Bazen yalnız kalıp kafa dinlemeyi arzu ettiğiniz zamanlar oldu mu? Muhakkak olmuştur. Bu yalnızlık isteği kimi zaman tefekkür etme isteğinden kimi zaman da insanlardan bıkma sebebiyle oluşabilir. İlki gayet olumludur ancak ikincisi büyük bir yaşanmışlığın sonucudur. İşte biz de bu yazıda yalnızlığı, kökenlerini, insan sevmemenin sebeplerini birlikte inceleyeceğiz.
Yalnızlık, insanın çevresinde başka kimsenin olmaması ve kendiyle baş başa kalmasıdır. Elbette bu kimi zaman birkaç saat, kimi zaman birkaç gün bazen de günleri hatta yılları bulabilir. Kişi yalnız olmayı isteyebilir, yalnız kalabilir ya da yalnız kalmak zorunda olabilir. Yalnız kalan insanlar zamanla sessizliğe, sükunete ve kendi işini görmeye alıştığı için tahammül seviyesi düşer. Depresyon, anksiyete ve psikoz gibi birtakım hastalıklara yakalanabilirler. Zamanla insan içine çıkmayı istemeyebilir ya da misafirden hoşlanmayabilirler. Bunlar yalnızlığın getirdiği bazı doğal sonuçlardır. Sosyal anksiyete ise bambaşka bir konu, onu başka bir yazımızda muhakkak inceleyeceğiz.
İnsanlar çoğunlukla yalnızlığı tercih etmez, yalnızlığa itilirler. Alışabilenler için hayat daha kolaydır ama insan kendisini buna mecbur bırakan faktörlerle mücadele etmeye başladığında çoğu zaman gardı düşer. Aslında bu bir sosyal yalnızlıktır. Bununla birlikte son yıllarda bir de teknoloji yalnızlığı mevcut. İnsanlar ellerindeki birtakım aletlere öylesine bağlıdırlar ki oradan yaptıkları dijital konuşmaları gündelik konuşmalara tercih ederler. Bunu tümüyle olumsuz düşünmek yanlış. Zira bir insanla muhatab olmak yerine aynı anda sayısız insanla konuşabilmek mümkün. Bu da elbette bir sosyalleşme sağlar. Ancak fiziksel temas gerektiren birtakım işlerde sorun yaşandığı da muhakkak. Bu nedenle ne tümüyle cihazlara ne de tümüyle insanlara teslim olmamak gerekiyor. Zira günümüz dünyası uzaktan çalışmayla başarı sağlandığı kadar yüz yüze iletişimin de hâlen geçerli olduğu bir dönem.
Yalnız ölmek belki de yalnız yaşayanların en büyük korkusudur. Bu korku da boşuna değildir. Çünkü evinde yardım istemesine rağmen kimselere sesini duyuramadığı için tepinerek ölen insan sayısı çoktur. Birçok kişinin cenazesi neredeyse günler sonra koku sebebiyle bulunur. Kasım 1995’te Bayrampaşa’da bulunan Suat Uğur’un cesedi çürüme aşamasını tamamlamak üzereydi. Çocuğu olmayan ve yalnızca komşularının tanıdığı adam bodrum katındaki evinde yapayalnız ölmüştü. 1 ay boyunca kimse kapısını çalmadığı için kıyafetleri üzerinde olan cesedin kemikleri kolaylıkla seçilebiliyordu. Olay yeri incelemesine gerek bile kalmadan cenaze alınarak defnedildi. İşte bu tür travmalar halk arasında yayıldığı gibi toplumun bilinen yüzlerini de etkilemişti. Örneğin çoğu insanın Yasemince dizisinde gelin rolüyle tanıdığı Asuman Arsan da evinde ölenlerden. Akşam vakti geçirdiği astım krizi sonucu hayatını kaybetti. Sönmeyen ışık komşuların dikkatini çekince kapıyı kırıp içeri girdiklerinde sanatçının cenazesi ile karşılaştılar. Kaynanalar dizisindeki hizmetçi karakteriyle aklımıza kazınan Defne Yalnız’ın yaşamı bile adıyla müsemma. Sırf bu iş için bir kişiyle anlaşmış vaziyette. Evine gelen görevliyi soranlara bu görevlinin temizlik için gelmediğini söylüyor. "Öldüğüm zaman kokmayayım diye geliyor" diyordu.
Bir insanın yalnız olması hayatına dair bazı konulara etki edebilir. Örneğin yapılan kimi çalışmalarda yalnızlığın hafızanın zayıflamasında etkisi olduğu yönünde bulgulara ulaşıldı. Muhtemelen yalnızlığın getirmiş olduğu depresif ruh hali hafıza merkezini etkiliyordu. Bu yönde yapılan çalışmalar daha mantıklı ve olası. Yalnızlığın nevrotiklik (gergin ruh hali) ve depresif ruh haline neden olduğu biliniyor. Depresyon, anksiyete, psikoz ve diğer psikolojik rahatsızlıklar hafızamızı etkiler. Bu yüzden kendimizi kötü hissettiğimiz zaman bazı şeyleri unuturuz. Mesela bir demliği ateşin üzerine koyar ve birkaç saat sonra gelen yanık plastik sap kokusuyla hatırlarız. Dün öğrendiğimizi bugün unutur ve kendimizi suçlarız. Halbuki yaşımız 65-70’in üzerinde değilse ve beynimizi de yeterince çalıştırdıysak bu süreçler oldukça doğaldır. Bununla birlikte demans, Alzheimer ve bunama içindeki hastaların bir şeyleri unutmalarının sebebi yalnızlık değildir. Hatta bu hastalıkların sebebinin ne olduğu konusunda da henüz birleşme söz konusu değil. Genetik birtakım faktörlerden şüphe edilmekle birlikte yaşamın getirdiği koşullar sebebiyle de olduğu düşünülüyor.
Sadece bu da değil. 7 yıl boyunca yapılan, 3 milyon insanı tarayan yetmiş bağımsız çalışmayla yalnızlığın ölüm olasılığını yüzde 26 ila 32 oranında arttırdığı tespit edildi. 2015 yılında yapılmış olan bu çalışmanın önemli bir diğer sonucu ise ölüm riskinin yaşlılarda daha yüksek olması. Çünkü yalnız yaşlılar başlarına bir şey geldiğinde yardım isteme konusunda daha başarısızdırlar. Yalnızlığın hormonlarımızla da ilişkisi var. Hipotalamus, hipofiz ve adrenokortikal bezlerimiz (HPA) üzerindeki aktiviteler ve hormon üretimimiz bizi yalnızlığa iter. Tansiyonumuz daha yüksek olur, metabolik hastalıklara daha çok yakalanırız, uyku bozuklukları yaşarız, bunlara bağlı demans riskimiz artar. Yani yalnızlık uzun vadede unutkan bir insan olmamıza ve hatta bunamamıza neden olabilir.
Yalnızlığın genetik kökenine ilişkin çalışmalarsa sürüyor. Binlerce kişinin katıldığı hatta sayının on bini bulduğu çalışmalarda hemen göze çarpan majör genetik bir durum söz konusu değil. Ancak tek nükleotit polimorfizmi (SNP) denilen bazı küçük değişikliklerin buna sebep olabileceği belirlendi. Hatta bazı bölgelerden de şüphe ediliyor. Daha kısıtlı bir çalışmada ise beyaz kan hücrelerini (lökositler) inceleyen bilim insanları yalnız olanlarda bağışıklık sisteminin farklı çalıştığını belirledi. Yalnız insanlarda iltihap ve yangı çok olurken vücuda bir virüs girdiğinde bağışıklık sistemi harekete geçmiyordu. Yüksek kortizol seviyesine ve kortizon takviyesine rağmen bu durum düzelmiyordu. Bu da yalnız insanların viral enfeksiyonlara (grip, Covid-19) yatkınlığını gösterir cinstendi. Koronavirüs pandemisinde ölenlerin çoğunlukla yalnız ve yaşlı insanlar olması da bunun bir göstergesi olabilir. Yani şu noktada diyebiliriz ki; yalnızlığın, depresifliğin, nevrotizmin kesinlikle genetik bir kökeni var. Ama tam anlamıyla tanımlanmış değil. Bir diğer konu ise yalnızlığın genetik yapımız ve epigenetik üzerindeki etkisi.
Genetik, özümüzden gelen ve sahip olduğumuz bir yapı. Ancak bu yapıyı değiştirebilecek etmenler var. Bazı genleri susturan, ifadelerini değiştiren ve kimi zaman bambaşka biri olmanıza yol açabilen şeylere genetik dışı yani Epigenetik diyoruz. Örneğin bir metil (CH3) grubu gidip önemli bir moleküle bağlandığında oluşan farklılık hayatınızı değiştirebilir. Bununla birlikte yaşamsal bazı özellikler de yalnızlığı getiriyor. Yapılan çok sayıda çalışmada yalnızlığın nesilden nesle geçtiği konusu artık kabul ediliyor. Binlerce kişiyle yapılan görüşmeler sonucunda; yalnız ebeveynlerin çocukları da yalnızlığı tercih ediyor. Bundaki elbette en önemli etken psikoloji. Bir örnek vermekte fayda var. İkinci Dünya Savaşı sonrası çok sayıda insanda travma sonrası stres bozukluğu (PTSD) oluştu. Bu insanlar eşlerini, anne ve babalarını, çocuklarını kaybettiler. Bu yüzden yalnız yaşamak zorunda kaldılar. İşte bu insanların depresif ruh hali sebebiyle özellikle yenik çıkan devletler yani Almanya, İtalya ve Japonya gibi ülkelerde yalnızlık alışılagelmiş bir olgudur. Hatta geçtiğimiz yıllarda Japonya yalnızlık bakanlığı kurmaya karar verdi. Bu savaştan galip çıkmasına karşın ciddi yara alan ve depresyonu çağrıştıran iklimi sebebiyle zaten depresif insan sayısının çok olduğu İngiltere’de de bu bakanlık kuruldu.
İnsanları sevmemek Fransızca bir kelime olan Mizantropi şeklinde tanımlanıyor. Bu rahatsızlık ülkemizde prevalansı çok düşük olan ancak yansımaları itibarıyla epey yaygın bir duygu durum hâlidir. Misafir sevmeyen, insanlarla iletişim kurmaktan kaçınan insanlar elbette mizantrop değildir. Bununla birlikte engel olunmazsa zamanla alışkanlığa dönüşebilir. İnsan sırf bu sebeple yalnızlığa mahkûm olabilir, sonradan pişman da olsa hayatını sürdürmek zorunda kalabilir. Ünlü mizah sanatçılarımızdan rahmetli Seyfi Dursunoğlu yakın dostu Prof. Dr. Orhan Kural’a "Sen insanları sevmiyorsun galiba" dediğinde Kural "İnsanlar ölsün zamanı gelince ben de çok fazla yaşamak istemiyorum" demişti. Gerçi rahmetli Seyfi Bey de yalnız yaşayan üretken insanlardandı. Kendisi bu durumu "Hayat beni yalnızlığa itti. Alışmam gerekiyordu" şeklinde özetlemişti. Yani görüldüğü üzere yalnızlık her zaman tercih değil bazen istemeden de olsa başa gelebilen bir hadisedir.
Bunca olumsuzluğun içinde elbette olumlu şeylerden de bahsedeceğiz. Yalnızlığın üretkenliği arttırdığı konusunda çok sayıda örnek var. Yalnız yaşadığı bilinen farklı alanlardaki insanların başarıları su götürmez bir gerçekliktir. Bu da meslekten ziyade yalnız yaşamanın ve çok çalışmanın sonucu. Ünlü şair ve şarkı sözü yazarı Aysel Gürel yalnız yaşayan bir kadındı. Yapılan röportajlarda "Şarkı sözü yazmak lüks bir iştir. Bunu yapacak insan tencere yandı, çamaşır asılacak diye düşünürken bu iş çok zordur. Ben yalnız yaşamanın lüksünü yaşıyorum. Gecenin istediğim saatinde kalkıp başucumdaki kalem kağıtla yazıyorum" demişti. Adli bilimler uzmanı ve biyokimyacı Prof. Dr. Sevil Atasoy da yalnız yaşayanlardan. Yaptığı çalışmalar malumunuz. O da başka bir röportajda "Yalnızlıktan mutsuz olmuyorum hatta arıyorum. Her şey bana çok sahte geliyor. İyi misin diye sorduğunuz biri iyi olmadığı halde iyiyim diyor. Kardeşimin olmaması sebebiyle paylaşmayı bilmediğim için üzüntümü ya da sevincimi paylaşmayı da bilmiyorum. İkinci çocuğum olsun istedim ama iki defa yedi aylık oğullarımı düşük yaptım. Bunun da travmatik etkisi olabilir. Yıllarca kimseyle görüşmeden yaşayabilirim" demişti. Önemli tarihçilerimizden Prof. Dr. İlber Ortaylı da yalnızlığı sevenlerden. Hatta biraz önce bahsettiğimiz tefekkür hâline vurgu yaparak yalnızlığın kimi zaman gerekli olduğunu savunuyor, "Ben yalnız yaşamaya çok alışkınım. Benim vaktim bana ait oluyor. Bizim toplumumuzda kim neyi paylaşacağını bilmiyor. Türkler yalnız kalmayı öğrenememiş bir millettir. Birbirinin devamlı tepesinde oturan insanların yalnız kalıp tefekkür geliştirmesi mümkün değildir. Saçmalar dururlar. Devamlı bir araya gelir dedikodular yaparsınız."
Şimdi esas soracağımız soru şu. Yalnızlık iyi midir, kötü müdür? Burada söylenecek yegâne şey bunun da kişisel olduğudur. Kimi insanlar yalnızlığı avantaja çevirirken kimi insanlar da yalnızlığın sorunlu taraflarıyla yüzleşir. Bununla birlikte tamamen yalnız olsanız bile ara sıra sizi yoklayacak, bazen konuşacağınız kimi zaman da dinleyeceğiniz birilerinin olması şart. Zira duvarlar, taşlar ve toprak sizinle konuşmaz. Yalnızca doğayı fısıldar, siz de onunla dertleşirsiniz. Ama karşıdan cevap geliyorsa işte o zaman sorun var demektir. Bazen kediniz, köpeğiniz bazen de küçük civcivleriniz lisanınız olur. Buna karşın insanın karşısında konuşan kişi yalnızca insandır. Eh, atalarımız da boşuna dememiştir.
Yalnızlık Allah’a mahsustur…
Bir sonraki yazımızda kadın cinayetlerine değineceğiz. Kadınlar neden cinayete kurban gidiyor? Suçların azaltılması için ne yapmak gerekiyor? Kadın cinayetlerinin artmasına sebep olan etmenler nedir? Elektronik kelepçe ve uzaklaştırma cezaları neden çağ dışı? Kadın cinayetleri konusunda rekor hangi ülkelerde? Kadınları hep erkekler mi öldürür? Bir kadını öldüren daha çok yakınları mı yoksa yabancılar mı?
Görüşmek dileğiyle…