Ulukurtlar (Dire Wolf, Canis dirus), Kuzey Amerika’da yaklaşık 10.000 yıl önce soyu tükenmiş, günümüz gri kurtlarından daha büyük ve güçlü yırtıcılardı. Game of Thrones evreninde, Stark Hanesi'nin sembolü olan bu dev kurtlar, dizide her bir Stark çocuğunun ruh halini ve kaderini yansıtan birer ruh yoldaşı olarak yer bulur. Onlar yalnızca hayvan değil; karakterlerin kişisel gelişimlerinin, kırılmalarının ve dönüşümlerinin aynasıdır. Ghost’un sessizliği ve sadakati Jon Snow’un iç dünyasını yansıtırken, Arya’nın serbest bıraktığı Nymeria, onun özgürlük arayışının bir uzantısıdır.
Gerçek dünyada soyu tükenmiş bu türden esinlenilerek kurgulanan ulukurtlar, geçtiğimiz günlerde TIME dergisinde yayımlanan "Return of the Dire Wolf" başlıklı haberle yeniden gündeme geldi. Bu haber, bilim dünyasında uzun süredir tartışılan bir konuyu tekrar alevlendirdi: Soyu tükenmiş türler biyoteknoloji yoluyla yeniden hayata döndürülebilir mi?
Haberin merkezinde yer alan biyoteknoloji şirketi Colossal Biosciences, CRISPR teknolojisini kullanarak günümüz gri kurtlarının genetik yapısını değiştirdiğini ve bu yolla ulukurt benzeri yavrular elde ettiğini açıkladı. Soyu tükenmiş bir türün geri döndürülmesinden söz edildiğinde çoğumuzun aklına ilk olarak klonlama teknolojisi gelir. Basitçe anlatmak gerekirse, bu teknolojide bir organizmanın sağlıklı bir hücresinden alınan çekirdek, çekirdeği çıkarılmış bir yumurtaya aktarılır ve bu yumurta taşıyıcı annenin rahmine yerleştirilerek klon birey elde edilir. Bu yöntemi kamuoyu ilk kez Dolly adlı klon koyun sayesinde öğrendi. Dolly’den sonra birçok memeli türünde benzer klonlama çalışmaları yapılmıştır.
Ancak bu projede durum çok daha farklıdır. Birincisi, söz konusu olan canlı yaklaşık 10.000 yıl önce yok olmuştur. İkincisi, kullanılan hücre bir ulukurttan değil, yaşayan bir bozkurttan alınmıştır. Colossal, bozkurtlardan doku örneği almak yerine, kan örneklerinden damar kök hücreleri olarak bilinen endotelyal progenitör hücreleri (EPCs) izole etti. Bu hücrelerin çekirdeklerinde 14 farklı gen üzerinde 20 değişiklik yapıldı. Düzenlenen bu çekirdekler, çekirdeği çıkarılmış yumurta hücrelerine aktarılıp, taşıyıcı köpeklerin rahmine yerleştirildi. Böylece 2024’ün sonbaharında Romulus ve Remus, 2025’in başında da Khaleesi doğdu.
Bu 14 genin tamamı açıklanmasa da çoğunun dış görünüşe dair olduğu anlaşılıyor. Örneğin, ulukurtlardaki beyaz kürk genini kopyaladıklarında bu genin bozkurtlarda körlük ve sağırlığa yol açtığı görülmüş. Bu nedenle, Colossal ekibi gri kurtlardaki siyah ve kızıl pigment üreten genleri baskılayarak kürkü beyaza çevirmiş. Bu durum, bir eşeği boyayıp zebraymış gibi göstermekten farksız. Yani ortada bir “klonlama” yok. Aslında bir ulukurt da yok. Varlıklarını borçlu oldukları şey, genetik mühendisliğin ve pazarlamanın birleşiminden doğmuş modifiye edilmiş bozkurtlar. Aynı şirket, birkaç yıl önce “mamutları geri getireceğiz” diyerek yine sansasyonel bir şekilde gündeme gelmişti. İlk adım olarak “mamut kürklü fareler” ürettiklerini, ardından da Asya filleri üzerinde aynı genetik mühendisliği çalışmalarını yapacaklarını açıklamışlardı.
Peki, Colossal’ın ulukurtları geri getirme konusundaki amacı ne? Şirketin iddiasına göre, esas hedef yok olmuş veya yok olmak üzere olan türleri korumak. Ancak burada önemli bir çelişki var: Ulukurtlar veya mamutlar insanlar tarafından değil, doğal iklim değişimleri sonucu yok olmuş türler. Bu canlılar son buzul çağında yaşadı ve yeni döneme uyum sağlayamadıkları için soyları tükendi. Şu anda bir buzul çağında yaşamadığımıza göre, bu türlerin geri getirilmesinin insanlık için somut bir faydası olup olmayacağı tartışmalıdır.
Jurassic Park’ın yazarı Michael Crichton, dinozorların yeniden hayata döndürülmesi fikrine gelen bir soruya şu veciz sözle cevap vermişti: “Yapabiliyor olmamız, yapmamız gerektiği anlamına gelmez.” Bu çalışmaya da yapılacak en uygun yorum bu galiba.
Bu haberi ilk gördüğümde aklıma gelen ilk düşünce bunun tamamen bir pazarlama hamlesi olduğuydu. Türkiye'de biyoteknoloji alanının önemli isimlerinden Prof. Dr. Urartu Şeker de LinkedIn hesabında bu projeyi paylaşarak, bunun bilimsel değil, bir yatırım stratejisi olduğunu ve bir ulukurt klonlama çalışması olmadığını açıkça ifade etti. Maine Üniversitesi’nden Paleoekolog Jacquelyn Gill, Scientific American’a verdiği demeçte bu hayvanların gerçek ulukurtlar olmadığını belirterek şunu söyledi: “Benim de vücudumda 14’ten fazla Neandertal geni var, ama kimse bana Neandertal demez.”
Nitekim Colossal da teknik olarak bunun klonlama olmadığını kabul ediyor, ama doğrudan ifade etmiyor. Şirketin bilim direktörü Beth Shapiro, “Eğer bir ulukurt gibi görünüyorsa ve ulukuert gibi davranıyorsa, o zaman ona ulukurt değil diyemezsiniz” diyerek genetik benzerliği meşruiyet gibi sunuyor. TIME makalesinde bu “buluşun güzelliği” sık sık vurgulanıyor. Hatta şirketin CEO’su Ben Lamm, “İnsanlar için zararlı mı bilmem ama bir geyik olsaydım bu kurtlardan uzak dururdum,” diyerek işi espriye vuruyor.
Ancak burada ciddi bir etik mesele var. Bilimsel araçların, özellikle genetik mühendisliğin bu kadar spekülatif ve sansasyonel bir biçimde kullanılması, bilimsel dürüstlüğü zedeliyor. Geri döndürülmeyen bir tür, “geri döndürüldü” algısıyla sunuluyorsa, bu hem kamuoyunu yanıltmak hem de bilime olan güveni aşındırmak anlamına gelir. Bilim, insanlığa hizmet için vardır; eğer yatırımcı çekmek ya da sansasyon yaratmak için kullanılıyorsa, bu artık bilim değil, bilimsel pazarlamadır.
Tüm bu süreç bana 2012 yılında yaşanan Maya takvimi tartışmalarını hatırlattı. O dönem “dünyanın sonu geliyor, Şirince güvenli bölge” gibi iddialar dillendirilmiş, ardından gelen 2012 filmi gişe rekorları kırmıştı. O zaman da bu yaygaranın bir pazarlama operasyonu olduğunu düşünmüştüm. Şimdi de ayni şeyi hissediyorum. Belki yakında bir film çıkar: “Ulukurtların Dirilişi.”
Kaleminize sağlık.