Şah Damarım Kesilip Atılmadıysa Şairim
“Şiir nedir?” diye defalarca sorulmuştur ve mırın kırın edilip çoğu zaman bir kanaate
varılamamıştır. Terry Eagleton Edebiyat Olayı adlı kitabında “Neyin edebiyat olup neyin
olmadığını belirleyen şey, genelde maddi bağlam ya da toplumsal durumdur.” diyerek şiir bahsinin de toplumsal durum veya maddi bağlama göre değişeceğini öne sürmüş ve mırın kırınlar listesine bir yenisi daha eklenmiştir. Yeri gelmişken, insan isterse muzahrafat çukuruna da şiir diyebilir. Bu, asıl şiirden bir şey eksiltmediği gibi muzahrafat çukurunu da şiir yapmaz. O sebeple birtakım metinlerin (ki buna serbest şiir diyoruz bugün) büyük bir kısmını bugün çöp torba ederek asıl şiirin varlığını tehlikeden kurtarmak arz ediyor.
***
Fikrime ortak pek çok şair var. Bu pek çok şairin içindeki büyük bir çoğunluk da şairi “Tanrı’yı en iyi taklit eden.” olarak tanımlıyor (Tabiatı da tanrı olarak kabul etmeliyiz.). Bana kalırsa bu büyük yanlış. Şair bence tanrıyı değil peygamberi en iyi taklit edendir. Zira biz yoktan var edemeyiz ve yalnızca “var”lar memleketindeki “var”ları revize ederiz ve onların mümessili oluruz.
Kur’an’da çok sevdiğim bir âyet var:
“Ve eğer (Peygamber) kısmen dahi, söylemediğimiz sözler uydurarak bize isnat etseydi onu kuvvetle yakalar ve şah damarını kesip (başını) koparırdık da, sizden hiç kimse buna engel olamazdı. (Hakka Suresi 46)”
İşte şiir ve şair arasındaki bütün meseleyi bir üfleyişle çözen satırlar…
Şiir, maruz kalınan seslerden (Mallarme için sessizlik de dahildir şiire) ve akabinde daha iyi söz söyleme gayesinden ileri gelirken elbette ki etki, uyarış, harekete geçirici dürtü diyeceğimiz ilhamın payı da yadsınamaz. Peygamber nasıl ki kendisine gelen vahyi reddetmeyip onu doğrudan iletiyorsa, şair de kendisine gelen ilhamı reddetmeyip onu doğrudan cemiyete aksettirdiği müddetçe şairdir (İşçiliği de unutmamak lazım). İşte şimdi bu başlık daha manidar. Şah damarım kesilip atılmadıysa eğer, şairim!
Bu satırlardan anlıyoruz ki, şiir zaman ve mekan üstü bir nitelik arz ederken, şair onu eğip büküp üç boyuta sıkıştırabilmektedir. Öyle ki sese, müziğe veya sessizliğe dönüşsün. Maddeleşsin veya tecritle teşhis arasında bir mevkiden tarifi mümkün olmayan bir şekilde duyguları harekete geçirsin. Hoş, Orhan Veli olsa idi buna karşı çıkacaktı. “Şiir, şiirdir efendim!” Diyecek ve onu başka sanat dallarına irca etmenin şiire büyük bir hücum olduğundan dem vuracaktı. Varsın istediği kadar dem vursun. Şimdi birkaç Poetika özelinde şiir bahsini ele almak ve ona vücut verme çalışmalarımın işaret fişeğini vermek istiyorum.
Bir Kavram Olarak Poetika
Poetika’nın hangi dilden geldiği nereye gittiği mühim değil şimdilik. Zaten bunu söylemek de maharet değil.
İlk olarak Aristo tarafından (bu manasıyla) ortaya atılmış bir kelime olan Poetika, Türkiye’deki serüvenine M. Orhan Okay’a göre ilk defa Büyük Doğu dergisinde Dilci adında bir muhteremin bu kelimeyi “Şiir Sanatı Üzerine Teoriler” anlamında kullanmasıyla başlıyor. Dilci kim pekâla? Kaldırımlar şairi! Yalnız aslına daha uygun olan Poetik kelimesi yerine Poetika’yı tercih ediyor oluşu gariptir. Bırakıyorum ki o da dilcilerin meselesi olsun.
Aslında bu kavramın eski Fransa’da bütün sanat dalları için kullanıldığı bir gerçek. M. Orhan Okay da buna dayanarak edebiyatın ilk şeklinin şiir olduğunu söylemekte gecikmiyor fakat işte burada bir kördüğümü de elimize tutuşturuyor. Edebiyatın ilk şekli addedilen şiir, nasıl oldu da şiir vasfını kaybedip nesirleşti? Doğurduğu öz çocuğunun ayakları dibinde emeklemeye başladı? Bu düğümü çözmek bugünkü Türk Edebiyatı’nı harika eserleriyle zenginleştirmek isteyen nesillerin borcudur.
Ve fakat nasıl?
Umumi Bakış ve Kanaatler
İlhan Berk, Poetika’sında Mallarme’nin “Zarla Asla Dönmeyecek Şans” şiirini ele alarak onun sessizlikten, hiçlikten başka bir şey anlatmadığını ve Mallarme’nin şiirin bir takımyıldızı şeklinde sayfayı kaplaması gerektiği düşüncesinde olduğunu söylüyor. Çünkü Mallarme için şiire sayfa da dahildir. Bir nevi bu şiir sözsüz sestir. Öyleyse yellenmeye bir şiir demekte gecikmeyeceğim. Ve hatta bunu en iyi icra edene şairler sultanı mahlası da layıktır.(Bkz: İsmet Özel)
Hukukçu kimliğimle burada araya girip normlar hiyerarşisi adında bir piramiti tamamıyla
değiştirerek sunmak istiyorum. Normlar hiyerarşisi adıyla sistemleştirdiğimiz Türk hukuk sistemi mevzuatının piramidal yapısı, lex superior ilkesi uyarınca üst kanun alt kanunu ilga eder, esasına tabidir. Şimdi bu piramitin içindeki yazıları bir müddet köşeye alıp onu ben kanaatlerim açısından doldurayım:
Bana kalırsa en tepede tecrit alemi vardır. Yalnızca şairin, zaman ve mekanüstü bir hissiyatla ellerini daldırıp oradaki mahsulleri üç boyuta yani huduta sıkıştırması ilk ve ikinci adımı teşkil eder. Bundan sonradır ki asıl şiiri elde edebilsin. Elbette bu demek değil ki hudut, şiirin yalnız formunu belirliyor. Hayır. Aynı zamanda şiire dair ilmi de kapsıyor (şiir ilmini değil, dikkat). Bundan elde edilecek numuneler de birer birer yağmur damlası gibi münferit şiirleri meydana getiriyor. Şimdi tekrar dönersek lex superior ilkesine:
Münferit şiirler, asıl şiire aykırı olamazlar. Asıl şiir, mahdut bir alan içinde derinleşmek ve
sonsuzlaşmak zorundadır. Bu mahdut numuneler ise sonsuz tecrit aleminin ürünleri olmalıdır. Aslında baktığımızda şiiri bir kalıba da sokmuş bulunmuyoruz. Şu andan itibaren Garipçilere hücum edeceğim. Çünkü onlar büyük çoğunlukla bu gerekçe ile asıl şiire karşı çıkmışlardır.
“Tuhaf” Rüzgarı
“Şiir, yani söz söyleme sanatı…”
Böyle başlıyor Garip önsözü. Buna kimsenin bir mukavemeti yoktur diye tahmin ediyorum. Yalnız elzemdir ki zenginleştirilebilir: “Şiir, en güzel sözü ….. biçimde söyleme sanatıdır.” denilebilir. Kaldı ki Ahmet Haşim yaşasaydı “musiki ile söz arasında x biçimde…” diye tamamlayacaktı. Garip ilk darbeyi işte buradan alıyor. Şiir bir söz söyleme sanatı evet ama hangi sözü nasıl söyleme sanatı?
Düz olmayan bir şahsiyetin dümdüz ettiği bir kelamla şiiri yorumlamaya bu cümlelerle başlaması beklenilecek bir şey değil. Ama iş burada bitmiyor. Orhan Veli gayet şair kimliği ile şiire dair teori üretme ve savını savunma bakımından pek usta. Bilgisi de hayli kabarık görünüyor. Yalnız yorumlamada ciddi bir sıkıntı var. Garip Önsözü ikinci bölümde şu satırlar yer alıyor:
"Kafiyeyi ilk insanlar ikinci satırın kolay hatırlanmasını temin için, yani sadece hafızaya yardımcı olmak maksadiyle kullanmışlardı. Fakat onda sonradan bir güzellik buldular. Onu, hikmeti vücudu aşağı yukarı aynı olan vezinle birlikte kullanmayı maharet telakki ettiler. Şiirin de menşeinde, diğer san’atlarda olduğu gibi, böyle bir oyun arzusu vardır. Bu arzu iptidai insan için nazarı itibara alınabilecek bir ehemmiyetteydi. Halbuki insan o zamandan beri pek çok tekamül etti. Bugünkü insan öyle zan ve temenni ediyorum ki, vezinle kafiyenin kullanılışında kendini hayrete düşüren bir güçlük, yahut da büyük heyecanlar temin eden bir güzellik bulmayacaktır.”
Bakalım hakikat gerçekten de öyle mi?
“Bağbozumu zihnim koynunda münbit
Cinleri çarptığım bir fikr-i sabit
Görüşmeyiz belki bir daha asla”
Muhammed Bahadırhan Dinçaslan’ın Tilavet şiirinden bu mısralar. Yahut yeni şiirlerinden olan Du Sollst Der Werden Der Du Bist adlı şiirinin ilk dörtlüğüne bakalım:
“Her şeyi bilirler onlar Allah hangi eliyle
Tutunmuş da tırabzana arşa istiva etmiş
Onlar her şeyi bilirler - ben ne desem nafile
Toplamış tüm hasenatı bana masiva etmiş”
Orhan Veli’nin zan ve temenni ettiğinin aksine mısralarda tüten kuvvet okuyucunun suratına “söz söyleme sanatını” aşk ediyor. Hatta öyle ki en güzel sözü …. biçimde söylemeyi başarıyor.
Hissiyatının aldığı darbe ne ise getir boşluğa muhterem kari!
Birçok şairler tanıyorum fakat hepsini bahis konusu yapmak beni yoracağından bu iki şiirin alıntısı şimdilik yeterlidir.
Orhan Veli devam eder:
“Yazının peyda olduğu günden beri yüz binlerce şair gelmiş, her biri binlerce teşbih yapmış. Hayran olduğumuz insanlar bunlara birkaç tane daha ilave etmekle acaba edebiyata ne kazandıracaklardır? Teşbih, istiare, mübalağa ve bunların bir araya gelmesinden meydana çıkacak bir hayal zenginliği, ümit ederim ki, tarihin aç gözünü artık doyurmuştur.”
Orhan Veli zamanı da hesaba katmamış olacak ki bugün tarihin gözünü, önünü açtığı şiir anlayışı olan serbest metinler de doyurmuş hatta tabir caizse kusturmak üzere doyurmuştur. Ve en lezzetsiz yemeklerle.
Aynı zamanda şiirin yüzyıllarca burjuvanın yalakalığını yaptığını beyan etmesi ve tarihi
mücadeleler sonucu haklarını kazanmış alt sınıf insanların da şiirinin olabileceğini, olması gerektiğini öne sürüyor. Akıllara durgunluk veren ise Orhan Veli acaba Dadaloğlu’nu, Gevheri’yi ve sair pek çok ismi bilmiyor mu? Hem ayrıca kast ettiği gibi bir gerçek olsa idi yalnızca karnını doyurmaktan ibaret bir hayat süren halk kitleleri arasında yükselmek isteyen sanatçılar, farklı düşünen asıl şiire hizmet etmek isteyen sanatçılar hep halk arasında kalmaya ve basitleşmeye devam etmeyecek mi?
***
İşte Garip’i tuhaf yapan birkaç kelam. Dokuz bölümünü hedefe alıp pek çok çıkarımlar ve kanaatler elde etmişimdir. Fakat şimdilik yalnızca ilk üç bölümü üzerine düşündürmek ve kuru sıkı isabet etmiş bir söz olan “yıkıntıyı yıkma işi”ni icra etmek için bu yazıyı bir müddet noktalıyorum.
Not: Cumhuriyet’in diğer iki poetikası Garip Önsöz’e müteakip yayımlanacaktır.