Sosyal bilimlerde neden-sonuç ilişkisi doğa bilimlerinde olduğu kadar kesin değildir. Sözgelimi suyun kaç derecede kaynayacağı, kaç derecenin altına düşünce donmaya başlayacağı bellidir. Ancak "Ne yaparsak halk ihtilali meydana gelir?", "Neyi denersek toplumsal ilerleme gerçekleşir?" minvalindeki soruların doğa bilimlerinde olduğu gibi kesin ve her zaman geçerli bir karşılığı bulunmaz (19. yüzyıl ve 20. yüzyılın ilk yarısındaki sosyologlar sosyal bilimlerin metodunu doğa bilimlerindeki gibi belirlediler Marks’ın Hegel’den esinlenerek kurduğu diyalektiği bu yaklaşımın bir sonucu ve komünizm de onun çıktısıdır.) Zira doğa bilimlerindeki bir deneyin parametreleri yapılacak deneye göre sabitlik gösterirken sosyal bilimlerde böyle bir durumdan bahsedilemez. Dün, bir coğrafyada geçerli olan ve iyi ya da kötü sonuç vermiş herhangi bir olaya bakarak bugünün meselesine sağlıklı bir öneride bulunmak mümkün değildir (17. yüzyılda yaşayan Koçi Bey’in dönemin Osmanlı'sının sıkıntılarına öneri olarak 16. yüzyılın ortasında yaşamış Sultan Süleyman’ın faaliyetlerini yapmayı reçete etmesi ve bu yöndeki çeşitli girişimlerin başarısız olması bu yaklaşıma bizden bir örnektir.) [1]
Ekonomistlerin çok sevdiği Ceteris Paribus da (Her şey sabit kalırken, anlamında bir ekonomik çözümleme yöntemi) sosyal bilimler için makul değildir fakat bu hususta kalın çizgiler çizmek de yanlıştır. Mark Twain’den hareketle "Tarih (dolayısıyla sosyal bilimler) tekerrür etmez fakat kafiyelidir." Sözgelimi topraklarınıza bir işgali andırırcasına gelen ve işgalci gibi davranmakta bir beis görmeyen yabancı insanların yığılmasına müsaade ederseniz akıbetiniz sizden yaklaşık on sekiz yüzyıl önce yok olmuş Roma İmparatorluğu ile benzerlik gösterir. Çok uzak yıllara gitmek istemiyorum derseniz de yanı başınızdaki Lübnan’ın failed-state (Devlet olarak temel işlevlerini yerine getirebilmekten aciz siyasi organizasyon) durumu sizler için iyi bir numune olacaktır. Toplumsal ilerleme deneyinde ise Mümtaz Turhan’ın oldukça sarih bir şekilde ifade ettiği kemiyet-keyfiyet farkını idrak edip ona göre bir usul belirlemediğiniz takdirde mezkur deneyiniz daha öncekilerle kafiyeli bir şekilde başarısız olacaktır.
Ekonomik problemlerin kronik bir hâl alması ve bu durumun düzeltilebileceğine dair inancın yaygın bir şekilde kaybolması muhakkak bir sosyal bozulmaya ve toplumsal sermayenin tereddisine yol açar. Sözgelimi, artık bu toplumdaki insanlar ahlaksızlık yapabilmek için kendince çok daha fazla sebebe sahip olacak, toplumun birbiriyle yüksek bir iletişim kurabilmesini sağlayan ve birlikte organizasyon gerçekleştirebilme yeteneğini sağlayan değerler bu toplumda yaşayan insanlara hızla yabancılaşacaktır ve etik anlayışlarının bakmakla yükümlü oldukları küçük çevreden ibaret olduğunu düşünecek ona göre davranacaktır. Sağlıklı bir toplum yapısı ve sağlıklı bir şekilde işleyen devlet isteyenler için sürdürülemez olan bu vaziyet kısa bir vakit sonra yerleşik tüm kurumları ve değerleri hızla yozlaştıracak ‘’her koyunun kendi bacağından asılmaya başladığı’’ Durkheim’in anomi döneminin bir benzerini getirecektir. En başta devlet kendisine içkin olması gereken özelliklerini zorunlu olarak ya başka yapılarla paylaşacak ya da toptan kaybedecektir. Böylesi bir hâlde, neredeyse bütün devlet teorilerinde belirtildiği gibi devletin en asli unsuru ‘’egemenlik (Bir konuda yaptırımla desteklenmiş son kararı verebilme yetkisi) devletin olmaktan çıkacak ve o egemenlik boşluğunu doldurmak için farklı yapılar birbirleriyle mücadele içine girecektir.
Edward Banfield ‘’The Moral Basis of a Backward Society’’ adlı çalışmasında İtalya’nın güneyinde bulunan bölgelerdeki ekonomik geri kalmışlığın bireysel anlamda nasıl bir ahlaki çözülmeye yol açtığını ve bunun sosyal sonuçlarını inceler [3]. Çalışmaya göre, ekonomik bozulma lümpen bir bireycilik anlayışını ortaya çıkarmış ve kişinin ahlaki değerleri yalnızca kendi küçük çevresinden bilhassa ailesinden ibaret hâle gelmiştir; bu toplulukta kamu lehine faaliyet ve herhangi bir gelişme sağlayacak serbestlik söz konusu değildir, artık makbul olan bireyin kendi başına aksiyon alamadığı ve dolayısıyla vakarını koruyamayacağı himaye (patronaj) ilişkisidir. Bu toplumda kamu yararı ve benzeri değerlerin herhangi bir karşılığı yoktur.
Ekonomik ve sosyal anlamda devletin ulaş(a)madığı kişilere başka yapıların ulaşması hatta daha kötüsü kişilerin bu yapılara ulaşmayı hayatta kalmak için bir seçenek olarak görmeye başlaması tam da böylesine toplumsal sermayenin zayıfladığı anlarda görülür. Bu bağlamda Güney İtalya ve mafya ilişkisini göz önünde bulundurunca Dinçaslan’ın ‘’tarîkatlerı ve mafiaları’’ aynı sosyal yapıların oluşturduğu, farklı motiflerin kullanıldığı dünyevi kurumlar olarak tespit etmesi önemlidir [4]. Zira ikisi de aynı sebeplerden doğmuş aynı ihtiyaçlara cevap vermektedir. Bilinmesi gereken ise bu tür kurumların devletin egemenliğini belli bir güce ulaştıktan sonra tehdit edeceğidir. Üstelik tarîkatler, iddiaları bakımından daha cüsseli bir işe giriştiklerinden dolayı toplumu tamamen kendilerine muhtaç kılmayı hedef edinirler bunun yolu da kısa vadede devlet içerisinde etkili olmak daha sonra bizatihi devletin kendisi olmaktır. Bu yönüyle tarîkatlerın paralel bir yapı oluşturarak güç kazanmaları aklı başında herkes için çok ciddi bir tehdittir. Zira icra kuvvetini kazandıklarını ilk andan itibaren kazanılmış, tevarüs edilmiş özgürlüklere savaş açacak kendi ajandaları doğrultusunda toplumun hilafına onu dönüştüreceklerdir.
Türkiye, bugün ciddi bir ekonomik kriz içerisindedir ve göstergelere bakılırsa bunun çok uzun yıllar daha sürmesi, tam anlamıyla kronikleşmesi muhtemeldir. Himaye ilişkisine eğilimli olan kültürümüz bu sürdürülemez ekonomik durumun iyice kanıksanmasının ardından patronaj ilişkisini bir norm olarak bize kolayca kabul ettirebilir. İnsanlarımız kendini tarîkat abilerine falanca yerin yetkilisine peşkeş çekmekte bir beis görmeyebilir, şu el kapısına bir kere de ben el açayım diyenlerin sayısı artar. Toplumsal sermaye dibini sıyırabilir ve devlet egemenliği tamamıyla ortadan kalkar, egemenlik boşluğunu çeşitli tarîkatler, terör örgütleri, mafyalar, yabancı ülkeler kolaylıkla doldururlar (10 milyon kaçakla bunun ne kadar hızlı ve kolay yapılabileceğini bir düşünün.) Bahsedilen tehlikelerin hepsi maalesef bugün gerçekleşmektedir ve böyle sürmeye devam ederse ne olacağını anlayabilmek için doğa bilimleri-sosyal bilimler metot ayrımını tartışmaya gerek yok. Olacak şey akla yeterince önem vermeyen milletlerin yok oluş şiirlerine bir dize de bizim eklememiz olur.
Bütün bu olumsuzluklara rağmen sözü geçen pespayeliğin bütün Türkiye’yi esir almasının önünde duran ciddi fakat son bariyer ‘’Temiz Türkler’’dir. Temiz Türklerin siyaseten sözcülüğünü üstlenmeye namzet olan Milliyetçi Kongre Derneği bir kişinin diğerlerinin önünden yürüyerek onlara önderlik ettiği bir yapı değil, aynı kaygıları taşıyan ‘’aristokrat ruhlu insanların’’ kol kola yürüdüğü, vakarı önceleyen bir mecradır. Kutlu olsun!
[1] The Emergence of Modern Turkey, Bernard Lewis
[2] Garplılaşma’nın Neresindeyiz, Mümtaz Turhan
[3] The Moral Basis of a Backward Society, Edward Banfield
[4] Suriyeliler Bir Beka Tehtitidir (röportaj), Bahadırhan Dinçaslan, https://www.yenicaggazetesi.com.tr/bahadirhan-dincaslan-suriyeliler-bir-beka-tehditidir-243336h.htm
** Ersin Kalaycıoğlu, https://www.politikyol.com/la-ahlaki-bireyselligin-yaygin-oldugu-toplumda-siyaset/