“Türklerin İngiliz ve Ruslardan çok daha kuvvetli üç düşmanı vardır:
İnşallah, Allah kerim, bakalım”
Maalesef Cumhuriyet tarihinin en büyük felaketini yaşıyoruz. Bütün bir millet birlik olmuş, bir kısmı bölgede arama kurtarma çalışmalarına destek olurken diğer kısım da şehirlerinde yardımları koordine ediyor, koliliyor ve paketliyor. Bölgede konuşan Cumhurbaşkanı ise bu acı felakete ‘’Kader planı’’ dedi. Tabi ki Cumhurbaşkanı’nın bu şekilde ifade etmesi ilk defa olan bir şey değil.
Ben de Türklerin ne denli kaderci bir anlayışa sahip olduğunu aktarmak amacıyla bu yazıyı kaleme aldım. Buyurun Türk yurtlarını gezen Batılı seyyahların gözünden Türklerin kadercilik anlayışına birlikte bir göz atalım.
Meşhur Türk Mektupları isimli eseriyle tanıdığımız ve 1555’te Osmanlı ülkesinde bulunan Oqier Ghislain de Busbecq Türklerdeki kaderciliği şöyle aktarıyor:
“Türklerin ölüm ve hastalığa öyle lakayt bir tavırları var ki… Şaşılacak şey. Türklere göre herkesin ne zaman ve nasıl öleceği ta ezelden alnına yazılmıştır. Onun için ölüm mukadderse, tutulmaya çabalamak boşunadır. Değilse korkmak mânâsızdır. Onun için vebaya tutulmuş kimselerin giysi ve çamaşırlarına dokunurlar. Bu yüzden sirayet çoğalır.’’ diyerek Türklerin ne denli vurdumduymaz olduğunu bizlere 16.asırda aktarıyor.
16.asrın bir başka Batılı seyyahı olan Schweigger’ın gözlemleri ise Busbecq’ten farklı değil: Türklerin hem hastalıklara hem de felaketlere karşı duyarsızlığı belirtip Türkler yalnızca kadere inanır demiş.
Benzer tespitler 1611’de Türkiye’ye gelen İskoçyalı seyyah William Lithgow’un eserinde, “Türkler inanırlar ki herkesin kaderi önceden alnına yazılmıştır. Bu yüzden kaçınılmaz tehlikelerde öncülük ederler.” diye yazmıştır.
1759-1768 tarihleri arasında Osmanlı coğrafyasını gezen Papaz Christoph Wilhelm Lüdeke, İzmir’de 1759-1760 ve 1762-1765 yılları arasında yaşanan veba salgınında her bir salgından sonra şehrin nüfusunun 15.000-20.000 arasında eksildiğini belirtir. Müslümanların, “Her şey Allah’tandır. İnsan ne yaparsa yapsın bu kaderi değiştiremez.” mantığından dolayı vebaya karşı hiçbir önlem almadıklarından ölümlerin çok olduğunun altını çizer.
1827-1828 tarihleri arasında Türkiye’yi gezen Frankland, Türklerin gerek veba gerek yangınlar karşısında önlem almayarak kaderci bir tutum izlediklerini, ölümü Tanrının takriri olarak görmelerinden dolayı nüfuslarının yarı yarıya azaldığını belirtir.
Miss Julia Pardoe, Osmanlı ülkesine Aralık 1835’te gelmiş ve 9 ay boyunca seyahat etmiştir. O da Türklerin ölüm karşısında takındıkları tutumu eleştirerek şu ifadelere yer vermiştir:
“Buradaki boş inanca göre gerçek bir Müslüman padişahın buyruğuyla öldürülür ya da vebadan ölürse günahlarının bağışlanması için hiçbir neden gerekmeden doğruca cennete gider ve oradaki melekler kollarını açarak onu karşılarlar. Avrupalılar arasında veba olaylarının az oluşuna da ayrıca sevinirler. Nedeni de Allah’ın Müslümanları onlardan daha çok sevdiğine dair inançlarıdır. Avrupalıların hastalığa karşı önlem almalarına kulak asmazlar. Doğuluların en büyük yıkımlara gereksiz ve inatçı bir davranışla nasıl körü körüne boyun eğdikleri şaşılacak bir şeydir.”
19.asırda İngiliz denizcisi Adolphus Slade Türk kahramanlığını öve öve bitirememektedir. Ancak Türklerin neme lazımcılıkları, boşvermişlikleri ve kadercilikleri onu hayrete düşürmektedir.
Napolyon’un elçisi Sebastian’ın III. Selim’e söylediği, bütün Avrupa’da bilinen, “Türklerin İngiliz ve Ruslardan çok daha kuvvetli üç düşmanı vardır: İnşallah, Allah kerim, bakalım”, sözünü Kaptan-ı derya Papuççu Ahmed Paşa’nın davranışlarını açıklamak için hatırlatmaktadır. Türklerdeki zamana karşı kayıtsızlık Slade’i şaşırtmaktadır. ‘’Türk erleri günün yarım saatini güvertede bıyık burmağa ayırmaktadırlar.’’
20.asra geldiğimizde özellikle Erzincan ve Gölcük depremi için de Türklerin 16.asırda verdiği tepkileri verdiğini görüyoruz. Peki ya 21.yüzyılda farklı mıydı? Buyurun şöyle bir göz gezdirelim:
Soma faciası, Elazığ depremi, Van depremi ve İzmir depremi gibi 21.yüzyılda Türkiye’de meydana gelmiş başlıca afetler göz göre göre başımıza gelmedi mi? Peki bütün bunlardan sonra devletin yöneticileri 16.asır kafasıyla çıkıp da ‘’Kader’’ ya da ‘’Takdiri İlahi’’ demediler mi?
Bu da gösteriyor ki bizim Müslümanlarımız ‘’kader’’ derken tevekkülü unutuyorlar. Önlem almadan kader demek suçu Tanrı’ya atmaktır. Önlem almadan kader demek bahane bulmak ve kaçmaktır. Hâlbuki seçim meydanlarında ‘’Kader gayrete âşıktır.’’ demeyi biliyorlardı. İşte oradaki ‘’gayret’’ tevekküldür.
İşte bu sebeplerle eğri oturup doğru konuşma vakti gelmiştir. Sizin kaderciliğiniz bilime mağlup olmuştur. 16.yüzyıl kafasındaki sizlerin yönetimi modern dünyaya hitap etmemektedir. Evet, bu acı afet üzerinden siyaset yapıyorum.
Çünkü bu acı afetin önlemini almaları gerekenler siyasilerdir:
1-İmar affı verenlerdir.
2-4 kata kadar izin verilen yere 10 kat bina dikenlerdir.
3-Bina denetimini yapmayan ya da binayı denetlemeden onay verenlerdir.
4-Her depremden sonra ortadan kaybolan müteahhitlerdir.
5-Son olarak da ev alırken deprem dayanıklılığına ve mühendisine bakmadan alanlardır.
Fakat bütün bunların üzerinde bulunup baştan sona kadar süreci yöneten unsur siyasettir. TMMOB’un tüzüğünden tutun da yukarıdaki maddelerin her birinde söz sahibi olan merci siyaset mekanizmasıdır.
16.yüzyıl kafasıyla devlet yönetenlerin peşini bırakmayacağız. Vefat edenlerin ve tüm depremzedelerin hakkını arayacağız. Bu memleket sizin kaderciliğinizden çok çekti. Bizler bilimle aydınlatacağız.
Yüce Türk milletinin başı sağ olsun!