İngilizce öğretmenime "Biz neden onların dilini öğreniyoruz, onlar bizimkini öğrensin" diye çıkışan bir ilkokul öğrencisiyim. Bin yıl önce dedelerimle aynı topraklardan, Kafkasya'dan gelen Dede Korkut masallarını çoktan hatmetmişim, acemice Türkiye Türkçesine aktarılmış vezinli konuşmalarını okuyup, neden böyle konuştuklarına anlam vermeye çalışıyorum. 2002, Çanakkale 1849 senesinde Londra'da kurulmuş uluslararası bir danışmanlık şirketinin Thames Nehri'ne bakan genel müdürlük binasında mukim bir çalışanıyım, henüz kimse bana pek bir şey danışmıyor belki ama ben arkadaşıma acemice Deli Dumrul'un köprüyü geçmeyenden neden 40 akçe aldığını izah etmeye çalışırken Bahadırhan'a keşke o kısmı da çevirtseydim diye hayıflanıyorum. (TamgaTürk’te yayımlanan Dede Korkut çevirisi için tıklayınız.) 2020, Londra …
Evimin salonunda, dolapların üzerine konmuş iki bozkurt heykelciği var. İstanbul’daki son günümde ben koymuştum birini bavuluma, diğerini de Dede Korkut’un el verdiği dostlarımdan birisi gönderdi benim heykelciğimden habersizce. İkisi de beni pürdikkat izliyor tüm gün.
Gurbette bir Türk evladıyım, bin yıllık gözlerimle bakıyorum çevreme. Duygu sömürüsü yapmayacağım. Pek de acıklı bir tarafı yok Türkiye’den uzakta yaşamanın -çoğunlukla. Hem zaten neticede “tam bin üç yüz senedir biçare” Türk evladının en iyi yaptığı şeyi yaptım, göç ettim. İsteyerek geldim bu topraklara. İşini iyi yapan insanlardan, işimi iyi yapmayı öğreniyorum.
Kendimi oldum olası “Türk Milliyetçisi” olarak tanımladım. Ancak yeryüzünde geçirdiğim 28 yıllık pek de şaşaalı olmayan ömrümün her yılında hem Türk’ten anladığım hem de Milliyetçilikten anladığım şey hemen her sene değişti. Değişmeyen tek şeyin değişim olduğuna defalarca şahitlik ettim ve diyalektik materyalizme iman ettim. Nihayetinde vardığım noktada, Türk Milliyetçiliği denince anladığım en birincil şey şudur: “Bizim çocuklar daha iyisini hak ediyor be!”
Daha iyisinin ne olduğunu, vakt-i zamanında bir başka istibdadın pençesinden kurtulmak için Paris’e göçen Jön Türkler görmüştü. Paris sokaklarında Millî Mücadele ruhunun tohumlarını atan Namık Kemal, Yusuf Akçura gibi büyük Türk evlatlarının açtığı yol, zamanı geldiğinde Atatürk sayesinde Türkiye Cumhuriyeti isimli mucizeyi doğurdu. Elbette ki kendimi Namık Kemallerle karşılaştıracak ya da mevcut Türkiye Cumhuriyetini 20. yüzyıl başındaki Osmanlı kadar aciz görecek değilim. Ancak hala Jön Türk olmanın, atılan her tohumun, taşınan her bilginin, yazılan her kelimenin Türk evladı için daha iyiye giden yolda bir parça olsun katkısı olduğunu düşünüyorum.
Han-ı Yağma bugün nasıl ki hala yerli yerindeyse, bugünkü mideler de hala kavi, çorbalar hala sıcak. Bir zerresi olmaktan onur duyduğum bu yolun üniversite kampüslerinde Fırat Çakıroğlu’yla beraber verilecek kavgaları olduğu kadar, cam kaplamalı plazalarda öğrenilecek, dostane sohbetlerde Türk’ü bilmeyenlere anlatılacak da çok durağı var. 18 Mart’ın yıl dönümüne -planlanmamış da olsa hoş bir tesadüf- denk gelmiş olan bu başlangıcı takip edecek diğer yazılarımda o duraklara değinmek üzere, şimdilik hoşçakalın. “Söz, düşsek de uzakların yoluna/öleceğiz doğduğumuz toprakta.”
Not: Bu yazıyı yazdığım gün itibariyle vatanımla uçuşlar durduruldu, yollar kesildi. Bir seneye yakındır sevgili eşimle beraber yasadığım, otağımı kurduğum bu topraklarda kendimi ilk kez evimden çok uzaklarda hissediyorum. Yazdığım her şey bu yüzden biraz anlamsız geliyor aslında kulağıma. Hepimize sabır ve metanet diliyorum.
Yüreğine sağlık Ömerim,yolun bahtın açık ola