler! Bunun yegane kabahati harflerdir. Hacımızın, hocamızın, amirimizin, memurumuzun gayretine, yıllardan, asırlardan beri yapılan bunca fedakarlıklara rağmen halkımızın yüzde ikisi veya üçü okumuştur. Arap harfleri Türk lisanını yazmaya müsait değildir.’’ Demiştir.
Durum böyle olunca birçok fikir adamı ve yazar da bu tartışmaya dahil olmuş;
Halit Ziya : Memleketin resmi ve ilmi hayatında Latin harflerinin yeri yoktur.
Necip Asım : Taraftar değilim çünkü 30 asırlık kütüphanemize veda etmemiz gerekecek.
Hüseyin Suat : Daha kolay değil daha zor olacak 3 kat daha fazla vakit kaybedeceğiz.
Diyerek Latin harflerine karşı olduklarını belirtmişlerdir.
Togan ve Köprülü
Yine 1926 yılında konuyla ilgili yazılar yazan ünlü tarihçiler Fuat Köprülü ve Zeki Velidi Togan da Latin harflerini kabul etmenin sakıncalarına değinmişlerdir.
Fuat Köprülü yazısında: ‘’ Latin harflerinin kabulüne taraftar olanlar zannediyorlar ki garp medeniyetine bu suretle daha çabuk ve daha kolay temessül edebiliriz. Halbuki garp medeniyetine temessül harflerimizin tebdili ve Latin harflerinin kabulüyle kabil olamaz.’’
Görüşünü savunurken, Zeki Velidi Togan da:
‘’Sureti katiyyede bilmeliyiz ki Latin harflerinin lisanımıza tatbiki imkansız ve muzurdur’’ diyerek son derece sert ve katı bir tutum almıştır.
Ve 1 Kasım 1928
M.Kemal bütün bu tartışmaları sükunetle takip etmiştir. Yine uygulamayla ilgili Falih Rıfkı’ya üyelerin süre olarak ne düşündüklerini sormuştu. Falih Rıfkı; ‘’ Beş yıl diyen var, on beş diyen var. Düşündüklerine göre birkaç yıl, okullarda her iki yazı birden öğretilecek, gazetelerde yan yana basılacaktır.’’ Demiştir. Atatürk bu görüşlere şiddetle karşı çıkarak ‘’Bu ya üç ayda olur, ya hiç olmaz.’’ Demiştir.
Tarih 1 Kasım 1928’i gösterdiğinde ise mecliste yapılan oylama sonucunda harf devrimi kabul edilmiştir. Harf devrimi kabul edildikten sonra yapılan istatistiklere bakacak olursak yeni alfabeye karşı olanların görüşlerinde haklı ya da haksız olduklarını daha net görebiliriz.
Sonuç
Harf devriminden önce ve harf devriminden sonraki istatistikler aşağıdaki gibidir ;
Bu dönemde Türkiye’de 1927 sayımına göre okur-yazar olması gereken yaş grubundaki insanların sayısı 10.5 milyon kadardı ve bunun ancak 1 milyonu okuma yazma bilmekteydi. Bu durum, okuma-yazma bilenlerin oranının yaklaşık %11 dolaylarında olduğunu göstermektedir. Bu şevk ve ivme neticesinde yalnızca 1928-1929 ders yılında yaklaşık bir milyon civarında kişi kurslara devam etmiş ve 600.000 kadın ve erkek bitirme belgesi almıştır. Bu sayı millet mektepleri örgütü içinde erkekler için 33.560, kadınlar için de 12.853 olmak üzere toplam 47.828 A dershanesinin açıldığı 1928-1935 yılları arası itibariyle, 1.350.000’in üzerine çıkmıştır. 8 yıl sonra 1935’te okuma yazma bilenlerin sayısı 2,5 milyona yaklaşmıştır. Bu ise, okuma yazma bilenlerin oranında %150’lik bir artış olduğunu göstermektedir. Öte yandan Harf İnkılabıyla, Arap harfleriyle okuma-yazma bilenlerin de bilmeyenler durumuna düştükleri göz önünde bulundurulursa sekiz yılda yaklaşık 3,5 milyon insana okuma yazma öğretildiği, başka bir deyişle nüfusun ¼’ünün okur-yazar yapıldığı ortadadır. İşte Türkiye’de genel nüfusta okuma yazma oranının 1927’de %11’den 1935’te %20’ye yükselmesinde başlıca rolü de Millet Mektepleri oynamıştır.
İstatistikler böyle iken harf inkılabından evvel aleyhte olan söylemleri değerlendirdiğimizde hatta bugün ‘’Dedemin mezar taşını okuyamıyorum’’ ‘’Bir gecede cahil bırakıldık’’diyenlere sanırım verilecek başka cevap yoktur. Yukarıdaki istatistiklere baktığımız zaman Osmanlı halkı da kendi dedesinin mezar taşını okuyamıyormuş üstelik onlar bir gecede cahil kalmamışlar her gece cahil uyuyup cahil uyanmışlar..
Ayrıca bu inkılaba karşı çıkan kişilere baktığımızda görmemiz gereken en önemli ayrıntılardan biri ise M.Kemal’in nasıl bir lider olduğudur. Çünkü karşı çıkan kişilerin çok kademeli, üst düzey hatta alanlarında en iyi insanlar olmalarına rağmen harf inkılabının gerekliliğini görememeleri M.Kemal’in gerçek bir deha ve ileri görüşlü olduğunun en büyük göstergelerindendir.
1 kasım harf inkilabının açıklandığı sarayburnunda Atatürk heykelinin olduğu yerde harf inkilabı neden kutlanmıyor? Ankarada anıtkabir var, istanbulda en uygun yer sarayburnu
Kıymetli ve emek verilerek hazırlanmış bir yazı. Emeğiniz için teşekkür ederim