Türk milliyetçiliği ve daha genelde milliyet kavramı, Türkiye’de ifrat derecesinde bir ‘ad hominem’ hücuma maruz kalıyor. Tanzimat döneminden bugüne değin üç zemin üzerinde çalkalanan Türkiye, belki de ilk defa böylesi fikirsiz fikircilik oyunlarına hedef oluyor ve klavyeşörlerin kaba etlerinden uydurduğu yanılsamalarla itibarsızlaştırılmaya çalışılıyor. Çıkış noktası ise şu: <“Türk” kelimesi kapsayıcı değil.>
Bu baldırı çıplak beyinsizlerin “milliyet” ve “millet” ayırdından haberi olmadığı gibi böyle bir farkı gözetmek de istemiyorlar. Neticede bir fikri sizce makul kılan şey “inanmak isteyip istememek”ten ibaret. Ortadaki gerçek ise, bize rağmen ayan beyan kendini teşhir ediyor. Şimdi buyrunuz ve bu gerçeklere biraz göz atalım…
***
Elbette millet demek halk demek değildir. Halk belirli bir zamanda milli cemiyeti oluşturan kitlelere verilen bir isimken; millet, halk tanımını da içine alarak yalnız şimdiyi değil geçmiş ve gelecek bağları da (ortak kültür veya istikbal kaygısı diyelim) kuşatır. (Kemal Gözler ekleriyle beraber…)
Pek tabii millet geniş anlamıyla bunu ifade ederken bir de “Objektif Millet Anlayışı” ve “Subjektif Millet Anlayışı”, vakalara ve kavramlara daha derinlik kazandırıyor. Mesela:
Objektif millet anlayışı; dil, din ve ırk birliğini zemine koyarken, Ernest Renan, Qu’est-ce Qu’une Nation (Millet Nedir?) isimli eserinde subjektif anlayışı ortaya atar. Hatta der ki: “Sağlam duygulu ve sıcak kalpli insanların bir araya gelmesi manevi bir şuur yaratır ki, buna millet denir.” (Ernest Renan, Qu’est-ce Qu’une Nation, Paris, 1882, s.29)
Gazi’nin millete bakışı ise Renan gibidir:
“Bir harstan olan insanlardan mürekkep cemiyete millet denir…”
Şu manidar alıntılara bakınız ki biz bu subjektif anlayışa bugün “milliyet” diyoruz. Bahadırhan Dinçaslan “Seküler Milliyetçilik” kitabında ise bu konuyu detaylıca ele alırken en doğru milliyet kavramını Ahmet Ağaoğlu’nun diliyle destekliyor:
“Bizce hakikat, şu nazariyelerin arasındandır. Milliyetin esaslarını evvela lisan ve lisanın bütün tecelliyat-ı muhtelifesi -edebiyat, sanat, musiki ve ila ahiri- saniyen din ve dinin tecelliyat-ı muhtelifesi ve salisen bırakmış olduğu izler teşkil ederler.
Şu üç başlıca avamilin imtizacındadır ki milliyet tesis eder. Fakat milliyet (nationalite) henüz millet (nation) değildir. Bu üç unsurun mevcut olması bir milliyeti millet haline sokamaz. Milliyetten millet çıkması için anâsırın, zikrolunan anâsır-ı teşkiliyenin ahengdar ve şuurlu bir surette imtizaç etmeleri lazımdır. Lisanda, dinde, an’ane-i ırkiyede şuur ve vicdan-ı millide yaşamadıkça millet teessüs edemez. Ameli bir misal olarak yine Türkleri ele alalım: Elyevm muhtelif yerlerde birçok Türk kitleleri yaşıyorlar. Fakat bunlar birçok muhtelif Türk lehçelerini konuştukları gibi, taşıdıkları İslam dibi ve vicdanlarına mal olmamıştır. Henüz şu kitleler arasında tahrirî ve edebi bir lisan-ı umumi -Öyle bir lisan-ı umumi ki tecelliyatında umumi Türk hissiyatını, Türk efkarını taşısın- tesis etmedi; daha doğrusu, Türk edebi lisanı kendisi bile tesis etmedi. Keza İslam dinini ve dinin taşıdığı hakayıkı Türk kendisine mal edinmemiştir. Türk daha yaptığı duaların manasını bile anlamıyor.”
Buradan anlıyoruz ki milliyetin esasları; dil, din ve ırkın bırakmış olduğu izlerden tesis olunur. Öyle ki Bahadırhan Dinçaslan yine adı geçen eserde meseleyi daha netleştiriyor:
“Milliyet, bir potansiyel olarak ortadadır ve devlet başta olmak üzere kurumlar üzerinden aktifleşerek millet kimliğini doğurur. Milliyet hep vardır, ancak millet olma hali zaman zaman kazanılıp kaybedilebilir.”
Öyleyse Tanzimat ıskası olan “bila tefrik-i cins-ü mezhep” (ırk ve mezhep ayırmaksızın) lafzı milliyet üzerinden bir zemine oturamamaktadır. Bu meşhur ferman sonrasında mekteplerde, yüksek okullarda adeta Türk lafzına rastlamanın imkansız olduğu ve Tevfik Fikret, Ahmet Mithat Efendi başta olmak üzere pek çok ediplerimizin bunu desteklediği de vakidir. Merhum Ömer Seyfettin bu cereyandan rahatsız olarak yazdığı “Ashab-ı Kehfimiz” adlı içtimai romana bir önsöz ekleyerek endişelerini ve analizlerini dile getirmiştir. Merhum şöyle diyor:
“Meşrutiyet’ten sonra büyük adamlarımızın çoğuyla görüşmüştüm. Hepsinin fikri aşağı yukarı şu neticede toplanıyordu: “Osmanlılık, ne müşterek bir milliyettir. Osmanlılık ne yalnız Türklük ne de yalnız müslümanlık demektir. Osmanlı Devleti’nin idaresinde yaşayan her fert -bilâ tefrik-i cüns-ü mezhep- Osmanlı milletine mensuptur.” Halbuki bu fikir, gayri milli Tanzimat maarifinin yetiştirdiği dimağlarda doğmuş bir vehimden, bir hayalden ibaretti. Dini, lisanı, terbiyesi, tarihi, harsı, mefahiri ayrı olan fertlerin mecmuundan “müşterek bir milliyet” teşkil etmek imkanı yoktu. “Osmanlılık”, hakikatte devletimizin namından başka bir şey miydi? Avusturya’da yaşayan Almanlara “Habsburg” milleti, Avusturya milleti denemezdi. Alman nereli olursa olsun, her yerde Alman’dı. Türkçe konuşan bizler de beş bin senelik bir tarihin, hatta pek eski bir esatirin sahibi olan bir millettik. Osmanlı Devleti’nin memleketinde, Kafkasya’da, Azerbaycan’da, Türkistan’da, Buhara’da, Kaşgar’da, hasılı nerede yaşarsak yaşayalım, yine halis muhlis Türk’tük… Halbuki “Osmanlılık” kelimesine mevhum manalar veren münevverlerin siyasi fikirleri, içtimai gayeleri insanın gözlerinden yaş getirecek derecede gülünçtü…
…Türk köylüsü, “Dili dilime uyan, dini dinime uyan…” diye milliyetin hududunu pek güzel anlarken münevver efendiler son inkılap esnasında ne dile ne dine ehemmiyet veriyorlardı…”
Bu pasaj bize çok şey anlatıyor. Neler mi mesela? Evvela Türkiyelilik kavramının yeni olmadığını, Batı müstemlekesi bir fermanın ürünü olarak bugün bile hala çığırtkanlığının yapıldığını söylüyor. Anlattığı en önemli şey ise bir coğrafya üzerinde belli değerleri müştereken paylaşan insanların müşterek bir milliyet olarak teessüs ettiği… Şimdi elimizdeki bu verilerle sürekli hücum edilen Anayasa maddemizi ele alırsak “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.” hükmü, tarihin ve iki kere iki dört kesinliğindeki kuramların şehadetiyle de ispat olunacağı üzere bir imtiyazdır, hakikattir. Aynı harsı taşıyorsak ve aynı dili konuşuyorsak ve müştereken geçmiş ve geleceğimizi yâd ve hayal ediyorsak bizler, hepimiz Türk Milliyeti’nin, hatta devletin ve kuramların eliyle aktifleştirilen Türk Milleti’nin birer fertleriyiz. Kapsayıcılık isteyenlerin hepsi kendi devletini kurduktan sonra bu kapsayıcılığa eşeklik olarak bakmışlardır. Bkz: Ermeniler.
Bugün Kürtlerin ve Liberal güruhun “kapsayıcılık kapsayıcılık” diye narasını attığı sözde hümanist tavırlarının hepsi ama hepsi geçici bir hevesten ve büyük bir emelden ibarettir. Her insan evladı milletine dair hassasiyetler taşır ve yalnızca mankafalar milletini ıskalar. Harrari’nin onayladığı bilimsel kurama göre bir araya gelen her 159 kişinin gruplaştığı da vaki. Hâlâ Türkler’den, Tanzimat saçması bir âlicenaplık ve yumuşaklık bekliyorsanız eğer, karşınızda dördüncü bir zemini göreceğinizden şüpheniz olmasın: Şovenizm.
Mesele budur. Türkleri yumuşak bir kavim zannedenlerin hepsi, uyuyan dev uyanana kadar tepiniyorlar, aksırıyorlar, tıksırıyorlar… Ve fakat uyumuyoruz. Bizi şovenist olmaya zorlamayınız!
***
Merhum Ömer Seyfettin’in romanına yeniden dönelim. Aynı romanda Ermeni genç Türkler’e ithafen şu ibretlik sözleri söylüyor. Öyle ki, okudukça bir döngü içerisinde üç zeminde hırpalandığımıza daha bir kanaat getiriyorum. Bakınız:
“İtiraf ederim ki Türkler pek samimi! Tanzimat, Kanun-ı Esasi, Osmanlılık uğruna kendi milliyetlerinden vazgeçiyorlar. Mektepte okuttukları kitaplarda, tarihlerinde, gazetelerinde hatta bir tek “Türk” kelimesi ağızlarından kaçırmıyorlar.”
Âlicenaplığımıza bakın ki Ermeni genç devam ediyor:
“…Arnavutlar, Araplar hep Hassa Ordusu’na gelirler. Yıldız’ın rahat kışlalarında askerliklerini yaparlar. Yemen’e, Fizan’a, Makedonya’ya hep Türkler, yani Anadolu çocukları gider. Hatta Yemen’e “Türk Mezarı” derler.
…Hem bu ne âlicenaplıktı? Tarihinden, ananesinden vazgeçmek! Şimdi hatırlıyordum. Sözde Türklerin içinde en demokrat, en milliyetperver olan Ahmet Mithat bile meşrutiyetin ilk günlerinde neşrettiği bir makalede padişahın hanedanından başka Türkiye’de hiçbir Türk aile bulunmadığını yazıyordu.
Ne tezat yarabbi! Halbuki biz, Kürtlerin bile Ermeni olduklarını iddia ederiz.”
Pek hazin bir manzara fakat… İşbu “Kaynaşma Cemiyeti”nin bedbaht üyeleri Türk milliyetinin hakkından gelmek amacıyla bir mecmua çıkarır sonraları fakat Anadolu’nun en ücra yerinde, soğan ekmek sofrasından kalkıp “Bre deyyuslar! Ben Türk’üm!” narasını atan yığınları duyunca pek şaşalarlar. Hatta sokaklara en az seksen bin insan doluşup da “Biz Türk’üz!” dediği vakit, köşe bucak kaçacak yer arayanlar da bizzat kendileridir. Ben bilinmesini istiyorum ki işte o sokaklara doluşan Harbiyeli, Tıbbiyeli gençlerin ruhu hâlâ dipdiri ve canlıdır. Aynı istikamet yol üzre gidenler olursa, o yolun sahiplerinin de olduğunu idrak etmeliler.
Nihayetinde bu hücum ve polemiği yine bir şiirle kapatacağım. Meselemize öyle uygun ki, tarihin tekerrürden ibaret olduğunu bilirken, insanların da tekerrürden ibaret olduğunu anlamamıza yardım ediyor:
Ziya Gökalp’in Ali Kemal’in “Sen Kürtsün!” sözlerine karşılık yazdığı şiirin son dörtlükleri üç tarz-ı siyasetin yıkıntılarında çalkalanan Türkiye’de, (hâl böyle giderse) dördüncü siyaset tarzımız olan şovenizmin manifestosuna çivilenecek niteliktedir:
“…
Hatta ben olsaydım: Kürt, Arap, Çerkes,
İlk gayem olurdu Türk milliyeti!
Çünkü Türk kuvvetli olursa mutlak
Kurtarır her İslâm olan milleti…
Türk olsam, olmasam ben Türk dostuyum,
Türk olsan, olmasan sen Türk düşmanı!
Çünkü benim gayem Türk’ü yaşatmak,
Seninki öldürmek her yaşatanı…
Türklük hem mefkürem, hem de kanımdır;
Sırtımdan alınmaz, çünkü kürk değil!
Türklük hâdimine Türk değil diyen,
Soyca Türk olsa da, piçtir, Türk değil!”
MEHMET CAN KUYUCU