Aşağıdaki metin, Dana Gioia’nın 1991 yılında The Atlantic’te yayımlanan bir makalesidir. TamgaTürk sanat dosyası kapsamında daha önce yayımladığımız beş bölümün ardından son bölümü, şairlerin daha fazla insana ulaşmak için ne yapması gerektiği hakkında öneriler sunan altıncı bölümü, okurlarımızın ilgisine sunuyoruz.
Amerikan kültürünün geleceği için en ciddi meseleler, sanatın tecrit halinde var olmaya ve desteklenen akademik uzmanlıklara dönüşmeye devam edip etmeyeceği veya eğitimli insanlara yeniden tesir etmenin bir şekilde mümkün olup olmadığı meseleleridir. Sanatların her biri bu sorularla ayrı ayrı mutlaka karşılaşacaktır ancak ne var ki hiçbir sanat şiirin karşılaşacağı engellerden daha büyük engellerle karşılaşmayacaktır. Okuryazarlığın azalması*, alternatif medya türlerinin hızla çoğalması, beşeri bilimler eğitimindeki kriz, tenkitlerdeki gözle görülür kalite çöküşü ve geçmişteki başarısızlıkların ağırlığı göz önüne alındığında, şairler seslerini duyurmayı nasıl başarabilirler? Yoksa işimiz Allah’a mı kaldı?
Hayatının sonlarına doğru Marianne Moore, "O To Be a Dragon" adlı kısa bir şiir yazmıştı. Bu şiir, Rabbin Kral Süleyman'a göründüğü ve "Ne dilersen dile benden" dediği İncil'deki rüyadan mülhemdir. Süleyman tanrıdan bilge ve feraset sahibi bir yürek dilemişti, Moore'un dileği ise biraz daha karmaşık. Moore şiirinde diyor ki:
“Eğer ben, Süleyman gibi…
dileyebilseydim her şeyi-
dilerdim… ah, bir ejderha olmak isterdim,
Cennetin kudretinin bir timsali olmak isterdim - ipekböceği
kadar veya kocaman; ve dönüşürdüm bazen bir görünmeze.
Mübarek mucize!”
Moore muradına erdi. Tüm özgün şairlerin yaptığı gibi, "cennetin kudretinin timsali" oldu. Robert Frost'un "nihai hırs" dediği şeye ulaştı - sözgelimi "bir iki şiiri insanların yok edemeyeceği bir yere kaldırdı". O artık ebediyyen Amerikan edebiyatının "mübarek mucizesinin" bir parçasıdır.
Demem o ki dilekler -saçma ve abartılı olanları bile- gerçekleşebilir. Eğer ben, Marianne Moore gibi, dileyebilseydim her şeyi, ve eğer ben, Süleyman gibi, kendim için dilekte bulunmayacak kadar hükmedebilseydim nefsime, şiirin yeniden Amerikan halk kültürünün bir parçası olmasını dilerdim. Bu dileğimin imkansız olduğunu düşünmüyorum. Tek gereken, şairlerin sanatlarını halka sunma konusunda daha fazla sorumluluk almalarıdır. Bu hayalin nasıl gerçekleşebileceğine dair naçizane altı tavsiyeyle bitireceğim.
1-) Şairler halka açık okumalar yaptıklarında, her programın bir bölümünü diğer insanların eserlerini okuyarak harcamalılar - tercihen şahsen tanımadıkları ve hayran oldukları şiirler. Şiir geceleri, yalnızca sahnedeki edibin eserinin değil, genel olarak şiirin kutlamaları olmalıdır.
2-) Sanat müesseseleri halka açık okumalar planlarken, şiirin salt kendine ait kültürel biçiminden kaçınmalıdırlar. Şiiri diğer sanatlarla, bilhassa müzikle karıştırmalı. Merhum yazarları yad eden veya yabancı yazarları onurlandıran akşamlar planlamalı. Kısa eleştirel konferansları şiir performanslarıyla birleştirmeli. Bu tür birleşimler, kaliteden ödün vermeden şiir dünyasının ötesindeki seyircileri çekecektir.
3-) Şairler şiir hakkında daha sık, daha samimi ve daha etkili nesir yazmalıdır. Şairler, önde gelen yayınlar için yazarak entelektüel kesimin daha geniş bir kısmının dikkatini yeniden çekmelidir. Ayrıca akademinin halktan uzak eleştiri jargonundan kaçınmalı ve halkın anlayabileceği bir dille yazmalıdırlar. Son olarak şairler, sevdiklerini öne çıkarmanın yanı sıra sevmediklerini de içtenlikle kabul ederek okuyucunun güvenini yeniden kazanmalıdır.
4-) Antolojiler -hatta okuma listeleri- derleyen şairler, hayran oldukları şiirleri dahil ederken titizlikle hakkaniyetli olmalıdırlar. Antolojiler, şiirin genel kültüre açılan kapısıdır. Antolojiler yaratıcı yazarlık ticareti için ödenek alabilme aracı olarak kullanılmamalıdırlar. Bir sanat, sıradanlığı değil, şaheserleri sunarak seyirci kitlesini genişletir. Antolojiler, kitap dağıtan yazar öğretmenleri pohpohlamak için değil, okuyucuları harekete geçirmek, hoşnut etmek ve yönlendirmek için derlenmelidir.
5-) Özellikle lise ve lisans düzeyindeki şiir öğretmenleri, analize daha az, performansa daha fazla vakit ayırmalıdır. Şiir, edebi eleştirinin tekeline bırakılmamalıdır. Şiirler ezberlenmeli, okunmalı ve sahnelenmelidir. Vurgulanan şey sanatın saf hazzı olmalıdır. Çocukları şiire ilk çeken şey şiir icrası yani şiirin sahnelenmesidir, şiir icrası aynı zamanda şiiri okumanın ve duymanın duygusal heyecanını yansıtır. Ayrıca şiir icrası şiiri yüzyıllar boyunca canlı tutan öğretim tekniğidir ve belki de şiirin geleceğinin anahtarını elinde tutan odur.
6-) Son olarak şairler ve sanat müesseseleri, sanatın seyirci kitlesini genişletmek için radyoyu kullanmalıdır. Şiir işitsel bir bağlama sahiptir ve bu nedenle radyo için uygundur. Yüzlerce kolej ve kamu destekli radyo kanalında biraz yaratıcı programlama, milyonlarca dinleyiciye şairin sesini ulaştırabilir. Ne yazık ki şu anda çoğu program yaşayan şairlerin kendi eserlerini okumalarına ve şiirin salt kendine ait kültürel biçimine hapsolmuş durumdadır. Klasik ve caz müziğin paylaşıldığı radyo kanallarında şiiri müzikle karıştırmak veya yenilikçi talk-radyo formatları yaratmak, şiir ile genel izleyici kitlesi arasında doğrudan bir ilişki kurulmasının yolunu açabilir.
Sanat tarihi tekraren şu hikayeyi anlatır; sanat formları geliştikçe, yaratım, icra, yönlendirme ve hatta analize yol gösteren yeni gelenekler oluştururlar. Ne var ki sonunda bu gelenekler bayatlar. Sanat ile seyircisi arasında bir engel olarak durmaya başlarlar. Pek çok harikulade şiir yazılıyor olsa da, Amerikan şiiri müessesi şiir sunmanın, tartışmanın, düzenlemenin ve öğretmenin modası geçmiş yolları hâline gelen birtakım tükenmiş gelenekler arasında sıkışmış durumdadır. Eğitim kurumları, bu gelenekleri sanatı zayıflatan boğucu bir bürokratik görgü içinde sistemleştirmiştirler. Elbette bu gelenekler mazide anlamlı olabilir ancak bugün şiiri entelektüel bir gettoya hapsetmekten öteye gidemiyorlar.
Artık tecrübe zamanı, düzenli ama boğucu sınıftan ayrılma zamanı, şiire umumi bir canlılık kazandırma ve artık şiirdeki hapsolmuş enerjiyi serbest bırakma zamanı. Kaybedilecek bir şey kalmadı. Toplum zaten bize şiirin öldüğünü söyledi. Şimdi, etrafımıza yığılmış kuru geleneklerden bir cenaze ateşi kuralım ve kadim, pul tüylü, öldürülemez anka kuşunun küllerinden doğuşunu izleyelim.
* Yazar burada okuryazarlık oranıyla edebi okumaların okunma oranını kastetmiş olmalıdır. (Ç.N.)
Makalenin ilk 4 bölümü Bahadırhan Dinçaslan tarafından çevrilmişti.
Amerikan kültürünün geleceği için en ciddi meseleler, sanatın tecrit halinde var olmaya ve desteklenen akademik uzmanlıklara dönüşmeye devam edip etmeyeceği veya eğitimli insanlara yeniden tesir etmenin bir şekilde mümkün olup olmadığı meseleleridir. Sanatların her biri bu sorularla ayrı ayrı mutlaka karşılaşacaktır ancak ne var ki hiçbir sanat şiirin karşılaşacağı engellerden daha büyük engellerle karşılaşmayacaktır. Okuryazarlığın azalması*, alternatif medya türlerinin hızla çoğalması, beşeri bilimler eğitimindeki kriz, tenkitlerdeki gözle görülür kalite çöküşü ve geçmişteki başarısızlıkların ağırlığı göz önüne alındığında, şairler seslerini duyurmayı nasıl başarabilirler? Yoksa işimiz Allah’a mı kaldı?
Hayatının sonlarına doğru Marianne Moore, "O To Be a Dragon" adlı kısa bir şiir yazmıştı. Bu şiir, Rabbin Kral Süleyman'a göründüğü ve "Ne dilersen dile benden" dediği İncil'deki rüyadan mülhemdir. Süleyman tanrıdan bilge ve feraset sahibi bir yürek dilemişti, Moore'un dileği ise biraz daha karmaşık. Moore şiirinde diyor ki:
“Eğer ben, Süleyman gibi…
dileyebilseydim her şeyi-
dilerdim… ah, bir ejderha olmak isterdim,
Cennetin kudretinin bir timsali olmak isterdim - ipekböceği
kadar veya kocaman; ve dönüşürdüm bazen bir görünmeze.
Mübarek mucize!”
Moore muradına erdi. Tüm özgün şairlerin yaptığı gibi, "cennetin kudretinin timsali" oldu. Robert Frost'un "nihai hırs" dediği şeye ulaştı - sözgelimi "bir iki şiiri insanların yok edemeyeceği bir yere kaldırdı". O artık ebediyyen Amerikan edebiyatının "mübarek mucizesinin" bir parçasıdır.
Demem o ki dilekler -saçma ve abartılı olanları bile- gerçekleşebilir. Eğer ben, Marianne Moore gibi, dileyebilseydim her şeyi, ve eğer ben, Süleyman gibi, kendim için dilekte bulunmayacak kadar hükmedebilseydim nefsime, şiirin yeniden Amerikan halk kültürünün bir parçası olmasını dilerdim. Bu dileğimin imkansız olduğunu düşünmüyorum. Tek gereken, şairlerin sanatlarını halka sunma konusunda daha fazla sorumluluk almalarıdır. Bu hayalin nasıl gerçekleşebileceğine dair naçizane altı tavsiyeyle bitireceğim.
1-) Şairler halka açık okumalar yaptıklarında, her programın bir bölümünü diğer insanların eserlerini okuyarak harcamalılar - tercihen şahsen tanımadıkları ve hayran oldukları şiirler. Şiir geceleri, yalnızca sahnedeki edibin eserinin değil, genel olarak şiirin kutlamaları olmalıdır.
2-) Sanat müesseseleri halka açık okumalar planlarken, şiirin salt kendine ait kültürel biçiminden kaçınmalıdırlar. Şiiri diğer sanatlarla, bilhassa müzikle karıştırmalı. Merhum yazarları yad eden veya yabancı yazarları onurlandıran akşamlar planlamalı. Kısa eleştirel konferansları şiir performanslarıyla birleştirmeli. Bu tür birleşimler, kaliteden ödün vermeden şiir dünyasının ötesindeki seyircileri çekecektir.
3-) Şairler şiir hakkında daha sık, daha samimi ve daha etkili nesir yazmalıdır. Şairler, önde gelen yayınlar için yazarak entelektüel kesimin daha geniş bir kısmının dikkatini yeniden çekmelidir. Ayrıca akademinin halktan uzak eleştiri jargonundan kaçınmalı ve halkın anlayabileceği bir dille yazmalıdırlar. Son olarak şairler, sevdiklerini öne çıkarmanın yanı sıra sevmediklerini de içtenlikle kabul ederek okuyucunun güvenini yeniden kazanmalıdır.
4-) Antolojiler -hatta okuma listeleri- derleyen şairler, hayran oldukları şiirleri dahil ederken titizlikle hakkaniyetli olmalıdırlar. Antolojiler, şiirin genel kültüre açılan kapısıdır. Antolojiler yaratıcı yazarlık ticareti için ödenek alabilme aracı olarak kullanılmamalıdırlar. Bir sanat, sıradanlığı değil, şaheserleri sunarak seyirci kitlesini genişletir. Antolojiler, kitap dağıtan yazar öğretmenleri pohpohlamak için değil, okuyucuları harekete geçirmek, hoşnut etmek ve yönlendirmek için derlenmelidir.
5-) Özellikle lise ve lisans düzeyindeki şiir öğretmenleri, analize daha az, performansa daha fazla vakit ayırmalıdır. Şiir, edebi eleştirinin tekeline bırakılmamalıdır. Şiirler ezberlenmeli, okunmalı ve sahnelenmelidir. Vurgulanan şey sanatın saf hazzı olmalıdır. Çocukları şiire ilk çeken şey şiir icrası yani şiirin sahnelenmesidir, şiir icrası aynı zamanda şiiri okumanın ve duymanın duygusal heyecanını yansıtır. Ayrıca şiir icrası şiiri yüzyıllar boyunca canlı tutan öğretim tekniğidir ve belki de şiirin geleceğinin anahtarını elinde tutan odur.
6-) Son olarak şairler ve sanat müesseseleri, sanatın seyirci kitlesini genişletmek için radyoyu kullanmalıdır. Şiir işitsel bir bağlama sahiptir ve bu nedenle radyo için uygundur. Yüzlerce kolej ve kamu destekli radyo kanalında biraz yaratıcı programlama, milyonlarca dinleyiciye şairin sesini ulaştırabilir. Ne yazık ki şu anda çoğu program yaşayan şairlerin kendi eserlerini okumalarına ve şiirin salt kendine ait kültürel biçimine hapsolmuş durumdadır. Klasik ve caz müziğin paylaşıldığı radyo kanallarında şiiri müzikle karıştırmak veya yenilikçi talk-radyo formatları yaratmak, şiir ile genel izleyici kitlesi arasında doğrudan bir ilişki kurulmasının yolunu açabilir.
Sanat tarihi tekraren şu hikayeyi anlatır; sanat formları geliştikçe, yaratım, icra, yönlendirme ve hatta analize yol gösteren yeni gelenekler oluştururlar. Ne var ki sonunda bu gelenekler bayatlar. Sanat ile seyircisi arasında bir engel olarak durmaya başlarlar. Pek çok harikulade şiir yazılıyor olsa da, Amerikan şiiri müessesi şiir sunmanın, tartışmanın, düzenlemenin ve öğretmenin modası geçmiş yolları hâline gelen birtakım tükenmiş gelenekler arasında sıkışmış durumdadır. Eğitim kurumları, bu gelenekleri sanatı zayıflatan boğucu bir bürokratik görgü içinde sistemleştirmiştirler. Elbette bu gelenekler mazide anlamlı olabilir ancak bugün şiiri entelektüel bir gettoya hapsetmekten öteye gidemiyorlar.
Artık tecrübe zamanı, düzenli ama boğucu sınıftan ayrılma zamanı, şiire umumi bir canlılık kazandırma ve artık şiirdeki hapsolmuş enerjiyi serbest bırakma zamanı. Kaybedilecek bir şey kalmadı. Toplum zaten bize şiirin öldüğünü söyledi. Şimdi, etrafımıza yığılmış kuru geleneklerden bir cenaze ateşi kuralım ve kadim, pul tüylü, öldürülemez anka kuşunun küllerinden doğuşunu izleyelim.
* Yazar burada okuryazarlık oranıyla edebi okumaların okunma oranını kastetmiş olmalıdır. (Ç.N.)
Makalenin ilk 4 bölümü Bahadırhan Dinçaslan tarafından çevrilmişti.
Yazının ilk bölümü için tıklayınız: Nazım Dişe Dokunur mu I: Şiir Nasıl Gözden Düştü?
Yazının ikinci bölümü için tıklayınız: Nazım Dişe Dokunur mu II: Alt-Kültürün İçyüzü
Yazının üçüncü bölümü için tıklayınız: Nazım Dişe Dokunur mu III: Bohemya’dan Bürokrasiye
Yazının dördüncü bölümü için tıklayınız: Nazım Dişe Dokunur mu IV: Şiir İnsanların Umrundayken)
Yazının beşinci bölümü için tıklayınız: Nazım Dişe Dokunur Mu V: Şiir İhtiyacı