31 Ocak 2022 geceyarısı, 00:30’da sabaha yetişmesi gereken yarı-tamamlanmış raporumu kaydedip bilgisayarımı kapattım. Saatimi sabah 7’ye kurup yatmaya hazırlanırken, John Maynard Keynes’in "Economic Possibilities for our Grandchildren"(1) makalesinde geçen o huzur dolu öngörüsü aklıma takıldı. 20. Yüzyılın en büyük ekonomisti, yüz yıl sonra torunlarının haftada 15 saat çalışarak mutlu ve müreffeh olacağını tahmin etmişti. Belli ki ben Keynes’e layık bir torun olamadım.
--
Ancak, Coronavirüs’ün etkilerinin yavaştan silinmeye başladığı 2021 baharında, Amerika’da da birdenbire milyonlarca çalışan işlerinden istifa etmeye başladı. Amerika’da bugün, Covid salgınının hemen öncesine göre 4 milyon daha az insan bir işte çalışıyor. İsmi ilk olarak Mayıs 2021’de koyulan "The Great Resignation" (Büyük İstifa) dalgası aslında çok büyük bir sürpriz değil, birden çok faktörün bir araya gelmesinin doğal bir sonucu. Bu sebeplerin ilki -ve bu yazı kapsamında konuşacağımız esas mesele- çalışanların önceliklerinin, bir işten beklentilerinin ve bunu takiben taleplerinin değişmesi.
İşçiler ve işverenler arasında süregelen bu tartışma haliyle iki yıllık bir mesele değil. Günümüzde anladığımız şekliyle iş, mesai, ofis, işveren gibi kavramlar esasen 19. Yüzyılda sanayileşmeyi takiben ortaya çıkan şeyler. Kölelik sistemini bu yazının kapsamının dışında tutarsak, insanlar sanayi devrimi öncesinde ya küçük esnaf ya da çiftçi olarak hayatını kazanıyordu. Bir şirket, bir kurum için tam zamanlı bir işte çalışmak çok az bir kitle için söz konusuydu ve o kitle de genellikle şimdinin "üst düzey yönetici"sine denk bir pozisyonda bulunuyordu. Tabii ki bu genellemelerimin konunun detayına pek değinmeyen birer ‘genelleme’ olduğunu vurgulamak gerekir.
19. yüzyılda ise fabrikaların açılması, "limited şirket"lerin yaygınlaşması ve günümüz anlamıyla kapitalizmin yükselmesiyle, çalışma ve yaşam şekillerimiz köklü bir değişime uğradı. Max Weber’in "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu" kitabında muazzam bir çözümlemesini yaptığı bu yeni yaşam şekli, özünü "çalışma" kavramını kutsallaştırmaktan ve gayretle çalıştığımız takdirde hem bireye hem de topluma fayda sağlayan bir görev biçimi olarak tanımladı. Erken sanayi devriminin çok ağır çalışma koşulları göz önüne alındığında, 19. Yüzyıl Avrupa ve Amerika’sında yaşanan kelimenin tam anlamıyla vahşi kapitalizmin halkın gözünde din soslu bir kutsanmayla aklanma çabası denilebilir belki de.
Ancak, 5-6 yaşında çocukların dahi günde 12-13 saat çalıştırıldığı ve sıradan insanın tamamen tüketilebilir bir kaynak olarak görüldüğü sanayi devriminin bu ilk çağı, işçi sınıfının giderek artan hak talebiyle -ve pek tabii ki 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın getirdiği büyük yıkımın, nüfus ve sermaye kaybının da etkisiyle- yerini bireyin refahının giderek arttığı yeni bir dengeye bıraktı. Literatürde "Kapitalizmin Altın Çağı" olarak isimlendirilen 2. Dünya Savaşı sonrası büyük ekonomik patlama da bugün hala ortalama vatandaşın refahının insanlık tarihinde en hızlı arttığı zamandır.
Ancak her ne olduysa, 1970’lerin sonlarında itibaren bir şeyler değişti. O güne kadar ortalama bir çalışanın kazancı ve verimi birbiriyle tam bir uyum içinde yükselirken; yani kazandırdığı kadar kazanırken, 70’lerden sonra bu uyum hayli rahatsız edici bir şekilde bozuldu. Aşağıdaki gördüğünüz grafik(2) özetle diyor ki, 1979 yılından beri ortalama bir çalışanın reel maaşı yalnızca %17 artarken, ürettiği değer %61 artmış. Aradaki fark tamamen işverene transfer edilen kâr.
Ben ne sermaye düşmanıyım ne de devletçi bir sosyalist. Ancak bu tabloda bir şeylerin yanlış olduğunu söylemek için bunlardan birisi olmak da gerekmiyor zaten. Son elli yıl içinde insanlık görülmemiş -ve giderek artan- bir hızla ilerlerken, refahın topluma dağılışında da bir "normal dağılım" beklemek hiç olmazsa istatistiki açıdan mantıklı olan senaryo olmalıydı. Fakat bu toplumsal ilerlemenin çok kısıtlı bir kesime bol keseden ulaşırken, insanlığın genelinin bundan faydalanmamasının bir huzursuzluk yaratması da kaçınılmaz.
Tüm bunların üzerine, 80’ler öncesinin görkemli büyümesinden faydalanan ve artık çeşmenin başını çoktan tutmuş olan "boomer" neslinin de yeni neslin gerçeklerine, ihtiyaçlarına, imkanlarına olanca uzaklığı eklendiğinde, dünya genelinde karamsar bir tablo elde ediyoruz; kendisinden beklenen her şeyi (diploma-çalışma-iyi vatandaş olma) düzgünce yapmasına karşın, aldığı maaşla bırakın bir ev almayı, ev dahi kiralayamayıp ev arkadaşlığına muhtaç kalan milyonlarca genç. Ve bu gençlerin sorunlarından bihaber, yüksek kâr getiren evlerinin-dükkanlarının tapusunu elinde tutmaktan başka vasfı olmayan bir grup zengin.
Pandemi öncesinde de irili-ufaklı toplumsal hareketleri (örn. Occupy Wall Street) doğuran bu ayrışma, pandemi sonrasında yaşanan toplumsal sarsıntı ile başka bir boyuta geçti. Orta çağ Avrupası’nda kara veba sonrası yaşanan işgücü kıtlığı(3) gibi dramatik bir nüfus yok oluşu yaşanmadı belki; ama çok uzun bir süre evden çalışan, hatta evinde bilgisayarının başındayken haddinden de uzun bir süre her medya kanalından ölüm korkusu yaşatılan milyonlarca beyaz yakalı çalışan önceliklerini gözden geçirme fırsatı buldu. "Zaruri işler" olarak nitelendirilen işlerde (market çalışanları, nakliyeciler, sağlık çalışanları vb.) çalışan işçiler ise, pandeminin ilk yılı bol keseden pohpohlandıktan sonra, düşük maaşlı ve ne işverenlerinin ne de devletin pek de önemsemediği kişiler olduklarıyla tekrar yüzleştiler. Sonuçta, benim gibi beyaz yakalılar artık evden de pekâlâ çalışabileceğimizi biliyoruz; mavi-yakalı işçiler de toplum için aslında ne kadar kritik hizmetleri gördüklerini fark ettiler ve hepimiz artık daha fazlasını istiyoruz -eski düzene dönmek isteyen işverenler hariç.
Yazının esas çıkış noktası olan "Büyük İstifa" sürecinin hepsi artık işine dönmek istemeyen, büyük bir isyan içerisindeki kitlelerdir demek gerçeklikten çok kopuk bir yorum olurdu. İstifa eden çalışanların çok büyük bir kısmı, daha iyi maaşlarla yeni bir yerde çok geçmeden çalışmaya dönüyorlar. Ancak yine de maaşların yükselmemesi için elinden geleni yapan şirketler, kalıcı olarak çalışanlarına bu kozu vermemek için nakliye gibi birçok iş kolunda geçici olacağını umdukları işgücü açığını dahi sinelerine çekebiliyorlar. Ancak öte yandan çalışma kavramını, uzun mesai saatlerini, kötü muameleyi ve benzeri şeyleri sorgulayan ve değiştirmek isteyen bir grup da yok değil. Son günlerde çokça ismi geçen Reddit forumu "Antiwork"ün üye sayısı sadece altı ayda yaklaşık yüz bin’den 1.7 milyona ulaştı, ve yaygın medyada her geçen gün kendisine daha çok yer buluyor. Bu forumda yapılan paylaşımların ezici bir çoğunluğu ise, çalışanların işyerlerinde gördükleri kötü muameleler üzerine istifa etme hikayeleri. Kaldı ki Amazon gibi devasa şirketlerin dahi çalışanlarını göz göre göre ölüme gönderebildiği(4) yahut Uygur Türkleri’nin zorla çalıştırıldığı fabrikaları tedarikçi olarak kullanabildiği(5) düşünüldüğünde, bu forumda anlatılan senaryoların -teker teker olmasa da toplamda yansıttığı resim göz önüne alındığında- gerçekliğinden pek de şüphe duymuyor insan.
Gelgelelim insanoğlu aciz bir yaratık. Ne "Büyük İstifa" dalgasının, ne de "Antiwork" gibi hareketlerin dünyanın gittiği yere dair anlamlı bir değişiklik yaratabileceğini düşünmüyorum. Yaratacakları sınırlı etkinin ilk vadede getirisi gibi gözüken maaş zamları dahi, çoktan dünya çapında yükselen enflasyonla nötrlendi denilebilir. Keynes’in çalışma saatleri konusundaki iyi niyetli tahmini zaten tutmadı, ki ben bu yazıyı bitirdiğim pazar gününü dahi çalışarak geçirmek durumundayım. Keynes torunları hakkında fazla iyimser bir dedeymiş.
Fakat bu, yakın gelecekte gerek çalışma hayatında gerek dünya düzeninde köklü değişiklikler olmayacağı anlamına gelmiyor -zira olmak zorunda. Örneğin, emeklilik sisteminin günümüzdeki haliyle 30 sene sonra sürdürülebilmesi mümkün değil -ancak bu meseleler bir sonraki yazımızın konusu olmalı.
---
Dipnot: Türkiye’nin mevcut ekonomik koşulları, işsizlikten intihar eden gençleri, akıl almaz hayat pahalılığı bu yazının kapsamı dışındadır. Türkiye’nin bu yazıda konu edilen "batılı" dertlerle dertlenmesi ise en büyük dileğimizdir.
--
Ancak, Coronavirüs’ün etkilerinin yavaştan silinmeye başladığı 2021 baharında, Amerika’da da birdenbire milyonlarca çalışan işlerinden istifa etmeye başladı. Amerika’da bugün, Covid salgınının hemen öncesine göre 4 milyon daha az insan bir işte çalışıyor. İsmi ilk olarak Mayıs 2021’de koyulan "The Great Resignation" (Büyük İstifa) dalgası aslında çok büyük bir sürpriz değil, birden çok faktörün bir araya gelmesinin doğal bir sonucu. Bu sebeplerin ilki -ve bu yazı kapsamında konuşacağımız esas mesele- çalışanların önceliklerinin, bir işten beklentilerinin ve bunu takiben taleplerinin değişmesi.
İşçiler ve işverenler arasında süregelen bu tartışma haliyle iki yıllık bir mesele değil. Günümüzde anladığımız şekliyle iş, mesai, ofis, işveren gibi kavramlar esasen 19. Yüzyılda sanayileşmeyi takiben ortaya çıkan şeyler. Kölelik sistemini bu yazının kapsamının dışında tutarsak, insanlar sanayi devrimi öncesinde ya küçük esnaf ya da çiftçi olarak hayatını kazanıyordu. Bir şirket, bir kurum için tam zamanlı bir işte çalışmak çok az bir kitle için söz konusuydu ve o kitle de genellikle şimdinin "üst düzey yönetici"sine denk bir pozisyonda bulunuyordu. Tabii ki bu genellemelerimin konunun detayına pek değinmeyen birer ‘genelleme’ olduğunu vurgulamak gerekir.
19. yüzyılda ise fabrikaların açılması, "limited şirket"lerin yaygınlaşması ve günümüz anlamıyla kapitalizmin yükselmesiyle, çalışma ve yaşam şekillerimiz köklü bir değişime uğradı. Max Weber’in "Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu" kitabında muazzam bir çözümlemesini yaptığı bu yeni yaşam şekli, özünü "çalışma" kavramını kutsallaştırmaktan ve gayretle çalıştığımız takdirde hem bireye hem de topluma fayda sağlayan bir görev biçimi olarak tanımladı. Erken sanayi devriminin çok ağır çalışma koşulları göz önüne alındığında, 19. Yüzyıl Avrupa ve Amerika’sında yaşanan kelimenin tam anlamıyla vahşi kapitalizmin halkın gözünde din soslu bir kutsanmayla aklanma çabası denilebilir belki de.
Ancak, 5-6 yaşında çocukların dahi günde 12-13 saat çalıştırıldığı ve sıradan insanın tamamen tüketilebilir bir kaynak olarak görüldüğü sanayi devriminin bu ilk çağı, işçi sınıfının giderek artan hak talebiyle -ve pek tabii ki 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın getirdiği büyük yıkımın, nüfus ve sermaye kaybının da etkisiyle- yerini bireyin refahının giderek arttığı yeni bir dengeye bıraktı. Literatürde "Kapitalizmin Altın Çağı" olarak isimlendirilen 2. Dünya Savaşı sonrası büyük ekonomik patlama da bugün hala ortalama vatandaşın refahının insanlık tarihinde en hızlı arttığı zamandır.
Ancak her ne olduysa, 1970’lerin sonlarında itibaren bir şeyler değişti. O güne kadar ortalama bir çalışanın kazancı ve verimi birbiriyle tam bir uyum içinde yükselirken; yani kazandırdığı kadar kazanırken, 70’lerden sonra bu uyum hayli rahatsız edici bir şekilde bozuldu. Aşağıdaki gördüğünüz grafik(2) özetle diyor ki, 1979 yılından beri ortalama bir çalışanın reel maaşı yalnızca %17 artarken, ürettiği değer %61 artmış. Aradaki fark tamamen işverene transfer edilen kâr.
Ben ne sermaye düşmanıyım ne de devletçi bir sosyalist. Ancak bu tabloda bir şeylerin yanlış olduğunu söylemek için bunlardan birisi olmak da gerekmiyor zaten. Son elli yıl içinde insanlık görülmemiş -ve giderek artan- bir hızla ilerlerken, refahın topluma dağılışında da bir "normal dağılım" beklemek hiç olmazsa istatistiki açıdan mantıklı olan senaryo olmalıydı. Fakat bu toplumsal ilerlemenin çok kısıtlı bir kesime bol keseden ulaşırken, insanlığın genelinin bundan faydalanmamasının bir huzursuzluk yaratması da kaçınılmaz.
Tüm bunların üzerine, 80’ler öncesinin görkemli büyümesinden faydalanan ve artık çeşmenin başını çoktan tutmuş olan "boomer" neslinin de yeni neslin gerçeklerine, ihtiyaçlarına, imkanlarına olanca uzaklığı eklendiğinde, dünya genelinde karamsar bir tablo elde ediyoruz; kendisinden beklenen her şeyi (diploma-çalışma-iyi vatandaş olma) düzgünce yapmasına karşın, aldığı maaşla bırakın bir ev almayı, ev dahi kiralayamayıp ev arkadaşlığına muhtaç kalan milyonlarca genç. Ve bu gençlerin sorunlarından bihaber, yüksek kâr getiren evlerinin-dükkanlarının tapusunu elinde tutmaktan başka vasfı olmayan bir grup zengin.
Pandemi öncesinde de irili-ufaklı toplumsal hareketleri (örn. Occupy Wall Street) doğuran bu ayrışma, pandemi sonrasında yaşanan toplumsal sarsıntı ile başka bir boyuta geçti. Orta çağ Avrupası’nda kara veba sonrası yaşanan işgücü kıtlığı(3) gibi dramatik bir nüfus yok oluşu yaşanmadı belki; ama çok uzun bir süre evden çalışan, hatta evinde bilgisayarının başındayken haddinden de uzun bir süre her medya kanalından ölüm korkusu yaşatılan milyonlarca beyaz yakalı çalışan önceliklerini gözden geçirme fırsatı buldu. "Zaruri işler" olarak nitelendirilen işlerde (market çalışanları, nakliyeciler, sağlık çalışanları vb.) çalışan işçiler ise, pandeminin ilk yılı bol keseden pohpohlandıktan sonra, düşük maaşlı ve ne işverenlerinin ne de devletin pek de önemsemediği kişiler olduklarıyla tekrar yüzleştiler. Sonuçta, benim gibi beyaz yakalılar artık evden de pekâlâ çalışabileceğimizi biliyoruz; mavi-yakalı işçiler de toplum için aslında ne kadar kritik hizmetleri gördüklerini fark ettiler ve hepimiz artık daha fazlasını istiyoruz -eski düzene dönmek isteyen işverenler hariç.
Yazının esas çıkış noktası olan "Büyük İstifa" sürecinin hepsi artık işine dönmek istemeyen, büyük bir isyan içerisindeki kitlelerdir demek gerçeklikten çok kopuk bir yorum olurdu. İstifa eden çalışanların çok büyük bir kısmı, daha iyi maaşlarla yeni bir yerde çok geçmeden çalışmaya dönüyorlar. Ancak yine de maaşların yükselmemesi için elinden geleni yapan şirketler, kalıcı olarak çalışanlarına bu kozu vermemek için nakliye gibi birçok iş kolunda geçici olacağını umdukları işgücü açığını dahi sinelerine çekebiliyorlar. Ancak öte yandan çalışma kavramını, uzun mesai saatlerini, kötü muameleyi ve benzeri şeyleri sorgulayan ve değiştirmek isteyen bir grup da yok değil. Son günlerde çokça ismi geçen Reddit forumu "Antiwork"ün üye sayısı sadece altı ayda yaklaşık yüz bin’den 1.7 milyona ulaştı, ve yaygın medyada her geçen gün kendisine daha çok yer buluyor. Bu forumda yapılan paylaşımların ezici bir çoğunluğu ise, çalışanların işyerlerinde gördükleri kötü muameleler üzerine istifa etme hikayeleri. Kaldı ki Amazon gibi devasa şirketlerin dahi çalışanlarını göz göre göre ölüme gönderebildiği(4) yahut Uygur Türkleri’nin zorla çalıştırıldığı fabrikaları tedarikçi olarak kullanabildiği(5) düşünüldüğünde, bu forumda anlatılan senaryoların -teker teker olmasa da toplamda yansıttığı resim göz önüne alındığında- gerçekliğinden pek de şüphe duymuyor insan.
Gelgelelim insanoğlu aciz bir yaratık. Ne "Büyük İstifa" dalgasının, ne de "Antiwork" gibi hareketlerin dünyanın gittiği yere dair anlamlı bir değişiklik yaratabileceğini düşünmüyorum. Yaratacakları sınırlı etkinin ilk vadede getirisi gibi gözüken maaş zamları dahi, çoktan dünya çapında yükselen enflasyonla nötrlendi denilebilir. Keynes’in çalışma saatleri konusundaki iyi niyetli tahmini zaten tutmadı, ki ben bu yazıyı bitirdiğim pazar gününü dahi çalışarak geçirmek durumundayım. Keynes torunları hakkında fazla iyimser bir dedeymiş.
Fakat bu, yakın gelecekte gerek çalışma hayatında gerek dünya düzeninde köklü değişiklikler olmayacağı anlamına gelmiyor -zira olmak zorunda. Örneğin, emeklilik sisteminin günümüzdeki haliyle 30 sene sonra sürdürülebilmesi mümkün değil -ancak bu meseleler bir sonraki yazımızın konusu olmalı.
---
Dipnot: Türkiye’nin mevcut ekonomik koşulları, işsizlikten intihar eden gençleri, akıl almaz hayat pahalılığı bu yazının kapsamı dışındadır. Türkiye’nin bu yazıda konu edilen "batılı" dertlerle dertlenmesi ise en büyük dileğimizdir.