Türkiye'de “devrim” kelimesi uzun zamandır yalnızca sol politikaların, “milliyetçilik” ise çoğu zaman statükonun ve muhafazakârlığın hanesine yazılıyor. Oysa bu iki kavram, tarihin belirli dönemlerinde aynı cümlede yer almış, hatta birbirini tamamlayan ideolojik eksenler olarak var olmuştur. Bugün ise bu sentezden neredeyse hiç bahsedilmiyor. Adeta hafızalardan kazınmış, kasıtlı biçimde karartılmış bir siyasi damar söz konusu: devrimci milliyetçilik.
Oysa 20. yüzyılın başında, bir imparatorluğun çöküşe geçtiği, toplumsal yapının çözülmeye başladığı o kaotik dönemde sahneye çıkan İttihatçılar, yalnızca bir iktidar komplosu değil; aynı zamanda köklü bir dönüşüm projesiydi. Onların fikir dünyası, bir tarafta modernleşme, halkçılaşma ve bağımsızlık düşüncesini taşırken, diğer tarafta köhnemiş yapılarla açık bir hesaplaşmayı içeriyordu. Bugün o hareketin bazı yönleri çokça tartışılıyor ama devrimci yönü, en çok da milliyetçiliği dönüştüren tarafı sessizliğe gömülmüş durumda.
Bu yazıda, hatırlamak istemeyenlere rağmen hatırlatacağız. Devrimci bir damar olarak İttihatçılığı, bugüne kalan mirasını ve bu mirasın günümüz Türkiye’sinde neden hâlâ bir anlam ifade ettiğini konuşacağız. Çünkü bazı fikirler, üzeri ne kadar örtülmeye çalışılırsa çalışılsın, dönüp dolaşıp yeniden gündeme gelir. Bu da onlardan biri. Hem de tam zamanında.
İttihatçılar: Sadece Darbeci mi, Yoksa Modernleştirici mi?
Bugün İttihat ve Terakki Cemiyeti dendiğinde kamuoyunun zihninde oluşan ilk imgeler genellikle olumsuzdur: darbeler, suikastlar, otoriterleşme, hatta sözde soykırımla özdeşleştirme. Bu algı, bir yönüyle Osmanlı’nın son dönemindeki acıların ve travmaların bir yansımasıysa da, diğer yönüyle tarihsel bir indirgemeciliğin sonucudur. İttihatçıları yalnızca darbeci bir klik olarak görmek, onların taşıdığı dönüştürücü misyonu yok saymak demektir. Oysa İttihat ve Terakki, yalnızca bir iktidar mücadelesinin değil; bir çağ değiştirme çabasının, imparatorluktan ulus-devlete geçişin en kritik aktörüdür.
1908 Hürriyet Devrimi, bu bağlamda sadece II. Abdülhamid’in istibdadına karşı kazanılmış bir siyasi zafer değil, aynı zamanda bir fikir devrimiydi. Meşrutiyetin yeniden ilanı, anayasalı yönetim talebi, hür basın, sendikalaşma hakkı, eğitimde laikleşme ve kadının kamusal hayata katılması gibi bir dizi ilerici reform fikri, bu devrimle birlikte siyasetin gündemine girdi. 1908, Osmanlı bürokrasisinin modernleşmesini, devletin merkezileşmesini ve Batı tipi bir yurttaşlık anlayışının yerleşmesini hedefleyen uzun bir sürecin ilk adımıydı.
Ancak bu sürecin sorunsuz ilerlemesi beklenemezdi. Balkanlar’daki kayıplar, İtalyanlar’ın Trablusgarp’a saldırısı ve nihayetinde I. Dünya Savaşı, İttihatçı kadroları sürekli bir kriz yönetimi altında tuttu. 1913 Bab-ı Ali Baskını, işte bu olağanüstü koşulların içinde gerçekleşmiş bir iktidar devralma eylemiydi. Elbette meşru yollarla değil, silahla yapıldı. Ancak bu eylem, sıklıkla iddia edildiği gibi "tek adamcı" bir zihniyetin değil; dağılmakta olan bir devletin son imkanlarını toparlama çabasının ürünüydü.
Bugün İttihatçılara yöneltilen "ırkçılık" suçlamaları da benzer şekilde tarihsel bağlamından koparılmış bir yorumun ürünü. Oysa İttihat ve Terakki, ırka dayalı değil, siyasallaşmış bir “Osmanlılık” ve daha sonra “Türklük” tanımı inşa etmeye çalıştı. Bu, Batı’daki etnik milliyetçilik örneklerinden çok daha geç gelişmiş ve bir savunma refleksiyle şekillenmişti. Balkan Savaşları’nda Müslüman-Türk halkların uğradığı mezalim, imparatorluk bürokrasisini Türk kimliğini ön plana çıkarmaya itti. Ancak bu kimlik inşası, bugünkü anlamıyla etnik dışlayıcılıktan çok, imparatorluk halklarının ortak bir modern kimlik altında birleşmesini amaçlayan pragmatik bir ideolojik tercihti.
Öte yandan İttihatçılar, eğitime verdikleri önem başta olmak üzere; teknik kadroların yetiştirilmesi, sağlık hizmetlerinin yaygınlaştırılması, demiryolu yatırımları ve sanayi teşvikleri gibi birçok alanda modern bir devlet inşa etme iradesi ortaya koymuşlardır. Bugün hâlâ temelini kullandığımız birçok kurumun arkasında İttihatçıların planlaması vardır. Bu noktada onların pozitivist dünya görüşü, bilimsel ilerlemeyi ve aklı temel alan yaklaşımları, Cumhuriyet’in kuruluş felsefesine giden yolu da açmıştır.
İttihatçıları sadece bir otoriterleşme hikâyesine indirgemek, onların bir devri kapatıp başka bir devri açma iradesini görmezden gelmektir. Evet, hataları vardır; evet, uygulamaları zaman zaman baskıcıdır. Ama bu baskıcılık, çoğu zaman çözülmekte olan bir imparatorluğun hayatta kalma refleksiydi. Onların temel meselesi, halkı “özne” haline getirmekti; bu uğurda merkezileşme, millîleşme ve modernleşme yolunda radikal adımlar atmaktan çekinmediler.
Bugün o mirasa soğuk bakmak, yalnızca geçmişin hatalarını büyütmek değil; aynı zamanda modernleşmenin bedelini ödemiş bir kuşağın çabasını da inkâr etmektir. Oysa Türkiye'nin geçmişinden devrimci bir damar çekilecekse, bu damarın önemli bir kısmı İttihatçılığın içinden geçmek zorundadır. Ve belki de tam da bu yüzden, bu damar bugün karanlıkta bırakılmıştır.
Devrimci Milliyetçiliğin Dönüşümü
İttihatçılıktan Cumhuriyet’e uzanan çizgide devrimci milliyetçilik, her zaman bir kırılmanın değil, bir sürekliliğin parçasıydı. Bu çizgi, Mustafa Kemal Atatürk'ün liderliğinde daha kurumsal bir forma kavuştu ve Cumhuriyet’in ideolojik temelini oluşturdu. Ancak burada dikkat çekilmesi gereken önemli bir ayrım vardır: Atatürk’ün devrimciliği, İttihatçı kadrolardan farklı olarak yalnızca askerî ve siyasî bir iktidar arayışına değil, aynı zamanda halkın yaşam tarzında, düşünme biçiminde ve toplumsal yapısında köklü bir dönüşümü hedefliyordu. Harf Devrimi’nden Medeni Kanun’a, Tevhid-i Tedrisat’tan kadın haklarına kadar atılan her adım, bu devrimci ruhun laik ve halkçı temeller üzerine inşa edildiğini gösteriyordu.
Ancak bu devrimci yön, 1938 sonrası giderek törpülendi. II. Dünya Savaşı’nın muhafazakâr iklimi, çok partili hayata geçişte verilen ödünler ve nihayetinde Demokrat Parti ile birlikte dinin siyasetteki rolünün yeniden artması, Cumhuriyet’in kuruluş ideallerini arka plana itti. Devrimcilik, bir süre için “bitmiş bir proje” gibi görülmeye başlandı. Bu ortamda, 1960’lı yıllarda yeniden alevlenen “devrim” fikri, bu kez sol-sosyalist çevrelerin söylemiyle sahneye çıktı. Fakat bu noktada önemli bir kırılma yaşandı: Milliyetçilik ile devrimcilik artık aynı cephede anılmaz oldu.
Oysa o dönemin bazı figürleri milliyetçiliği halkçı ve anti-emperyalist bir perspektifle yeniden yorumlamaya çalıştı. Bu çabalar, bir yandan Türk solunun entelektüel birikimini zenginleştirirken, öte yandan milliyetçiliği sadece sağcı, muhafazakâr ve dışlayıcı bir ideoloji olarak tanımlayan liberal anlayışa da itiraz ediyordu. Devrim, artık sadece iktisadi bir dönüşüm değil; kültürel bir ayağa kalkış, emperyalizme karşı milli bir seferberlikti.
Ne var ki, bu hat uzun süre marjinal kaldı. 1980 darbesiyle birlikte hem devrimcilik hem de milliyetçilik kelimeleri ya kriminalize edildi ya da birbirinden tamamen koparıldı. Milliyetçilik, statükocu, sistemle barışık ve çoğu zaman gerici bir çizgiye hapsedildi. Devrim ise solun yalnızca romantik, nostaljik bir sloganına dönüştü. Oysa Türkiye’nin gerçek ihtiyacı, bu iki fikri yeniden buluşturan, halkın çıkarlarını merkeze alan ve modernleşmeden taviz vermeyen bir anlayıştı.
Bugün, seküler milliyetçilik bu mirası yeniden tartışmak zorundadır. Çünkü artık ne eski solun soyut devrim romantizmi, ne de geleneksel milliyetçiliğin dışlayıcı söylemi bir çözüm üretmiyor. Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu şey, halkçı ve aydınlanmacı bir damar üzerinden devrimci bir siyasal tahayyülü yeniden kurmaktır. Bu, ne körü körüne Batıcılık ne de içe kapanmacı bir nostaljidir. Bu; eşit yurttaşlık, laiklik, üretimci ekonomi ve anti-emperyalist bir dış politika temelinde yükselebilecek bir çizgidir.
Seküler milliyetçilik, bu hattı İttihatçılardan ve erken Cumhuriyet’ten alabilir. Nerede ayrışmalıdır peki? Bugün, milliyetçiliğin etnik değil, kapsayıcı bir yurttaşlık projesine dönüşmesi; devrimciliğin ise salt iktidar karşıtlığından çıkıp bir kurucu irade önerisine evrilmesi gerekir. Türkiye'nin bugünkü yapısal sorunlarına çözüm üretmeyen her ideolojik pozisyon, tarihsel anlamını da yitirmeye mahkûmdur. Dolayısıyla devrimci milliyetçilik, yalnızca geçmişte kalmış bir tarihî anı değil; bugün de halkı özne yapan yeni bir politik ufkun adıdır.
Günümüzde Anlamı – Kim Sahip Çıkıyor?
Bugün Türkiye’de “milliyetçilik” kavramı siyasal alanda hâlâ etkili bir söylem gücüne sahip. Ancak bu söylemin içeriği büyük ölçüde daraltılmış durumda. MHP’nin temsil ettiği “geleneksel” milliyetçilik çizgisi, uzun yıllardır devletle, son birkaç yıldır ise AKP iktidarı ile barışık, güvenlik odaklı, dışlayıcı reflekslerle şekillenmiş ve halkçı ya da devrimci hiçbir yön taşımayan bir hale evrildi. 1990’lardan itibaren daha da belirginleşen bu çizgi, Türk milliyetçiliğini yalnızca “devletin bekası” üzerinden tarif ederken, halkın taleplerini, sınıfsal gerçeklikleri ve modernleşme dinamiklerini göz ardı etti. Oysa bir zamanlar milliyetçilik, imparatorluğun çöküş sürecinde halkı ayağa kaldıran bir umuttu; sadece koruyan değil, aynı zamanda kuran bir enerjiydi.
Peki bu kurucu, halkçı ve devrimci yönüyle milliyetçiliği bugün kim savunuyor? Açık konuşmak gerekirse, bu hattı doğrudan sahiplenen güçlü bir siyasi yapıdan bahsetmek zor. Ancak çeşitli entelektüel çevrelerde, bağımsız yayın organlarında ve yeni nesil gençlik hareketlerinde bu damar yeniden canlanıyor. Türk milliyetçiliğini sadece bir “kimlik savunusu” değil, aynı zamanda üretime, eşitliğe ve laikliğe dayalı bir toplumsal dönüşüm projesi olarak görenler, sessiz ama etkili bir hat kuruyor. Bu anlayışın en temel farkı, milliyetçiliği devlete değil halka yaslamasıdır. Halkı özne sayar; halkın refahı, eğitimi, özgürlüğü ve üretim gücü üzerine inşa edilmiş bir milli politika hedefler.
Devrimcilik neden sadece solun değil, aynı zamanda gerçek bir milliyetçiliğin de tanımı olabilir? Çünkü devrimcilik, düzeni sorgulama cesareti ve yeni bir gelecek inşa etme iradesidir. Eğer milliyetçilik halk içinse, o halkın sefaletine, cehaletine ve sömürülmesine karşı susamaz. O halde milliyetçi olan, aynı zamanda devrimci olmak zorundadır. Aksi halde bu ideoloji, sadece nostaljik bir kimlik anısına, sembollerle oynayan boş bir kabuğa dönüşür.
Bugün Türkiye’nin karşı karşıya olduğu yapısal krizlere bakıldığında –adaletsiz vergi sistemi, niteliksiz eğitim, üretimsiz ekonomi, genç işsizliği, tarımın çöküşü, laikliğin aşınması, milli kimliğin kaybedilmesi– milliyetçiliğin yalnızca “güvenlik” söylemine hapsolması büyük bir kayıptır. Bu sorunlara gerçekçi çözümler ancak halkçı, devrimci ve rasyonel bir programla üretilebilir. Ve bu program, milliyetçiliği sadece sembollerde değil; fabrikada, okulda, tarlada ve sokakta yeniden kurmak zorundadır.
Devrimci milliyetçilik işte bu yüzden hâlâ günceldir. Çünkü yalnızca kimliğimizi değil, geleceğimizi de kurmak için gereklidir. Korkuya değil, umuda yaslanır. Güce değil, haklılığa dayanır. Ve en önemlisi, sadece geçmişle değil, gelecek inşasıyla ilgilidir. Bugün bu sesi yükselten azdır belki ama bu sesin tarihsel meşruiyeti, gelecekte daha yüksek bir çağrıya dönüşecektir. Yeter ki bu fikrin taşıyıcıları, bugünün suskunluğunu yarının söz hakkına çevirmeye kararlı olsun.
Gölgeden Çıkmak
Devrimci milliyetçilik, bu toprakların unutulmuş değil; unutturulmuş damarlarından biridir. Bugün hâlâ milliyetçilik denince akla yalnızca hamasi söylemler, güvenlik refleksleri ya da kimlik fetişizmi geliyorsa, bu biraz da devrimci hattın kasıtlı olarak gölgede bırakılmasındandır. Oysa halkçı, laik, modernleşmeci ve üretimci bir milliyetçilik anlayışı, Türkiye'nin tarihsel deneyiminde defalarca kendini göstermiştir. İttihatçılardan Cumhuriyet'in kurucu kadrolarına, oradan 1960 sonrası sol milliyetçi hareketlere kadar uzanan bu çizgi; ne sadece tarihin bir sayfasıdır, ne de geçmişe sıkışmış bir nostaljidir. Aksine, doğru okunursa bugünün krizlerine dair güçlü ipuçları sunan bir siyasal mirastır.
Bu miras, bugünkü dağınık ve kimliksiz siyasal ortamda yeniden tanımlanmayı bekliyor. Bir fikir olarak değil sadece; bir hareketin harcı, bir örgütlenmenin ruhu, bir siyasal iradenin pusulası olarak. Halktan yana, laiklikten taviz vermeyen, emperyalizme direnen, kalkınmacı, üretimci ve bilimsel temelli bir milliyetçilik; Türkiye'nin yalnızca kimliğini değil, geleceğini de koruyacak olan fikirdir. Ve bu fikir, devrimcilik cesaretini taşımadan ayakta kalamaz.
Bugün devrimci milliyetçilik, ne bir moda söylem ne de bir nostalji alanıdır. O, yeniden kurucu olabilecek yegâne ideolojik damar olabilir. Eğer Türkiye bir kez daha ayağa kalkacaksa, bu kalkış hamasetle değil, fikirle; nostaljiyle değil, kararlılıkla; korkuyla değil, halk iradesiyle mümkün olacaktır. Bu da ancak gölgede bırakılmış bu tarihi yüzün, yeniden gün ışığına çıkarılmasıyla mümkündür.
Artık zamanıdır: Devrimci milliyetçilik savunulmalı, tartışılmalı ve yeniden inşa edilmelidir. Çünkü tarih bazen gölgede kalmış fikirleri, tam da ihtiyaç duyulduğu anda yeniden çağırır. Bu çağrıyı duymak ve cevap vermek, artık yalnızca bir tercih değil; bir sorumluluktur.
Bugün Türkiye’de devrimci milliyetçiliği sahiplenecek sahici tek zemin varsa, o da seküler milliyetçiliktir. Çünkü ancak seküler bir zeminde halk, dinî aidiyetin ötesinde eşit yurttaşlar olarak tanımlanabilir; ancak laiklik temelinde bir devlet, bilimsel ilerlemeye, kadın özgürlüğüne ve toplumsal adalete öncülük edebilir. Devrimcilik, kendisini çağın gerisindeki yapılarla mücadele ederek tanımlar. Ve Türkiye’de bu mücadeleyi hem halkçı hem akılcı biçimde yürütebilecek yegâne damar, seküler milliyetçiliktir. Ne sistemle uzlaşmış geleneksel sağ, ne de kimliksizleşmiş liberal çevreler bu mirası taşıyabilir. Bu yüzden devrimci milliyetçilik, seküler milliyetçilikle buluştuğu ölçüde günceldir, etkilidir ve kurucudur.
Aynen katılıyorum. Sözünü ettiğiniz devrimci seküler milliyetçilik Atatürk tarafından kurulmuştur. Sorun, bunun sadece CHP'de kalması ve CHP'nin de çürümesi sonucu sahipsiz kalmış olmasıdır. Bu gün bu yoldan giden hiç bir parti yoktur. Gittiğini söyleyenlerin bir kısmı ümmetçi, bir kısmı laiklikle sorunlu, bir diğer kısmı marksizme kaymış, kimliği ve söylemleri oturmamış, çelişkilerle dolu partilerdir. Öncelikle, bir parti yerine büyük bir sivil irade oluşturulmalıdır. Bu sivil irade ile fikirler parti kavgaları dışında daha kolay halka ulaşır. Milliyetçi kongre iyi bir fikirdir ve büyütülüp genişletilmesi gerekir. Diğer yandan KCK bile Ulus devlet kavramını kullanırken, artık bizim de bu arapça kökenli milliyetçilik sözünü bırakıp, türkçe Ulus (ya da başka bir alternatif türkçe sözcük) sözcüğüne geçmemiz yerinde olacaktır. Devrimi dilimizde de yapmalıyız.