Kompartımanda hiç yolculuk yaptınız mı bilmiyorum. Eğer son zamanlarda şöyle bir seyahat ettiyseniz ve iyi bir polisiye okuruysanız, Agatha Christie’nin Orient Express dünyasından pek bir şeyin değişmediğini fark edersiniz. Yalnızca estetik birtakım zevklerden yoksunluk vardır ama asıl sorunumuz bunu da içine alacak şekilde demiryolu hamlelerimizin yetersiz kalmasıdır.
Türkiye, büyük demiryolu projesine rağmen (2. Abdülhamid) Avrupa’nın demiryolu devrimlerinden çok ilkel kalmış bir yapıya sahiptir. Bu yapılar, ülkelerarası bir mahiyette ve çok ucuza kolay ve lüks bir yolculuk yapabilme kabiliyetini haiz.
Sosyolojik, kültürel, ekonomik ve daha sayılması pek güç pek çok terakki odaklı şeylerin nesnesi olmak açısından kıymetli olan demiryolları girişimi, bir nabzı etimize vuran kalp öneminde olduğundan, yaşamak denilen şeyin ruhuna inmek maksadından, ciddiye alınmalı değil mi? Milli Mücadele yıllarında faydalarını görmedik mi mesela bu atıl yolların? Ticarî açıdan da Sultan 2. Abdülhamid’in yegâne arzusuydu. Elbette bölgeyi kontrol etme maslahatı da bunların başında geliyordu. Halep’ten trene binen birisi, Berlin’e kadar gidebiliyordu. Şimdilerde işin vize dahil pek çok mevzuatı var. Bu, Türkiye’nin coğrafi olarak atıl kaldığı inkılâpların ekonomik cepheden yansımasıdır. Hukukla bir potada bunu eritince de itibar ve ahde vefa söylemleri, kıymet-i harbiyesi kalmayan unsurlar olarak bizi, eski tabirle inhitatın (gerileme) dibine çekmiştir.
Düşününüz. Kars ili sınırlarından başlayıp, bir müddet sonra Balkan topraklarını seyir hudutlarınıza alıp ve rotanızı Paris’te bir kahvaltı kruvasanına mıhlamak için yeni bir demiryolu projesinin gerekliliği sizi heyecanlandırmıyor mu? Ülke gençliğinin ufkunu genişletecek ve yeni maceralarla ülkelerine pek çok şey katmalarını sağlayacak bu demiryolu seyahatleri; Yakup Kadri, Halide Edip, Agatha Christie ve hatta Mustafa Kemal gibi pek çok şahsiyetin üstünde bir şahsiyet doğurmak açısından ne isabetli olmaz mı? Toros dağlarının devasa ve baş döndürücü silüetine gözlerimiz yapışıp kalsın ve dahası çok ucuza seyahat ettiğimiz bu ekspreslerde bir salep eşliğinde kitap okumak ve seyir arasında kalıp, zengin Anadolu’nun her bir zerresini temaşa ede ede ciddi bir rönesans yaşansın istemez miyiz?
İtalya’da rönesans başlarken en önemli unsur, denizcilik değil miydi? Ticaret değil miydi? Bugün Türkiye’de yeni bir rönesansa ihtiyaç varken ve ülke iktisadının beli kırılmışken yepyeni bir dünya keşfetmeye, krizden fırsat yaratmak denmez de ne denir?
İsteriz ki, Eyfel Kulesi altına karlar yağarken üç beş kemancı Nicolo Paganini çalsın ve ecnebi Margot ile bir dans edelim; Berlin’in gotik duvarlarına bakıp yepyeni Rus romanları yazalım, Hugo Von Hofmannsthal gökteki istirahatgâhından tragedyalarımıza imrensin; bir gün de Marsilya’da okkalı bir pastis içip kamaşalım ve uyuşalım.
Ve bir gün... Evet bir gün yeni keşfedilmiş dünyalar, Türkiye Cumhuriyeti Büyük Demiryolu Projesi’nin zürriyetinden türesin.
Büyük bir hayalden bahsediyorum efendiler! Asıl ikinci yüzyılımızı ihya edecek ve bir Dostoyevski Kumarbaz’ının sonbahar ağaçları altındaki halini müşahede edecek yegâne saadete bu proje vesile olacaktır. Emin olunuz ki, biz bunu hak ediyoruz.
Mehmet Can KUYUCU
Yazılarındaki üslup çok hoş kardeşim. Zevkle okuyorum. Daha sık yaz.