Beni tanıyan insanlar sıklıkla “geçmişe fazla takıldığımı” söylerler. Haksızlar diyemem. Çoğu zaman geçmiş bugünden daha anlamlı gelir. Geçmişi geride bırakmakta zorlanırım. Hep bir yarım kalmışlık hissi taşırım içimde. Hep bir “keşke” ya da “bunu tam yapamadım” hissi vardır ruhumda. Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni filmindeki aktör eskisi Nihat’ın dediği gibi, “Ben geçmişi severim. Ne bugünü ne yarını… Benim parçalarım oradadır.”
Belki de bu yüzden, zaman zaman, bir vakitler kaleme aldığım ve muhtelif yayın organlarında neşredilmiş yazılarıma göz gezdirme ihtiyacı hissediyorum. Belki o yıllara dair bir şeyler yakalarım diye. Ya da fark edemediğim yeni şeyler gözüme çarpar diye.
İşte bu ruh halinden olsa gerek geçtiğimiz günlerde eski bir yazıma döndüm: Bir Ulusun Doğuşu üzerine yazdığım eleştiriye.
O vakitler, 20’li yaşlarında; askerliğini jandarma-kantinci olarak yapmış, fırsat verilse esnek çalışma saatlerine uyum sağlayabilecek, ana dili gibi Türkçe(!), orta seviyede İngilizce bilen(!), istese de “pırezentabıl” olamayan, ikna kabiliyeti şüpheli, takım çalışmasına tepki olarak doğmuş, 11 yaşından beri ÖSYM sınavlarının müdavimi, işsiz bir üniversite mezunuydum.
İşin doğrusu aylaktım, gelgelelim “benimkisi verimli bir aylaklık” diye -rahmetli babamı olmasa da- kendimi avuturdum. Her memur çocuğu gibi, cebimdeki para ne az ne çoktu. Ama vakit boldu; heyecan ve heves ise ziyadesiyle yüksekti. Sinemayı alaylı bir şekilde öğrenmeye çalışıyor; bu uğurda bulabildiğim hemen hemen her görsel ve yazılı kaynağı didikliyordum ki karşıma D. W. Griffith ve Bir Ulusun Doğuşu filmi çıktı.
Burada uzun uzun filmi anlatmam kendini tekrar etmek olur. Lakin o yazıyı yazarken -ya da daha doğrusu yazmaya hazırlanırken, ki ön araştırması epey zamanımı almıştı- Griffith’in sinema dilini nasıl kurduğunu, kurguyu nasıl parçalara ayırarak yeni bir anlatı biçimi icat ettiğini, ışıkla nasıl gerilim yarattığını anlatmaya çalışmıştım. Griffith’in tarihi nasıl eğip büktüğü, mağduru nasıl zalim, olmadık kişi veya kişileri nasıl kahraman yaptığı benim için son derece tali, “Dostlar alışverişte görsün” misali değindiğim bir meseleydi. Ben Griffith’in sinema diline hayran kalmıştım ama o dilin neyi anlattığını, kime karşı kurulduğunu, kimin hikâyesini bastırıp kimininkini yücelttiğini yeterince sorgulamamıştım.
“Yerli ve Milli" Griffith'ler!
Yıllar sonra bahsi geçen yazıya dönüp baktığım vakit o yıllarda fark edemediğim şeyler gözüme çarptı.
Evet, Griffith’ler yaşıyordu. Zannedildiği gibi yalnızca anavatanı ABD’de değil, burada, ülkemizde de… Hem de kamu kaynaklarıyla üstelik estetik olarak Griffith’in yanına bile yaklaşamayacak pespaye projelerle yaşıyorlardı.
Griffith, Ku Klux Klan’ı “ulusal kahraman” gibi resmetmişti. Bizimkiler Sultan Abdülhamit’e İngiliz elçisini tokatlattırıyor; İttihatçıları şeytanlaştırıyor, cumhuriyetin kurucu seküler kadrolarını ya görünmez kılıyor ya da sinsice aşağılıyordu.
Zaten “seküler” demek Cihangir Cumhuriyeti’nin kafelerinde yaşayan; şımarık, inançsız, kendini beğenmiş, olabildiğince mutsuz, başörtülü anasından utanan, çocuk sahibi olmak isteyen kadınları aşağılayan, birbirinin kuyusunu kazan, hülâsa, Griffith’in siyahileri gibi karikatürize insanlar demekti.
Sanki o Cihangirliler bir vakitler İslamcıların “demokrasi tiyatrosunda” suflörlük yapmamış gibi…
Sanki birlikte Kemalizm’e sövmemişler, aynı postmodern pasajlarda el ele yürümemişler gibi…
Sanki o Cihangirlerle birlikte, hep bir ağızdan karşı tarafa “darbeci”, “imtiyazını kaybeden Beyaz Türk” diye bağırmamışlar gibi…
Sanki bölücü başı Apo’nun “umut hakkı”na en çok o Cihangirliler sevinmiyormuş gibi.
Sanki…
“Sanki”leri uzatmak mümkün ama biz burada bırakıp sadede gelelim.
Sonuç Yerine
Griffith, “filmlerle tarih öğreten” ilk büyük isimdi. Estetik bakımdan sinemanın şâhikası, kurgunun pîri, sinemayı bir yönetmen sanatı hâline getiren abidevi bir figürdü. Etik düzlemi tartışmalı bir eser ortaya koymuş olsa da, sanatsal bağlamda bu övgüler bâki kalmıştı.
Peki, ya bizim Griffith’ler?
Onlardan geriye ne kalacak?
“Yerli ve milli” senaryolar, her seyredişte gülünesi mizansenler, ilkokul müsameresinden hallice oyunculuklar, boykot paylaşımı yaptığı için kovulan aktrisler… Ama hakkını verelim, bazılarının jenerik müzikleri güzel. Belki onlar telefonlarda zil sesi olarak bâki kalabilir.