Not: Bu yazı milliyetçi görüşler barındırması sebebiyle “suç” unsuru içermektedir.
Kendi camiamız her ne kadar hukuksuz tutuklamalar ve üzücü vukûatlarla meşgul olsa da, uluslararası kamuoyunun gözü ve kulağı güneyimizde yaşanan kanlı hadiseler üzerinde. 9 Ekim’de Hamas’ın icra etmiş olduğu eylemin ses getirmesi ve İsrail’in bu terör eylemine mukabil seviyenin fevkinde bir şiddetle müdahale etmesi dünyanın da ilgisini devamlı olarak bölge üzerinde tutuyor. Bunun esaslı sebebi, en basit haliyle, çatışmanın yalnızca Gazze Şeridi ile mahdut olmamasıyla ve tesirinin dünya çapında hissedilmesiyle pekala izah edilebilir. Bu yazı da dünyanın, savaşı merkezine yakın bir köşesinden takip eden bir Türk milliyetçisinin hissiyatı ve fikirlerini ihtiva etmektedir.
Sonda söyleyeceğimi şimdi söylemekte fayda var; şiddetin bağlamından münfasıl olmadığı bir düzlemde gözü dönmüşçesine tek bir tarafı desteklemeye son derece muhalifim. Her iki tarafın da milletlerinin müdafasına leke düşürecek şekilde işlemiş olduğu cinayetleri şiddetli bir şekilde tekdir ediyorum. Lakin 20 yıla yaklaşan Netanyahu devrinde devlet gibi davranmaktan uzak davranışlar sergileyen ve Hamas’ın Gazze’de kuvvetlenmesini, Filistin halkının da radikalleşmesini teşvik eden İsrail’in günah terazisinde daha ağır bastığını zann ediyorum. Filistin’in devlet olma hakkının gasp edildiğine inanan biri olarak bir an evvel selametin sağlanmasını temenni ediyor ve söz konusu bölgede iki devletli halli destekliyorum.
Olayların tarihine ve hatta tarih öncesine müteallik çok sayıda makale, kitap ve belgesel bulunabileceğinden ve benim de bir tarihçi olmamamdan mütevellit siz kıymetli okurlara derinlikli bir çerçeve takdim edemeyeceğim. Bu yolu tercih etmememdeki sebep yalnızca noksanlığımdan değil, aynı zamanda tarihsel paradigmalara üzerinden hak iddia etmenin bünyesinde bulundurduğu yanlışların da tesiri var. Yoksa rahat yataklarından savaş çığırtkanlığı yaparak şiddet fanatiği olan yığınlar içerisinde, bir yanda antisemitizmi ve öte yanda da İslamofobiyi besleyerek neticeye varmak tercih edilesi olabilir. İlerleyen satırlarda bunun ehemmiyetinden bahsedeceğim.
Türkiye’nin kutuplaşmış yapısı sebebiyle, kendilerini alâkadar etmeyen mevzularda dahi bir taraf olmayı ve karşıda konumlanan insanları düşmanlaştırarak saldırmayı hobi edinen ciddi bir kesim var. Yanlış anlaşılmak istemem, zira bu olayın memleketimizi ve insanlarımızı alâkadar etmediğini düşünmüyorum. Dört bir yanımız çatışmalar ve savaşlarla doluyken herkesin gündemi yakından takip etmesi ve kendilerini hadiselerin derinlerine kanalize etmesi tabii ki normal. Keza bunun mühim bir çıktısını şu an yaşıyoruz.
Hususiyle İslamcı kesim, haklı olarak Kudüs’ü kendilerine dava kabul ettiklerinden, son derece seri, müteşekkil ve sert bir tepki veriyor yaşananlara. Hatta o kadar sert tepki veriyorlar ki, 36 Türk evladının İdlib’de şehit edilmesi üzerine evlerinden çıkamayan kitleler, 43 polisi yaralama pahasına İsrail Büyükelçiliği’ne saldırmaya ve sayısı yirmi bini bulmayan Türk Yahudileri’ni vatandan kovmaya cesaret edebiliyor.
Keza bugün de sosyal medyayı felç eden boykot gönderilerinin çoğu; Uygurlara müteveccih sistematik şiddeti devlet siyaseti haline getirmiş Çin’in, kamu sermayesiyle desteklediği firmaların ürettiği telefonlardan atılıyor. Yemen’deki çocuklar için kapanan dudaklar, bugün şevkle “Allahuekber” diye açılıyor. Kurmuş olduğu diplomatik münasebetler üzerinden Azerbaycan’ı lanetleyenler; Kırım’da tedhiş ve baskı altında yaşayan Müslümanlara karşı sessiz kalmayı tercih ediyor. Kazandığı başarılarla göğsümüzü kabartan Filenin Sultanlarını kıyafetleri yüzünden münafık ilan edip hedef gösteren çevreler, Mia Khalifa namıyla meşhur bir porno yıldızını ve geçimini modellikten sağlayan Hadid kardeşleri Filistin’e olan destekleri yüzünden tebrik yarışına giriyor.
Solcuların da İslamcılardan geri kaldığını söylemek mümkün değil. İşgalci Rus tankları Kherson’a girer girmez soluğu NATO karşıtı eylemlerde alan solcular; Halep, İdlib ve Hama’da siviller öldürülürken diktatör Esed’in ne kadar seküler ve ilerici olduğundan bahsetmekle meşguldü. Aynı sekülerlik ve ilerici tavrı İsrail’de bulamadıklarından mı bilinmez, bugün pek çoğu sivillerin katledildiği 9 Ekim saldırısını kınamaktan dahi aciz bir pozisyonda.
Bu iki grubu kınamaya kalksam klavye başından ayrılamayacağım için başka bir hususa dikkat çekmek istiyorum. Erdoğan’ın “İslam Dünya’sının” liderliği iddiasından vazgeçmek zorunda kalması, Türkiye’nin düzensiz göç ile zorlu imtihanı ve İhvan’ın “Anadolu Şubesi” olan AKP’nin memleketi içine soktuğu kırılgan iktisadi durum sebebiyle faal bir harici siyaset izleyememesi; hükümet ve hükümete bağlı grupların strateji ve taktik değiştirmesine neden oldu. Daha önce sınır ötesi operasyonlar ve uluslararası krizlerdeki çıkışları ile harici siyaseti dahili siyasette zafer kazanmak için kullanan Erdoğan, bu yollarla Türkiye’nin başka memleketler nazarındaki itibarını yitirmesine vesile olduğu gibi, destekçilerini de dizginleyemeceği bir düzlemde başıboş bırakmak zorunda kaldı.
Filistin-İsrail çatışması kapsamında memleketimizde yaşanan hadiseleri de bu açıdan değerlendirmek mümkün. Hepimizin hatırlayacağı gibi bundan 15 sene evveline dek Hamas’la sıkı münasebetler kuran Erdoğan, bazı Hamas liderlerinin Türkiye’de olmasına rağmen ilk açıklamalarında kendilerine koşulsuz bir destek sunmamıştı. (Bunu yaparak da toplumumuzun büyük bir kesiminden takdir toplamıştı.) Lakin dini gruplar ve “trol” olarak tanımlanabilecek kesimlerin kalabalıklar toplayıp, İsrail Büyükelçiliği önünde eylem yapması ve bu eylem neticesinde 43 polisimizin yaralanması yüzünden İsrail’e yapılan kınamaların düzeyi ve şiddeti arttı. Tabii ki Bahçeli’nin mühlet verdiği 24 saat ve MHP’nin Ferdi Tayfur’lu klibinden bahsedilebilir. Aynı şekilde Yeniden Refah Partili ve Hüdapar’lı grupların sokaklara kola dökmek suretiyle İsrail’e göz dağı vermesinin de unutulmaması lazım.
İsrail kaynaklı veya Yahudi kökenli diyerek bazı Türk şirketlerinin de mallarını boykot eden öfkeli topluluklara karşı Erdoğan’ın cevabı ise mukaddes kitabımız Kur’an-ı Kerim’i yakanları kollayan, teröristlere destek çıkan İsveç’in NATO’ya katılım protokolünün TBMM’ye iletilmesi oldu.
Bunun yanı sıra öyle bir iddia gündeme geldi ki, cumhuriyetçi hassasiyete sahip her yurttaşımız tarafından şüphesiz ki derin bir öfkeyle karşılandı. Kendilerini hanedandan sayan laiklik ve cumhuriyet karşıtı mürtecilerin, gayrimüslimlerin işlediği savaş suçlarına olan kızgınlıklarını Büyük Atatürk’e ve onun mirasına kusmasına zaten alışmıştık. İsrail ve ABD’ye karşı yaptırım uygulamaktan aciz pozisyonda olan hükümetin, Asya’nın iftiharı olan Cumhuriyetimizin 100. Yıl Dönümü’nden bir gün önce düzenleyeceği iddia edilen “Büyük Filistin Mitingi”nin ise, “şeriat ve halifelik” naraları atan çevrelerin öfkesini yönlendirmek için kullanılması muhtemel.
Gazzeli çocukların naaşı üzerinden kurban kesen, masum bebeklerin canı üzerinden siyasi hırslarını göstermeye çalışan kan emicilerin bizleri kışkırtmaya çabalarına karşın; umuyorum ki Türk milliyetçileri, hamasetten uzak bir şekilde her türlü zulmün karşısında olmaya devam edecektir.
İşte tam da bu sebepten ötürü yazının ikinci kısmı doğrudan Türk Milliyetçilerine seslenmektedir.
Yukarıda elimden geldiği kadar İsrail ve Filistin meselesi ve Türkiye’ye tesirleri üzerine fikirlerimi arz etmeye çalıştım. Lakin kendi topluluğumuz çevresinde icra olunması gereken bir özeleştiri var ve ben söylenmesi gerekenleri söylemeye gönüllüyüm.
Mühim kısmımızın tatmin edici bir entelektüel kapasitede olmasına rağmen sosyal medyada icra edilen bazı yorumlar, maalesef aşırı genelleme ve bilgi eksikliği ihtiva ediyor. Tabii ki hiçbirimizin Filistin-İsrail çatışması hakkında kesin ve isabetli tahlillerde bulunma zorunluluğu yok, ancak bazı paylaşımlar eleştiri oklarını üzerimize çekmeye ve hedef haline getirilmemize sebep oluyor. Türk’e bakan ve Türk’ün gözünden bakanlar olarak etrafımızdaki diğer gruplar gibi herhangi bir tarafı fanatikçe destekleme borcumuz olmadığı malum. Lakin milliyetçiliğimizin tutarlı bir dünya görüşü sunması adına, yaşananlarla alâkalı olarak sıhhatli bir şekilde tefrik yapabilme ve şiddetin karşısında yer alarak evrensel hukuku savunabilme zorunluluğumuz var. “Temiz Türkler”i diğerlerinden ayıran hususiyet de zaten bu olmalıdır.
Gerek Filistin Arapları ile mazide yaşanan hadiseler, gerek memleketimizde barındırmak zorunda kaldığımız sayıca fazla olan Arap nüfusunun yarattığı antipati, gerek ise solcular ve İslamcıların Filistin davasını bu denli şiddetle savunmaları yüzünden pek çoğumuz yaşanan olaylara dikkatle yaklaşıyor. Tabii ki Filistin tarafının Kıbrıs’ta Rum’dan yana olduğunu, soykırımcı Çin Komünist Partisi’yle saf tutarak Uygurları terörist olarak tanımladığını ve Güney Azerbaycan’ı işgal eden Faşist Molla Rejimine duydukları hayranlığı es geçmeyeceğiz. Lakin Filistin tarafı derken neyi ve kimi kast ettiğimizi belirtmekte fayda var.
Birçoğunuzun benden iyi bildiği gibi bütünlüklü bir “Filistin” devletinden bahsetmek çok zor. Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nden oluşan, toprakları arasında kara bağlantısı olmayan ve her iki yerde de farklı sistemlerle idare edilen bir “devletimsi”den bahsediyoruz. Bir yanda El-Fetih’in başında olan ve seçim yapılamayacağı bahanesiyle Filistin halkını yıllardır demokratik hakkından mahrum bırakan yolsuz Mahmut Abbas; öte yanda ise darbe ile başa gelerek idare ettiği Gazze’ye bile gitmekten aciz bir lider kadrosuna sahip, Halid Meşal ve İsmail Haniye’nin başını çektiği Hamas var. Türkiye ve Türk Dünyası’nı alâkadar eden mevzularda bunların hangilerini mesul tutacağımız dahi belli değil iken, yıllardır baskı ve zorunlu yer değiştirme politikaları altında hayat mücadelesi veren Filistin halkının yaşadığı zulmü görmezden gelmek, bir Türk milliyetçisinin vicdanına ve duruşuna yakışmamalıdır diye düşünüyorum.
Buna ilave olarak Batı dünyasının olayların başında İsrail’e verdiği limitsiz desteğin sorgulanması gerekliliği hepimiz için önem arz ediyor. Kendi milletinin anayasal haklarını güvenlikçi ezberler üzerinden kısıtlamaya çalışan, Kuzey Suriye’de terör örgütlerine siyasi destek sunup masum Filistinlileri “terör” bahanesiyle katleden, başında olduğu orduda dahi kendisine nefret duyan insanların barındığı bir zalimin karşısında olmak; soykırımcı Xi ile eli kanlı Putin’in karşısında olmakla bire bir örtüşüyor. Bugün masumların ölümüne ses çıkarmak isteyen İsrailli muhaliflerin ve direniş için terör eyleminden başka bir çarenin olmadığına inandırılan Filistinlilerin yaşadığını yaşamamak adına, her bir insanın yaşam hakkının yüceltilmesi ve insani değerlere kayıtsız kalınmaması gerekliliğini vurguluyorum. Eğer devletlerin şiddet kullanımına bu derece göz yumulursa, ulusal idareciler ile yabancı unsurların ortak çıkarda buluştuğu anda bizim de başımızın belaya gireceğini hatırlatmak isterim.
Son Söz
Her saat başı bir annenin evladının naaşını kameralara sallamak zorunda kaldığını müşahede etmeye maruz kaldığımız bu zamanda, cumhuriyetimizin ne kadar önemli olduğunu bir kere daha idrak ediyoruz. Tarih boyunca milletini hür ve emin tutmak için canını ortaya koyan muzaffer askerimize şükranlar sunmakla beraber; yaşadığımız coğrafyada şiddet karşıtı bir söylem geliştirmenin ehemmiyetini ve Türk’ün yalnızca savaşın değil, barış ve adâletin de efendisi olması gerekliliğini de tebarüz ettirmeyi diliyorum.
Ben bütün kalbimi şahit tutarak söylüyorum, eğer bugün Doğu Türkistan'da Uygur Türklerinin yaşadığı zulmün tam tersi olsa, mesela Uygurlar Çinlilere yapsa idi aynı şekilde eleştirir ve eğer gücüm olsa engellerdim. Türk milliyetçileri her zaman insani empatiyi kuvvetli tutmalıyız. Filistin ve İsrail halkları ayrı, yönetimler ayrı. Şuan hakikaten çok ağır bir insani dram var Gazze'de. Politikacıların, hamasetin günübirlik çekirdek kabuğunu doldurmak boş retorikleri bir yana, insan canı çok kıymetli... Maçın sonucu kime yarar gibi bir bakış açısı ahlaksızlık demektir, ki bir vatansevere yakışmaz. Ahlaklı ve insani bakış açınızdan ötürü teşekkür ederim, ellerinize ve yüreğinize sağlık...