Türkiye, yıllardır Suriye ile yatıp Suriye ile kalkıyor. Zaman zaman öznesi değişmekle birlikte Suriye, Türkiye gündemindeki yerini hiçbir zaman kaybetmiyor. Bu özne bazen sığınmacılar oluyor, bazen Esad, bazen Esed… Kimi zaman da PYD/YPG ile gündemde Suriye başlığını görüyoruz. Lakin öyle veya böyle her halükarda görüyoruz. Arap dünyasının her yerinde büyüklü küçüklü -kimi yerlerde iç savaşa varan- kargaşalar çıktı. Peki, neden Suriye bizi bu denli alakadar etti? İlk akla gelen yanıt, pek tabii doğrudur; “Komşuyuz, hem de en uzun sınır komşumuz”. Ben buna iddialı bir cümle ile ilavede bulunmak istiyorum; hiçbir sınır komşumuzun vaziyeti bizi bu noktaya sürükleyemezdi. Yani Irak veya İran veya bir başka komşumuz, böylesi bir vaziyete düşseydi aynı rolü üstlenmezdik. Suriye’de tarihî misyonumuz itibariyle bugünkü görevleri almağa mecburuz. Türkiye, bugün birçok memleketin “işgalci” ithamlarına kulaklarını tıkayarak Suriye’de yaptıklarını şu veya bu ülkede yapsa başta ben karşı çıkardım ancak Suriye farklı. Bunu millî-hamasî bir hissiyatın tesiri altında telaffuz ettiğimin düşünülmesini katiyen istemem zira bahsettiğim Türk milletinin değil, Anadolu’daki devletin tarihî misyonudur. Tarih, buyurgandır ve bugün, Anadolu’ya bunu dayatmaktadır. Aldığı metodoloji eğitimiyle karşılaştığı tarihî vesikaları pek de fena yorumlamayan, değerlendirebilen bir kalem sahibi olarak Anadolu tarihinden birkaç misal ile söylediklerimin içini doldurup havada kalmasına mani olacağım. Emevîler, Moğollar ve Timurlular tarafından Anadolu’yu hedef alan istikrarsız akınların hemen akabinde yaşanmış kısa geçiş dönemlerini bir kenara bırakıp mutlak hakimiyetin tesis olunduğu uzun devirlere odaklanırsak Anadolu ile Suriye ilişkisi bize çok şey izah eder. Her şeyden evvel şunu bilmek lazımdır ki, bu coğrafyanın -kökleri parçalanmamış Roma’da gizli- özgün bir devlet geleneği vardır ve Roma'nın ardıllarına da tesir ettiği şüphesiz bir hakikattir. Bir süvari düşününüz: mezkur gelenek, o süvarinin en keskin silahıdır; coğrafyası, o süvarinin doludizgin, ele avuca sığmayan, cenk meydanında her bir düşmandan önde gelmesini sağlayan altındaki kısraktır; Suriye ise o süvarinin kuşandığı zırhı, pusatsız elindeki kalkanıdır. SURİYE, TAMPONDUR! Parçalanmamış büyük Roma ve Bizans devrinde Anadolu ile Suriye’nin ilişkisini anlamak içün Ernst Honigmann’ın ‘Bizans Devletinin Doğu Sınırı’ isimli eserine bakılabilir, isabetli bir başvuru kaynağıdır. Yanı sıra yeşil canavara kurban verdiğimiz rahmetli Bahriye Üçok Hanımefendinin ‘Emeviler ve Abbasiler’ isimli eseri de söz konusu ilişkinin doğru tahlil edildiği kuvvetli bir kaynak olarak öne çıkmaktadır. Konuya ilişkin kaleme alınmış birkaç yüksek lisans ve doktora tezi de mevcuttur. Bu köşede bu kadar mufassal bir izaha girişemeyeceğimizden ilk olarak Gassani ismine odaklanmakla yetinebiliriz. Suriye’de birkaç asır kuvvetli bir hakimiyet sürdürmüş Gassaniler, Hristiyan bir Arap devletidir. Doğu Roma hakimiyetindeki nüfusça boş ve mümbit topraklarıyla dikkat çeken Anadolu topraklarına başta Persler olmak üzere Doğuluların hücumlarına mani olmak içün Suriye’deki bu devlet, çok şey ifade ediyordu. Adeta bir öncü birlik gibi doğudan gelecek akınlar burada karşılanıyordu, Anadolu’da at koşturmak içün evvela Şam’ın topraklarını çiğnemek lazım geliyordu. Romalılar da bu nedenle tehlikenin baş gösterdiği her dönemde Suriye’deki Arapları destekleyerek tedbirini alıyordu. Suriye düştüğü takdirde Anadolu’nun ne hale geleceğini Yermük sonrasında net bir biçimde görürüz. Halid b. Velid ismindeki cengaver İslam kumandanının üstün mareşallik meziyetleriyle kazandığı mezkur muharebenin akabinde Anadolu, kilitsiz bir hazine gibi Müslümanların önüne serilmiş oldu. Hassaten Arap devletinin merkezinin Şam’a kaydığı Benî Ümeyye, yani Ümeyyeoğulları, yani Emevîler devri, Suriyesiz Anadolu’nun acı akıbetinin tarihinin yazıldığı devirdir. Arap harp tarihinin en parlak günleri, bu devirde yaşanmıştır. Kuteybe b. Müslim gibi Arap komutanları, sınırları doğuya doğru genişletme yolunda mühim başarılar kazanırken bizzat hükümdarların başında yer aldığı ordular da Anadolu içine akınlar gerçekleştirmiştir. Siyaseten ve ilmen daha parlak günlerin yaşandığı Abbasî devri, askeriyede Türklüğün rolü düşünüldüğünde ‘Arap harp tarihi’ açısından Emevî faslının gerisinde kalmaktadır. Suriyesiz Roma, Emevîlere karşı adeta Anadolu’dan çekilmeğe ve burada Arap atlılarının gönlünce at koşturmasına göz yummağa mecbur kalarak daha batıda düşmanını karşılamağa başlamıştır. Bu da Konstantinopolis’in dahi neredeyse düşme noktasına gelmesine sebebiyet vermiştir. Muaviye döneminden itibaren başkent defalarca kuşatılmıştır, hatta bunlardan biri bugünün Müselman tarih yazıcılarının pek de hayırla yad etmediği Yezid kumandasında vuku bulmuştur ki, Yezid’in bu kuşatmadaki cengaverliği tarihte hakkı teslim edilmesi gereken bir yer edinmiştir. Ebu Eyyub el-Ensarî de bu bahsi geçen kuşatmada hayatını kaybetmiştir. Müteakip Emevî halifeleri/hükümdarları tarafından da İstanbul’u düşürme gayreti sergilenmiştir; bu doğrultuda Marmara’da bir karargah dahi kurmuş, Arap donanması yıllarca bu sularda gezinmiştir. Ümeyyeoğullarının feth-i İstanbul gayretinden ziyade Anadolu’yu yurt edinme düşüncesi daha dikkat çekicidir. İhtimal dahilindedir ki, Türklerin birkaç asır sonra bu toprakları yurtlaştırmasında bu dönemde muvaffakiyete erememiş teşebbüsün tesiri vardır. Zaten bu hususta bahsolunan teşebbüsün başarıya ulaşması değil de bu ihtimalin doğması dikkatleri cezbetmelidir. Araplar, Suriye tamponundan mahrum Anadolu’da artık o kadar rahat at koşturuyordu ki, buraları yurtlaştırmayı dahi hayal edebilecek kadar ileri gidebilmişlerdi. Arap Devletinin iktidarının eşi benzeri az görülen boyutta kanlı bir darbe ile Ümeyyeoğullarından Haşimoğullarına, yani Abbasîlere geçmesiyle siyasî merkez de Şam’dan Bağdat’a kaymış oldu. Mezardan ölü Emevî halifelerini çıkartıp kırbaçlatacak kadar gözü dönmüş bugünlerde pek sevilen bu Abbasî halifelerinin hükmettiği ilk yıllarda da Emevî devrinde kazanılmış bir alışkanlık olarak Roma ile Roma sahasında mücadele sürdürüldüyse de merkezin Anadolu’dan uzaklaşmış olması Roma’ya mütenevvi avantajlar sağlamıştır. Bilhassa 8. asrın son çeyreğinden itibaren Romalılar, İslam topraklarına hücum etmeğe dahi cüret etmiştir. Özetle Abbasî devri, selefinin devrine nazaran Roma’ya karşı geri adım atıldığı yorumunun yapılabileceği bir süreçtir. Müteakiben Türkler de Roma’nın direniş noktasını daha batıya kaydırdıkça başarıya ulaşabilmiştir. Kendi hakimiyetlerini tesis ettikten sonra ise tevarüs ettikleri Roma mirasından dersler çıkararak Suriye’ye yine aynı rolü biçmişlerdir. Büyük Türk sultanı I. Selim’in Mercidabık Zaferinin akabinde oluşan Türkmen yerleşim yeri Bayır-Bucak, uzun asırlar Türk Anadolu içün onun hemen önünde bu mahiyeti üstlenmiştir. Bırakınız asırlar öncesini bundan daha birkaç yıl önce Suriye sınırına gittiğimde oturup konuştuğum Türkmen mücahit dahi hala aynı bilinçtedir. Türkiye, Suriyeli Arap ve Kürtleri alırken sınırın öte yanında kalan Türkmenlere neden Hatay’a geçmediklerini sorduğumda aldığım şu cevap, binlerce yıllık tarihin adeta tek cümleye nasıl sıkıştırılabileceğini göstermiştir: “Türkmendağı düşerse, Bayır-Bucak düşerse Hatay düşer, İstanbul düşer.” Roma, Doğu Roma, Selçuklu ve Osmanlı devirlerine ilaveten son olarak Gazi Hazretlerinin Hatay politikasını da bu tarihî misaller dizisine yerleştirmekte yarar vardır.
***
‘Tarihten ders çıkarma’ klişesini historicism denen, dilimize de tarihselcilik diye çevrilen zırvanın ışığında değil de jeopolitik ve tarih bilgisi ışığında müspet buluyorum. Zira -uygun gerekçelere sahip olduğumuz takdirde- yönelimin bir kanunlar dizisine indirgenmesiyle bilimsel öndeyi içün makbul bir dayanak yaratabileceğimiz hakikatinin bilincindeyim. Bu bana tarihçinin bugüne dair birkaç kelam edebileceğini ve hatta etmesi de gerektiğini düşündürüyor. Şimdi soralım; Türkiye, yeni bir Emevî devrine hapsolmaya razı mı gelmedir, yoksa Osmanlı’nın attığı akılcı adımı mı tekrarlamalıdır? Türkiye Cumhuriyeti, Doğu Roma ise Esad’ın ülkesi, Muaviye soyunun Emeviyyesidir. Bu saatten sonra geri adım atmak, açık kalp ameliyatında cerrahın kalbi açıp operasyona giriştikten sonra kendine güvenemeyerek bir anda kalbi kapatmaya yeltenmesi olur. Operasyonu tamamlayıp bölgeye şifa getireceğiz. Sadece Türkiye’nin değil, komşu ülke ve ülkelerin felahı içün de cesur adımlar atmakla mükellefiz. Toprak bütünlüğüne saygı duyduğumuz Esadsız Suriye; bir yandan Türkmen yurduna ve bütün Suriye’nin huzura kavuşması, öte yandan Esad denen serserinin iplerini elinde tutan Kremlin’deki diktatöre ve Tahran’daki Molla taifesine de pek yaman bir sille vurmak manasına gelmektedir. Esadsız Suriye, Büyük Türkiye içün büyük bir adım demektir. *** (Birkaç cümle de sancağımızın dalgalandığı eski vilayetimize dününü hatırlatan, bir diktatöre haddini bildiren Mehmetçiklere dair…) Yazıyı tamamlarken bir şairin şu mısraları aklıma geliyor da adeta bugün, Esad’ın köpeklerini postallarının altında inim inim inleten kahraman Türk askerlerine yazmış diye içimden geçirmeden edemiyorum:
“Yarın Yavuz dirilip bize buyruk verince
Kızgın kum çöllerini yeni baştan aşarız.
Kanlarımız sebildir; akıtarak hepsini
Belirsiz mezarlarda anılmadan yaşarız.”
Hariciye geleneğimize savaş açan iyi ihtimalle siyaseten basiretsiz, kötü ihtimalle vatan haini malum kafalara rağmen, “her şeye rağmen” Türk’ün namını hudutlarımızın ötesinde yaşatan, menfaatlerimiz içün serden geçen, can alıp can veren Türk askeri, Türk’ün askeri; kılıcın Yavuz’un kılıcı kadar keskin olsun.
A. Kutalmış Işık