O artık İmparatorluk'ta hemen herkesin umut ile baktığı geleceğin büyük kumandanı şimdilerin ise Hürriyet Kahramanı Enver Bey'dir. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra gittiği hemen her yerde büyük sevgi gösterileri ve halk nezdinde büyük ilgi ile karşılanır. Enver Bey Meşrutiyet'in ilanından sonra Berlin’e askeri ateşe olarak gönderilir. Berlin’de de kendisine özel ilgi gösterilir ve her toplantı ya da etkinlikte imparatorun özel emri ile ağırlanır. Bu durum o kadar açık şekilde yapılır ki yabancı elçilik yetkililerinin ve askeri ateşelerinin şikayetlerine yol açar.
II. Meşrutiyetin ardından her şeyin düzeleceği gibi bir anlayış hakim oluşmuş fakat bir önceki günden farklı olarak değişen tek şeyin hürriyet gösterileri, nutuklar ve sevinç çığlıkları olduğu zamanla anlaşılmıştır. Sultan II. Abdülhamit Mabeyn Başkatibi (Genel Sekreter) Tahsin Paşa'ya şunları söyler: "Yaşlandım ve yoruldum. Suyun akıntısına gideceğim. Meşrutiyet her derde deva sanıyorlar. Denesinler, görsünler…" İttihat ve Terakki'nin kurucularından İbrahim Temo Meşrutiyet'in ilanından sonraki ortamı şöyle ifade edecektir: "Manastır daha civcivli; subayı, başıbozuğu, Arnavut’u, Bulgar’ı birer fatih gibi başı yukarda, ayakları yer kürenin hareketini durduracak bir tarzda çarpan, kanatları açılmış horoza dönmüşler.’’
Memleketin genel ahvali böyleyken Meşrutiyet'in ilanının bir sevinç ve gösteri hareketinden öteye bir anlam ifade etmediği anlaşılmaya başlanmıştır. Avusturya İmparatorluğu, Bosna-Hersek’i 5 Eylül 1908'de ilhak ettiğini açıklamış, Bulgaristan Prensliği ise 13 Eylül 1908’de bağımsızlığını ilan ederek Bulgaristan Krallığı olmuştur. Ardından İmparatorluğa 1876'dan bu yana pamuk ipliği ile bağlı olan Girit adası Yunanistan’a katıldığını ilan etmiştir.
İmparatorluk tebaasından bu kopuşlar olurken askerlerin siyasetten kopmayışı ayrı bir sorun teşkil etmeye ve ileride Balkan Harbinde alınacak yenilgilerin zeminini oluşturmaya başlayacaktı. Bu ahval içerisinde Osmanlı İmparatorluğu genel seçimlere gitmiş ve meclis aritmetiği şu şekilde oluşmuştur: 288 milletvekilinin 147’si Türk, 60’ı Arap, 27’si Arnavut, 26’sı Rum, 14’ü Ermeni, 10’u Sırp ve Bulgar, 4’ü de Yahudi'dir.
Vazifeleri hürriyet ve meşrutiyeti korumak olan avcı taburları 19 Ekim 1907 tarihinde Rumeli'den istanbul’a getirilmişti. Bu avcı taburları Taşkışla'da kaderlerine terk edilmiş şekilde bırakıldı. Avcı taburunun askerleri acımasız çavuşların elinde yok oluyor ve kışla içerisinde cehalet her geçen gün artmaya devam ediyordu. Avcı taburunun subayları ise Beyoğlu’nun şatafatlı etkisi karşısında mest olmuşcasına eğlence ve zevk-i sefa hayatına dalmıştı. Halbuki vazifeleri Meşrutiyet'i korumak olan bu askerler 31 Mart'ta ayaklanacak ve isyan edecek olan taburların ta kendisiydi. Bu süreç içerisinde gericiler ve şeriat isteyenlerin faaliyetleri durmaksızın devam etmiştir. İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti başta olmak üzere Volkan Gazetesinin de sahibi olan Derviş Vahdeti tahrik edici bir şekilde şerait söylemlerini hızlandırır. Bu ahval türlü sıkıntıları da peşinden getirmekte çekinmez, o günlerde ilk sıkıntı medreselerde kendini göstermeye başlar. Medresede görevli softalar o tarihe kadar askerlikten muaf tutulmuştu, tam da o dönemde Harbiye Nezareti (Savaş Bakanlığı) bir genelge yayımladı, bu genelgeye göre softalar bir sınava tabi tutulacak ve sınavı geçemeyen softalar askerliğe alınacaktı. Sınavın ise basit okuma yazmadan ibaret olacağı ilan edilmişti fakat softaların bir çoğu okuma-yazma dahi bilmiyordu. 31 Mart hareketinde bu softalar daima Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa'yı ararlar, amaçları ise malum olduğu üzere; imtihan kaidesinin hesabını sormaktır.
Kazan kaynıyor ve taşmak üzereydi. Bunu gören Derviş Vahdeti 20 Mart 1908'de Ayasofya’da mevlitler, tekbirler ve törenlerle İttihat-ı Muhammediye Cemiyeti'nin kuruluşunu kutladı. Günün kahramanı ise kendisini
Bardağı taşıran son damla gazeteci Hasan Fehmi Bey’in İttihat ve Terakki fedailerinden birinin attığı kurşunla vurulması ile gerçekleşti. 31 Mart 1908'de avcı taburları askerleri subayların kendilerini aldattığı ve din diyanet tanımadığı iddiası ile ayaklanırlar. Hareket padişaha bağlı ve Meşrutiyet'e karşı bir görünüm vermektedir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti bu durum karşısında tedbir almak ister ve Rumeli’deki 3. Ordu Komutanı Mahmut Şevket Paşa'nın başkanlığında toplanarak görüşür. Görüşme neticesinde ‘’Hareket Ordusu’’ adını alan bir kuvvetin İstanbul üzerine yollanması kararı alınır. Bu kuvvetlerin başına da Selanik Redik Tümeni Kumandanı Hüsnü Paşa getirilir. Kurmay başkanlığını ise Kolağası Mustafa Kemal Bey (Atatürk) yapacaktır. Devrin bütün askeri yıldızları bu ordu içerisinde yer alır; Ali Fethi Okyar, Cemal Bey (Paşa), Hafız İsmail Hakkı Bey (Paşa), Kazım Bey (Karabekir). Yüzbaşı İsmet Bey (İnönü) de Edirne’de tertiplenen asker ve gönüllülerin başında harekat içerisinde yer alır. O sıralar Berlin’de askeri ateşe görevini yapan Enver Bey olayı öğrenir öğrenmez Berlin’den yola çıkar ve memlekete gelir fakat memlekete geldiğinde birlikler İstanbul önlerindedir. Süratle Hareket Ordusu'nun Kurmay Başkanlığı görevini Mustafa Kemal Bey'den devralır. Mustafa Kemal elbette ki bu arkaya itilişten kırgındır ve süratle Selanik’e geri döner. Enver Bey, Hareket Ordusu askerlerinin isyancılar tarafına geçmesinden büyük şüphe duyar ve bu duruma engel olmak için sürekli olarak Padişah'a bağlılığı ve sadakati beyan eder.
Hareket Ordusu İstanbul’a girmiştir, Enver Bey yan yollardan aşarak direkt olarak Taşkışla ve Taksim Kışlası üzerine yürür. Direnişler güçlü olur. Hatta kışlalara karşı top kullanmak zorunda kalınır. Çarpışma bütün gün sürer. Ve Enver Bey’in çok değer verdiği arkadaşı, Binbaşı Muhtar Bey o sırada şehit olur. Enver Bey harekatın Kurmay Başkanıydı ve bu harekatı merkezden yönetmesi gerekirdi fakat o hiçbir zaman savaşmaktan ve mücadeleden geri durmayan kişiliği sayesinde korkuya geçit vermeden birliklerinin başında en ön safta mücadele ediyordu. Padişah II. Abdülhamit bazı birliklerin direnme ihtimaline karşı "Asker sakın kurşun atmasın. Eğer kurşun atacaklarsa ilk önce beni vursunlar" diyerek haber göndermesi de etkili olmuş ve Hareket Ordusu vaziyete hakim olmuştur. İsyancıları her daim destekleyen Derviş Vahdeti, Said-i Nursi ve Dr. Rıza Nur gibi isimler birer birer köşe bucağa kaçmayı ve sessizliğe bürünmeye başlamıştır.
27 Nisan 1909 tarihinde Ayasofya Meydanındaki binasında toplanan Osmanlı Mebusan-ı Meclisi, Padişah II.Abdülhamit’i tahttan indirmeye karar verir. Padişahın tahttan indirilmesi için fetva zorda olsa alınmıştır. Fetvada saygısızca gerekçeler göstermek suretiyle birtakım uydurma olaylar bahane edilmiştir. Bu gerekçelerden en önemlisi Padişah'ın bazı dini kitapları yaktırdığı gibi sebepler yer alır. Yıldız Sarayı'na Padişah'a azil kararını bildirmek üzere gönderilen heyette Arnavut mebuslarından jandarma generali Esat Paşa ile Ermeni mebus Aram ve Selanik mebusu Yahudi Emanuel Karasu da bulunuyordu. II. Abdülhamit’in Padişah vasfından başka olarak Halife sıfatından da alınacağının bildirilmesi ve bu bildiriyi yapacak heyette Ermeni mebus ile Yahudi bir mebusun bulunması Padişah II.Abdülhamit’i oldukça yaralamıştır, hatta bugün bile bu tablo bazı çevrelerce derin üzüntü ve büyük bir kine yol açmıştır.
Padişah çaresiz bir şekilde azil kararını kabul eder, Padişah'tan şehri terk etmesi ve Selanik’te ordunun güvencesi ile yaşaması tebliğ edilir,padişah her ne kadar İstanbul’dan ayrılmak istemese ve bunun için baskı yapsa da kararları kesindir, Padişah mecburen İstanbul’u terk etme kararını kabul eder. Padişah, Yıldız Sarayı'nı terk ettiğinde sarayın yağmalandığı ve değerli mücevherat başta olmak üzere padişah ve ailesinin kullandığı birtakım kişisel eşyaların kaybolduğu nakledilir.
Enver Bey ise Berlin askeri ateşeliği görevine tekrar geri dönmüştür. Tarihin kendisine yüklemek üzere olduğu yeni görevlerden ve zaferlerden habersiz çalışmalarına devam etmektedir. İlerleyen süreçlerde Trablusgarp Savaşında kahramanlıklar gösterecek, Balkan Savaşlarında Edirne Fatihi unvanını alacak, Bab-ı Ali Baskını ile askeri ve siyasi kariyeri bambaşka yerlere evrilecektir.
Yazıma Enver Bey’in şu sözleri ile noktayı koyuyorum: "Aslında başarıları anlatmayı ve kendimi, olmak istediğimden başka göstermeyi sevmem. En muzaffer işlerde bile, ismimin bilinmemesini ve zaferlerden tamamen kayıtsız kalmayı isterim."
Barış Yüksel
Yazı dizisinin 'Hürriyet Kahramanı Enver Bey' başlıklı ilk bölümünü okumak için buraya tıklayınız.