Evlilik demek ilkellik demek. Nedenini sorarsanız:
Evlendiğiniz ilk geceyi hayal edin derim. Ruhunuzun belki de büyük kısmını açtığınız ve "içteki size" dair merakı hırpaladığınız için artık bedenlerin ve temasların konuşma vaktidir. Nazım Hikmet bir şiirinde bu ânı hulâsa şöyle tarif ediyor: "Delikanlıların damarında ateş gibi yanan o gece..."
Çırılçıplak soyulmuş bedenler birbirini nokta virgül ezber ettikten çok zaman sonra, bir görev bilinci veya arzu tetikleyicisi olmadan artık ilk günkü gibi sevişmek mukadder değil. Merakı biraz daha baltaladınız. Günler ve aylar geçti. Elinizde kalan: Bolca sessizlik...
Sessizliğin şüphesiz ilkellikle müthiş bir temas noktası var. Meraksızlığın getirdiği laubalilik ile pejmürde kıyafetler, fırçalanmamış dişler, sevginin artık hayat telaşesi ve normallerin bile ardına itilmesi “artık eskisi kadar sevemiyorum" demenin Fransızcası.
Öyle ya? İlkellikte hiçbir merak yoktur. Mağaranızdan çıkıp gökyüzüne bakacak ve belki birazcık kafanız çalışıyorsa mavi gökyüzünün ardındakini merak edeceksiniz.
Belki ikinci bir sual: Çocuk bunun neresinde?
Her merakınızı bu hızla tüketmeye devam ederseniz, mutlu bir evlilikten mahrum öleceksiniz. Siyaset Bilimciler bilecektir ki, geleneksel meşruiyet denen bir gerçek var. Ben buna kendi fikrimi ekleyerek bir teori elde ettim ve belki de pek çok evliliği bir ameliyat masasında teşrih etme fırsatına eriştim. İki mühim kavram: Teşekkül ve Tekerrür.
Avrupa için bir zamanlar ilerleme demek Roma'ya dönmek demekti. İslam’da bu durum Asr-ı Saadet’e dönmek ve kim bilir nerede ne...
Bir evlilik öncesi aşk teşekkül eder. Bu teşekkülden sonra geçen zaman, iki insanın birbirine düzenlediği sayısız sefer, keşif arzusunu ve merakı belki ecel anına kadar getirir. Elde kalan? Yine sükut. Bundan sonra eğer hâlâ ödenen bedellerin bir kıymeti kalmışsa tekerrür ederek ilk ânı yaşamaya çalışırsınız. İlk samimiyet, ilk arzu, ilk dokunuş, ilk... Elbet bu da bir sinema filminin figüranları olarak canlandırdığınız suni çabalardan ibaret. İlk ânı taklit ederek ilkleri yaşama arayışı… Ne yazık ki beyhude.
Birçok evlilikte işte bu yüzden ihanet, işte bu yüzden sükut var.
***
Lafı dallandırıp budaklandırmayı seven biri olarak, bir ressamın "sizce bitmiş" resmine hâlâ eksik gözüyle bakması elbette anlaşılmazdır. Ben bir ruh ressamıyım. Zihin ressamıyım. Ve sizce bitmiş olan şeyler benim nazarımda henüz bitmediğinden burada merak ve keşif kavramlarına bir de "gâye" unsurunu eklemem elzem.
Oynadığınız oyunları, okuduğunuz kitapları ve okul sıralarınızı yahut mesainizi bitirmek için canhıraş çabalarınızı bir potada toplayınca elde bu kalıyor çünkü: Gâye.
Oyunlardaki amaç, insanı bir gâyeye bağlamaktır. Bir romanın sonunu getiren şey, merak veya birçok farklı sebep olduğu kadar bitirme "gâye"sidir. Mesainin sonrasında sıcak koltuklarınıza oturup demlenmiş bir çayı genzinizden aşağı seyahat ettirme düşüncesi de mesaiyi bitirme gâyesi... Şimdi sorabilirsiniz kanımca. Çocuk bunun neresinde?
Çocuk bu işin gâye kısmı. Gâyelerine kitlenmiş hiç kimse merakı bu işin mihenk taşı yapmaz. Evliliklerin sağlam zemine oturması için merak ve keşif, ve bunları da uzun ömürlü kılacak gâyelerin olması gerekir. Bir çocuğun hastalanması, derdini tasasını malûm etmeden huzursuzluk aşılaması ve sizi uykularınızdan eden türlü halleri aslında sandığınız kadar kötü değildir. Allah'ın bilinmezlikler âlemindeki şu güzel yasalarına bakın ki, şer gördüğünüz şeylerin içine nice hayırlar gizlenmiştir.
Ben şayet bu inceliğin farkına vardığım düşüncesiyle, bir evlilik yaşı olarak otuzu ideal bulan günümüz insanı gibi idealist değilim. Ve bu otuza artı beş ekleyerek otuz beşinde evlat sahibi olmaya da karşıyım. Uzun, sağlıklı ve sevgisi yitmemiş evlilikler, gâyelerinin farkında olan ve merakı henüz baltalanmamış olan evliliklerdir. Çocuk gâyemizdir. Bizi durmaksızın meşgul eder ve yitmeye yüz tutan merakımızı yüzlerce adım öteler. Şimdi tekrar evlendiğiniz ilk geceye dönelim:
Temasın erişilmez sırrına ulaşıp bedenlerinizi kaynaştırdıktan sonra, sükûta ereceğiniz anlara henüz ulaşmadan tabiatın en masum şeyi evinizde bitiveriyor: Çocuk.
Uykularınızdan oldunuz, ziyaretçilerden bıktınız, hastane kapılarında belki ilk zamanlar koşup durdunuz... Ama saadetin kaçınılmaz olduğu bir evliliği kurtardınız. Aslolan da bu ya? Herkes gelir geçer. Yazgınızı paylaştığınız dostunuz (yani eşiniz) bâki kalır. Ve onunla belki de sonsuza değin uzattığınız şu merak ve keşif arzularınız, sizce de bir gâyenin kulak patlatan çığlığında ötelense hoş olmaz mı?
Sanıyorum 21. yüzyıl çağında Nesimi’nin kaderine bürünmekte üzerime yok fakat gelin ve Tevfik Fikret'in şu çok manidar şiiriyle, fikir dünyamdan peyda olmuş şu notları bir birleştirin:
Tecdîd-i İzdivaç
Evlendiler, seviştiler amma muvakkaten;
Sevda sükuuta başladı beş hafta geçmeden.
Evlendiler, niçin? Bunu bir kız nasıl bilir?
Evlenmesiyle maderi olmuştu müftehir;
Zevcin de verdi neş'e düğün akrabasına,
Lakin dokundu kendi hayal ü havasına.
Tahdid idi, onun nazarında, hayatını
Bir şahsa hasrediş emel ü irtibatını...
Evlendiler, seviştiler amma muvakkaten.
Sevda sükuuta başladı beş hafta geçmeden.
Endişeden gönülleri hali değildi hiç;
Olmuştu bir şita bu gönüllerde mündemiç.
Bigane bir kadınla bir erkekti hanede;
Dargın bir ihtiram idi cari meyanede;
Ba'zan ısındırırsa da nevvare-i heves
- Benzer mi aşk-ı halise bir şevk-ı muktebes? -
Olmazdı müntefi o bürudet bütün bütün;
Gittikçe yâda gelmemeye başladı düğün.
Bir şeb getirdi hatime bezm-i muhabbete,
Çıktı sabahı tıfl-ı muhabbet seyahate...
Birkaç zaman da öyle güzar etti günleri
Dönmüştü bir mezara evin gerçek her yeri,
Bir yolcunun kudumu idi orda muntazar
Gün doğmadan meşime-i şebden neler doğar!
Kaç hafta geçti bilmiyorum, bir seher yine
Gösterdi zevce oğlunu, hiddetli zevcine:
"Bak yavrumuz!" O dem kadının doldu gözleri;
Zevcin de hande-riz-i gurur oldu gözleri
Pişinde ettiler beşiğin, gark-ı ibtihac
Bir buse-i medid ile tecdid-i izdivaç.
Tevfik Fikret
İşte tam da bu yüzden diyorum ya? Evlilikte çocuk gereklidir. Hem de derhal!
MEHMET CAN KUYUCU