CİNAYETE DAİR
Cinayet bir üslup işidir. Sanatkâr nasıl ki kendi çağının bir telhisini vermekte ve Berna Moran’ın tespiti üzere “Sanatçı, Eser, Okur ve (dış dünya olan) Toplum”u hedefe alarak bir ayna ile kainatı gerçek veya hayal zemininden gözlerimize mil gibi çekmekte ise, bir o kadar da kendi hayat koşulları, doğumundan ölümüne kadarki zaman silsilesindeki olayların kendi muhayyilesinde meydana gelen terkibi ile bize bir manzara sunmaktadır. Biz bu manzaraya bakınca “Bu eser bunundur.” Diyebiliyorsak, işte, cümlede buradan itibaren geriye doğru gidildiğinde ö-z-g-ü-n-l-ü-k olarak zihnimizde fotoğrafı belirecek olan şey, bizzat üslubun kendisi olur.
Her iş, ustanın veya çırağın olmak üzere kimin elinden çıkarsa çıksın kendi sesini verir. Taklitler her ne kadar aslını yansıtsa da “başkası”nın elinden çıkması hasebiyle üsluba dair bir iz taşır. Hatta öyle ki biz dahi bir gün önceki biz değilizdir. Misalen, İsmet Özel’in “Ben de Bir Mensubiyet Arıyorum” adlı denemesinde müthiş bir pasaj mevcut. Şöyle:
"Akşam oluyor, yabancıyım bu şehirde, bir hısımım, yakınım, tanıdığım yok. Ben de safdil adam gibi gecelemek için bir han buluyorum kendime. Fakat o da ne? Hanın içi de insan dolu. İçerisi de dışarısı kadar kalabalık. Kaybolma korkusu yine düşüyor içime. Birazdan bu kalabalık handa kendimi uykuya bırakacağım. Ben uyurken kim bilir neler gelecek başıma? Bilmediğim bunca insan içinde yarın sabah uyandığımda kendimi nasıl, nereden tanıyabileceğim? Yarın sabah, yani yorgun bir günün ağır uykusu ertesinde hala kendim kaldığımı, "eski ben" olduğumu nereden anlayacağım? En iyisi ben de safdil adam gibi yapayım; ayak bileklerimden birine bir ip takayım. Uyandığım zaman bakarım ayak bileğime: Eğer bağladığım ip yerinde duruyorsa ben hâlâ kendimdeyim, kaybolmamışım, yani "eski ben" bıraktığım yerde, uyumadan önce koyduğum haliyle duruyor. O zaman hayatımı eskisi gibi yaşamaya devam edebilirim. Bu düşünceden memnun kalarak uykuya dalıyorum.
Ben uyurken komşu yatakta yatan adamın, muziplik olsun diye mi, bağladığım ipte bir keramet olduğunu farzettiğinden veya düşündüğünden mi, yoksa büsbütün düşüncesizlik eseri olarak mı benim ayak bileğimdeki ipi çözüp kendi ayak bileğine bağladığını ben nereden bileyim. Ertesi sabah uyanır uyanmaz ilk işim ayak bileğime bakmak oldu. Bir de ne göreyim! Bağladığım ipin yerinde yeller esiyor. Yok! Gitmiş! İşte olan oldu, korktuğum başıma geldi dedim. Kayboldum ben. Daha doğrusu "ben" kayboldu. Uyumadan önce bıraktığım "ben" yerinde değil. Acaba gerçekten öyle mi? Etrafıma dikkatlice bakınca komşu yatakta uyumakta olan adamın ayak bileğinde bir ip bağlı bulunduğunu fark ediyorum. Bu benim köyden getirdiğim ip. Yani uyurken, kendimde değilken kaybolmayayım, uyanınca yine yerimde kaldığımı anlayabileyim diye ayak bileğime bağladığım ip bu. Bellilik işaretimi buldum.”
İşte şairin “Bellilik işaretini” bulduğu ve ayağına ip bağlamasına rağmen başka birine dönüştüğünü anladığımız bu pasaj, özgünlüğün her eserde mevcut olabileceğinin yegâne ve en güçlü ifadesidir.
Böylelikle bunu cinayet “işi”ne de irca edersek, her cinayet de katilinin üslubunu verir. Her üslup bir iz bırakır ve görmesini bilen ve bakma yeteneğiyle donatılmış her göz de buradan üslubun sanatkârına ulaşır.
Cinayet aynı zamanda bir kurgudur. Ve bu kurgunun meyvelerini, ilk mahsullerini Doğu’da görüyoruz. Ama evvelinde henüz hakikat olmayan gerçekliğin, kurguyla münasebetini aktarmakta fayda var:
Platon’un İdealar Kuramı ve Necip Fazıl’ın “Hakikatin hakikati…” dediği şey bu da. İdealar Kuramı’nda bahsedilen; somut nesnelerin bir de bizden azade, bizim dışımızda, bir ideası vardır ve asıl hakikat odur. Zanaatkâr buna şekil vererek ideanın taklidini, yani gerçeğini meydana getirir. Sanatkâr da bu gerçekliği bir ayna vasıtasıyla elleriyle bize yeniden yansıtır. Burada X nesnesini ele alırsak; X’in sanatkar elinde çıkmış olanı yansıtma, X’in zanaatkar elinden çıkışı hakikat, X’in bizden azade olanı ise idea yani form. Necip Fazıl için de “Tüm hakikatlerin temas ettiği bir hakikat daha vardır ki, mutlak hakikat olan “hakikatin hakikati””dir bu durum. Öyleyse şimdi bu karmaşalar kuramından kurgunun cinayete ve cinayetin ana rahmine doğru dönelim:
Peyami Safa’nın kaydettiği üzere kurgu, yani ideanın somuta, somutun ideaya olan istihalesindeki gerçeklik ifadesi, Doğu milletleri açısından şöyle değerlendiriliyor:
"Bence yalanın babası zekâ değildir, güneştir; anası da muhayyile. Güneşe yakın memleketler ahalisinin diğerlerinden fazla hayalperver oluşları, belki ruhiyat değil, fizik kanunlarıyle izah edilebilir. Hararet tesiriyle cisimlerle beraber muhayyile de genişliyor. Binbir Gece Masalları şarkın, yani güneşin çocuklarıdır. Sisli, dönük ve kalaysız bakır gibi loş bir parıltı içinde soğuk havalar teneffüs eden şimal ahalisinin muhayyilesi ıslak bir ipek parçası gibi buruşmuş ve büzülmüştür.
Bu yerindedir. Çünkü Romeo ve Juliet piyesinde Shakespeare’in verdiği romantizmin asıl babasını Leyla ve Mecnun’da görmekteyiz. Yahut bir Sophokles tragedyasını Hüsn-ü Aşk’a tercih etmeyiz. Hatta Namık Kemal İntibah’ın önsözünde daha ileri giderek şöyle diyor:
“Hayal gücü Doğu’da bittabi Batı’ya galip olduğundan ve Avrupalılar -her fende olduğu gibi- edebiyatta da Hint’i, Yunan’ı, Arap’ı, Acem’i taklit ettiklerinden, bu tarzın mucidi olmak şerefi de bizim ecdadımıza kalır.”
Öyleyse cinayet hem üslup hem kurgu işi olmakla kalmıyor Doğu’nun ana rahminden doğmuş oluyor. Hatta Habil ve Kabil vakası bilinen ilk cinayet olması hasebiyle Doğu’nun ilk cinayet örneğini vermeye yetiyor.
POLİSİYE SADECE CİNAYET İŞİ MİDİR?
Burada düşmek istediğim özel bir dipnot var ki polisiyenin cinayete indirgenmesi hususudur. Behzat Ç. ve Şahsiyet, sinema sahasından ve Ahmet Ümit matbuat sahasından öyle kuşatmış ki hepimizi, polisiyeyi yalnızca cinayetle eşdeğer tutuyoruz. Kanımca bu büyük yanlış.
Bilinmeli ki polisiye, polis vakasına dahil olabilecek veya olmayabilecek bir “araştırma” yahut katiller veya hırsızlar açısından “kurma” meselesidir. Dervişlerin yola düşüp Allah’ı aramaları bile bana kalıra polisiyedir. İşin cevherinde “arama” vardır çünkü. Yoksa Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ını hangi zemine koyacağız? Sadece postmodern deyip geçecek miyiz? Turgut Özben bize bir şeyler anlatmayacak mı? Bir disconnectus erectustan ibaret deyip geçecek miyiz bu kitabın karakterlerine?
Halbuki 700 küsur sayfa boyunca bir intiharın sebebini merak kıvılcımıyla araştırmaya başlayıp sonrasında bunu gaye edinen Turgut Özben, tam bir sıradan sertaharri memurudur. Sadece resmiyette adı bu değildir o kadar. Halbuki evraklar, tanıklar, deliller, beyanlar… Turgut’un kanaatleri ve en nihayetinde kendi kendinin açıklayıcısı olan olayların kafamızda bir zemine oturup Selim’in neden intihar ettiği hususunun aydınlığa kavuşması… Buradaki eksik unsur olan polis ve cinayet, bu esere polisiye dememek için yeter midir? Elbette değildir. Hatta bir alt başlığa geliniz ve meseleyi farklı bir veçheden tam manasıyla anlayalım:
HIRSIZLIK ve DEDEKTİFLİK
Hırsızlık da her şeyden önce bir üslup ve kurgu işidir. Burada ne cinayet vardır, ne intihar. Ölüm ölmüştür. Elbette bu işin göbek bağını da Doğu’nun ana rahmine bağlamakta gecikmeyeceğim fakat burada detaylandırılması gereken, Doğu’da bu işin nasıl aksettiği sözlerimi ispata yeter.
Öncelikle pek çok antikahraman var: Cingöz Recai, Tilki Leman, Çekirge Zehra ve daha pek çok isim… Hepsinin kendilerine özgü bir üslup yaratma tekniği mevcut: Mesela Tilki Leman kadınlığını kullanarak, Çekirge Zehra zekasını feminizmin atardamarına bağlayıp Cingöz’le aşık atarak ve Cingöz Recai de tamamen soğukkanlılık, küstahlık ve zekadan, çeviklik ve atiklikten yaratıyor bu tekniği. Kurgularında kadınların -ekseriyetle- gönlünü, sonra paralarını, erkeklerin malvarlıklarını çalmakta mahir Cingöz Recai, bu üslup tekniğini kullanarak ilkeler ediniyor ve hırsızlığının odak noktasına yalnızca, parasını gayritabii şekilde elde etmiş simsarları yerleştiriyor.
Doğu ve Batı unsurlarından kibarlık da kapmamış değil. Arsen Lüpen’in (Kibar Hırsız) seciyesini bir hüviyet gibi kuşanan Cingöz Recai, hatta ondan daha ileri giderek özgün bir kimliğe bürünüyor ve Türk vatanının merkezi İstanbul’da hiçbir cinayete bulaşmadan Türklük namına leke sürmeden işlerini kıvrakça nihayete ulaştırıyor.
Dedektiflik koltuğu ise her zaman olduğu gibi Kartal İhsan, Amanvermez Avni Aslan Turgut, Orhan Çakıroğlu, Yılmaz Ali gibi isimlere ait.
Kartal İhsan Sherlock Holmes’ten ziyade garip tavırlara (mesela türlü ışıklarla odasını donatmıştır, kimyanın yanında fizyonomi ve edebiyat bilir) sahip. Dönemin önde gelen bilimlerinden fizyonominin üstadıdır. Aslan Turgut bir kaçırılma vakasının peşinde Amerika’ya kadar gider. Orhan Çakıroğlu Beyrut’taki Haramiler Çetesi olayı sebebiyle Beyrut emirliğince davet edilir. Yılmaz Ali şehirler arasına telefon hattı çeker. Amanvermez Avni ise yer yer bozacı, baca temizleyicisi ihtiyar bir adam oluverir.
***
Anlaşılması gereken şunlar ki; polisiye yalnızca bir cinayetten değil, kurgu ve üslubun ortaya çıkarken bir başkasına temas etmesinden doğuyor. Cinayet de bu dairenin birer kapısı olması hasebiyle bu sonsuz odalı evin yalnızca bir başka hole açılan kapısı. O yüzden bulunmaksızın aranılan şeyler dahi polisiyeye konu olabilecekken, mevcutlar aleminin sınırlarından biraz olsun Doğu’ya yakışır şekilde çıkmalı ve bayrağı anavatana teslim etmeli. Doğu, polisiyenin ağa babasıdır çünkü.