Türkiye, 1 Mayıs’ı yıllarca hayatı sınıfların döğüşü olarak okumayı tercih eden ve doğru kabul eden cenaha terk edildi. Sahiplenenlerin mezkur görüşü, doğruydu yahut yanlıştı; bir kenara bırakalım. Bayramın terki, bayramı terk edenlerin görüşü doğruydu veyahut yanlıştı; bunu da geçelim. Bugüne gelelim…
İşte sınıflar, işte kavga, işte bayram…
Sınıf mı arıyoruz, ortada; AKP’liler ve diğerleri.
Kavga; ekmek kavgası ama ekmeği alınca bitmeyecek kavga: Yetmez, pirzola da istiyoruz kavgası.
Kavga; hakları için yaptığı ikaza karşı cebine para sıkıştırmaya çalışıp ‘ben dilenci değilim’ dedirttikleri Dilek’in kavgası.
Kavga; 10 yaşını görmesine müsaade edilmeyen ve ‘katilsiz’ bir cinayete kurban edilen Oğuz Arda’nın annesi Mısra Öz’ün, dedesi Mehmet Öz’ün kavgası.
Kavga; bir video paylaştı diye Hazreti Cumhurbaşkanı’na hakaretten gözaltına alınan 14 yaşındaki Türk çocuğunun kavgası.
Kavga; demokrasi, hak, hukuk, adalet, hürriyet, medeniyet kavgası, insanlık kavgası.
Kavga; zalimle mazlumun kavgası.
Ve işte bayram, o mazlumun bayramı: 1 Mayıs.
O mazlum ki, yaşadığı mezalimin böylesini şimdiye dek hiçbir tarih kitabının hiçbir sayfasında okumadık, görmedik, duymadık. Zira ağızlara malzeme edilen bir hakikat var, tekrarlayıp haklarını teslim edelim: Pandemi.
“İçinde bulunulan olağanüstü duruma karşı olağanüstü tedbirler.”
Sahiden de insanlığın böylesiyle ilk kez karşılaştığı bir virüsü Rejim, adeta 100 yıldır her gün yaşıyormuş gibi davrandı, yadırgamadı, hemen duruma göre pozisyon aldı ve zulmüne bu mevsimin makbulü kıyafetlerle donattı, sürdürdü, artırdı.
Haftanın 5 günü sabahtan akşama kadar çalışan işçiye dedi ki; ‘İşten çıkar çıkmaz, doğru eve’…
Sözünü dinlemez diye mekanları kapattı, akşam 7’den sonra sokağa çıkmak yasak dedi.
Yoksa cebinde olmayan o parayı da alırım. Hem de gönderirim polisimi, küstahça oğluna ‘babana söyle şu kadar daha çeksin’ diyerek…
Yetmedi! ‘Neyse hafta sonu gider, sahile bir iki tur atarım, ne bileyim piknik yaparım, hiç olmadı çarşıda bir aşağı bir yukarı yürürüm’ diyen işçiye bunu da çok görüp hafta sonu gezmek de yasak dediler, o vakitte de sokağa çıkmak yasak.
Hiç değilse oğluma pantolon alabileyim, diyen işçi yine de gitti fabrikaya... Fakat vaziyet malum, olağanüstü olanı olağanüstü kılan virüs, her yeri bulup fabrikaları bulmaz mı, buldu. “Bu fabrikada virüs var, karantina ilan edin, hepimize test yapın, paydos deyin, bizi ölüme terk etmeyin” dedi, işçi. Dedi… Ses yankılandı durdu, öyle ya duvara bağırırsan ses çarpar da döner kulağına…
Ölen öldü, kalana ‘itaat et, çalış’ dendi.
Düşünceliydiler, bazen ‘ölmemeye çalışın’ dediler.
Motive etmeyi ihmal etmediler, ‘vatan, millet, beka’ da deyiverdiler.
İzlediler, kendi ağırlığından kat be kat fazla yükleri kaldırıp indiren işçi, 2 dakika soluklanmak için maskesini indirdiğinde onların polisleri tepesine bindi, yazdı cezayı.
Maskeler inmediyse ‘o malı taşırken ikiniz birbirinize çok yaklaştınız, sosyal mesafeyi ihlal ettiniz’ dediler, yine yazılar.
Bazen polisleri görmedi, kameralardan izlediler. Her halde çok kederlenmiş bu arkadaş, sigarayı yakışından belli deyip ona da yazdılar.
Maskeleri halayına mendil yapıp eğlenenlerin, birbirinin üstüne binip tepişenlerin, ‘lebaleb’ diye gururlananların kongrelerini görmediler.
İşi gücü bırakıp müzeyi cami yaparak dünyayı dize getirdiğini, zafer kazandığını sananların yüz binleri toplayıp ‘ahirete mi yatırım, sandığa mı’ meçhul kıldığı namazları da görmediler.
Çok da iyi saklanamamışlardı esasında, kameralar çekti, halk gördü ama bizim anamızın babamızın cenazesinde 10 kişi olmamızı yasaklayıp ‘hocalarının’ cenazesinde on bin olanları da görmediler.
***
Peki, işin sonunda neyi görüp neyi görmeyeceklerine karar verme meşguliyetiyle boğuşan bu muktedirlere boyun eğmeye değdi mi?
Özgürlükten taviz vermenin hiçbir bedeli olmaz, o nedenle zaten her halükârda bu suale verilecek yanıt menfidir lakin madem, karın tokluğuna ‘eyvallah’ diyor ve eve giderken koltuğun altığına iki ekmek sıkıştırabiliyorsak ‘değer’ diyoruz ya… Onu soralım işte, bu noktada. Ne kadar kıvırırsak kıvıralım, yine hayır, buna da hayır!
1 Ocak itibariyle 380 dolar olan asgari ücret, 1 Mayıs’ta 340 dolara düştü. Ocak ayında yüzde 14,97 olarak açıklanan yıllık enflasyon -beklentiyi esas alarak- sadece 3 ayda yüzde 17,27 yükseldi.
Yani bir yandan cepteki para değersizleşti, diğer yandan raftaki peynir değer kazandı.
Yani ele geçen 3 kuruş para da pul oldu.
***
Neyse ki temiz bir sayfa açtık, patron tam kapandı. Sağlığı sıhhati için AKP, ona 17 gün boyunca kesintisiz evde kalmasını tembih etti. O da kafa sallayıp evine gitti, giderken de işçinin eline bir izin belgesi sıkıştırdı. İşinden geri kalmasın, kaçak göçek işe gelmeye çalışırken ceza yemesin diye… Ayrıcalıklı Türk işçisi, muafiyet belgesini cebinde gezdire gezdire, maskesi ve mesafesini yanında taşıyarak ‘asgari’ kapanacak. Hayırlı olsun…
Velhasıl birileri tam kapanmasına devam etti, birileri tam kapandı, birileri tam kapatıldı, birilerinin de asgari kapanmasına karar verildi.
***
Bu 1 Mayıs'ta hiç olmadığı kadar öfkeliyim, o nedenle tarizle iktifa etmeye yüreğim el vermiyor. Seslenmek istiyorum. İşçiye, işsize, öğrenciye, memura, emekliye... Türklüğü günah kılınan Türk'e....
Evet!
Günlerin bugün getirdiği baskı, zulüm ve kandır.
Ancak bu böyle gidiyor, sömürü devam ediyor,
Yepyeni bir hayatı müjdelemiyor...
'Ümit en son terk olunan şeydir' ya, ondan mütevellit, ümit edelim ki; bu 1 Mayıs, şanlı bir sandık devrimine giden yarınlara yürüyenlerin bayramı olsun.
Yarın sandığa gidip devirelim ve sonrasında devirdiklerimizin peşini bırakmayalım, bugün yaşattıklarının hesabını soralım; paçasına değil, ensesine yapışıp adaletin kapısına bırakalım.
Muhalefete rağmen, antidemokratik koşullara rağmen, fırsat eşitsizliklerine rağmen... Devirelim.
***
En öfkeli bayramımız kutlu olsun!
A. Kutalmış Işık