İlk Başnot: Bu yazı yalnızca Türk milliyetçilerine hitap etmektedir. Türklük namına yüreğinde bir şey hissetmese de konuşmayı üzerine vazife zanneden, şiirleri beş para etmese de eli kalem tutan kimseleri ilgilendirmemektedir.
İkinci Başnot: Müstakbel okuyucu, bu yazı klasik bir köşe yazısına göre uzun bir yazı olacak. Türk milliyetçiliğini ve Türk şiirini hayatının bir meselesi olarak benimsemiyorsan bu yazıyı okuyup kelimelerimi kahretme.
*
Ben, Nihal Atsız’a “Hitler özentisi, kafatasçının teki” dediğim bir münazara sonucunda milliyetçi olmuş bir gencim. Konu, Sabahattin Ali’nin öldürülmesiydi ve ben Atsız’ı suçluyordum. O zamanlar milliyetçilik şuurundan uzaktım. Bu tartışmanın akabinde Atsız’ın şiirlerini ve romanlarını okumuştum, sonra bu adamın böylesi bir kalemi varsa fikri de sağlamdır diyerek diğer eserlerini okudum. Gençlikle alakalı bazı pratik hususlarda saçmaladığına şahit olsam, bazı içtimai hususlarda aşırılığa kaçtığını görsem de bugün Atsız benim Türkçü şuurumu yaratan adamdır. Var olsun!
Ben bir milliyetçi olmama rağmen hayatımda bir kez bile Ülkü Ocaklarının kapısından içeri girmedim. Buna mukabil milliyetçi olduktan sonra -ve MHP hâlâ pek çok açıdan güven veren bir siyasi partiyken- daima ülkücü ağabeylerim ve hocalarım oldu. Buna rağmen bir kez bile bir ocağa uğramamış olma sebebim milliyetçi camiada pek hazzetmediğim ve ocaklarda hakim olduğunu anladığım biatçılık kültürüydü. Kendimi bildim bileli, dediğim dedik despot portresi yerine fedakarlık yapmaya layık lider portresini kendime ve milliyetçilere potansiyel kurtarıcı bellemiş biriyim. Bu sebeple yazımın esas kısmından önceki açıklamaları yaparken şunu söylemeye mecburum ki birileri öyle dedi diye hiç kimseyi alıkoymuşluğum yoktur, milliyetçi olduğunu söyleyen biriyle göze göz dişe diş kavgaya tutuşmuşluğum, benimle aynı fikir penceresinden dünyaya bakan bir kardeşimi bir sokak arasında kıstırmışlığım yoktur.
Bugün birisi bana yukarıda bahsettiğim muamelelerden birini herhangi bir içtimai mesele için uygulayacak olsa sevdiğiyle gelecek hayalleri olan, ailesini mutlu etmek isteyen bir genç olarak sinmem, korkmam veya geri adım atmam son derece mümkündür. Ancak! Hatırama yemin ederim ki, doğmamış çocuğum üzerine yemin ederim ki, hürmetinden iki büklüm olduğum peygamberim öte dünyada yüzüme bakmasın ki, hatta Rabbim beni Ebu Leheb’le bir tutsun ki birisi beni şiir hakkında düşündüğümün tersini söylemeye zorlayacak olsa, kafama silah dayasa hatta sevdiklerimle tehdit edecek olsa bile şuurumu kaybetmedikçe bana bunu yaptıramaz. Şiir benim için, başkasından temellendirmediğim, kendime özlediğim namusumdur.
Namusumu savunacağım bu yazıyı yazmaya manevi ağabeyim Bahadırhan Dinçaslan’ın, birtakım başka sıfatlarla beraber kendini şiirleri bestelenmiş bir şair olarak gören Abdurrahman Gülseren’le sözlü düellosu üzerine karar verdim. Abdurrahman Bey, Bahadırhan ağabeyime gördüğüm kadarıyla işin sonu alçakça yerlere varacak imalarda bulundu. Alışıldık olarak beklenen birtakım kavga çağrılarında bulunuldu, karşılıklı atışmalar oldu vesaire. Bu bini bir para etmez hezeyanları dikkate bile almadım zira benim için ortada şair olduğunu iddia eden biri vardı ve katiyen şair sıfatını hak etmiyordu. Bu yazıyı yazmama sebep olduğu için kendini şair olarak gören Abdurrahman Bey’e teşekkür etmeyi düşünmüyorum fakat bilinmesini isterim ki onun şiirle alakalı olacak bu yazının şiirle alakalı olmayan kısmında üç defa isminin geçmesi kendisine katımdan hak ettiğinden katbekat fazlaca bahşedilmiş bir lütuftur.
*
Bu yazıyı okuyan okuyucu bil ki bu yazı bana zannettiğinden ve zannettiğimden daha fazla düşman kazandıracak. Hem de sizin dışarıdan gördüğünüz gibi öyle kofti düşmanlar değil. Birine kafayı taktı mı harbi takan edebiyat camiası sakinleri düşmanım olacak. Bu sebeple her şeyden önce bu yazımın ciddiyetini bir kez daha anlamanız adına bu yazının şiir alanındaki bütün hayallerimin birileri tarafından bir çırpıda yakılmasına sebep olabilecek, önüme çeşitli engeller konulmasına davetiye çıkaran bir yazı olduğunu belirtmek isterim. Son olarak, bana Bahadırhan’ın methiyesine maruz kalmış da kendini beğenmiş yahut onun kalemşörü vesaire diyebilecek gafillere de bu kelimeleri yazan kalemin Allah’tan sonra en çok kendine iman ettiğini, Türk şiirinin gelecekteki en büyük kalemi olacağına inandığını ve bir gün onun da acımadan birçoklarının hayallerini bir çırpıda yakabileceğini hatırlatmak isterim.
Yazının esas kısmına geçmeden önce durun! Durun ve bir kez daha karşınızda şiire ve şiirine ne kadar inanmış bir deli olduğunu tekrar hatırlayın.
*
Bugünkü milliyetçilerin ekserisi şiir yazamaz. Bir kere sözüm ona birçok milliyetçi şair dünyadan bihaberdir. Dünyayı gördüm zannedeni de dünyaya şöyle bir bakmaktan öteye geçmiş değildir. Ne Türk şiirini bilirler ne ecnebi şiirini. Birçoğu -söylemekten utanç duyuyorum- redifle kafiyeyi bile ayırt edemez. Bunlar bin yıl öncenin şiirini bile tekrar yazabilmekten aciz bir şair zümresidir. Kalemlerine lanet olasıcalar öyle berbat mukallitler ki Atsız, Yurdakul, Gençosmanoğlu, Gökalp veya kalemi kavi diğer milliyetçi şairler mahşerde bunları görse ilk işleri hepsinin yüzüne tükürmek olur. Şimdi, elbette insaflı olmakta fayda var. Nihayetinde her şair bu mukallitlik aşamasından geçiyor. Ne mutlu bu aşamadan safça, özbilinçle ve kendine dürüstlükle geçene. Fakat! Lanet olsun kendini bilmeyen, yazdığını şiir zannedip ıslak hayallerinde kendini şairliğe terfi ettirenlere…
İşte bu lanet ettiklerim ne yazık ki bugün çoğunluktalar. Lakin bu iş lanet etmekle olmaz, soruna dair tespitte bulunmak ve çözüm sunmak lazım. Benim dikkat ettiğime göre bu güruhun çoğunluğa oynamasında etkisi oldukça güçlü olan üç faktör var. Bunlar; pek faydalı bir şey yapıyormuşçasına dergi basıp duran genç Türk milliyetçileri, şiirden anlamayan yayınevleri ve sürüsüne bereket şair putu. Elbette sosyal medya garabeti, kültürel çöküş veya memlekette münekkit olmaması gibi birçok faktör daha öne sürülebilir ancak bence en zehirli üç yılan bunlar.
Tekraren ilk faktör, savaştan çıkmış milletin çocuk yapmaya meyletmesi gibi sanki dergi çıkartmazsa memleketin başına bir şey gelecek zanneden genç Türk milliyetçileridir. Bu yazıyı okuyacak pek çok genç milliyetçi eminim bu gruba dahil olacaktır. Korkmayın, kabahatiniz dergi çıkartmak değil. Kabahatiniz, yazdığınız bir şeye benzememesine rağmen eş dost pohpohlamasıyla bir şeye benzediğini zannettiğiniz şiirleriniz. Kabahatiniz, hepinizin bir kuyu başını tutmak istemesi fakat başını tuttuğunuz kuyuyu kurutmanız. Kabahatiniz, okumadan yazmak. Kabahatiniz, derginize birkaç ünlü şairi getirdiğinizde okunacağınızı zannetmeniz. Kısacası kabahatiniz bol ancak emin olun ki Türk şiirinin bu hâle gelmesinde en masum mesul sizsiniz. Masum kalmasanız dahi masum doğan sizsiniz. Size tavsiyem, birleşin! Akrabası, eşi dostu, parası, çevresi veya takipçisi bol olana değil şiiri iyi olana, şiiri iyi yapmaya meyledin. Ancak bunu yapmak için önce iyi bir şiir okuyucusu olun! Çoğunuz matbu dergi çıkartmaya çalışıp tonla yükün altına giriyor, sonra da doğal olarak -ve elbette hak ettiğini alarak- şu ekonomide borç harç yapıyor. Çevrimiçi çıkartanlarınız da TikTok’ta koyunuyla uyuyan çobandan daha az tıklanma alıyor. Okuyun, akıllanın ve birleşin!
İkinci faktör, dediğimiz gibi şiirden anlamayan yayınevleridir. Gerçi buna şaşırmamak lazım zira Türkiye’de pek çok yayıncı şiirlerini paylaşmaya utanan, çekinen kimseler, bu özgüvensizliğin ardında belki de şiire bir kin yatıyordur. Öteki yayıncıların kendini şair addedenleri de kendi kitapları yayımlansın diye etrafına doluşan şakşakçıların tesiri altında. Hadi bu ikisi yine şiirle alakadar diyebiliriz. Bir de geriye kalan bir yayıncı kısmı var ki en son okuduğu şiir İstiklal Marşı’ysa şükredilesi. Şimdi burada meseleyi somutlaştırmak adına bir örnek sunacağım ancak sunmadan önce bir prensibimi paylaşmak isterim. Atalarımız iğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır derler, ciddiyetimi göstermek adına ben hem iğneyi hem de çuvaldızı kendime batıracağım. Geçtiğimiz sene milliyetçi yayınevi deyince ilk akla gelecek yayınevlerinden biri olan Ötüken Neşriyat’tan şiir kitabım çıktı. Şiir kitabımı taslak hâlinde ilgilenecek kişiye gönderdiğimde gayet mutluydum ta ki o acemi taslağın bir kitap taslağı olarak bana döndüğü ana kadar. Dokümanı açıp incelediğimde gördüm ki benim taslağın giriş sayfasına koyduğum bölüm ve bölüm içindeki şiir adları -somutlaştırmak adına mesela ilk bölüm olarak “Sevda” yazıyor, altında altı tane şiir ismi, sonra “Veda” yazıyor yine altında altı şiir ismi diye gidiyor böyle- evet, bu bölüm ve şiir adları yani anlayacağınız manasıyla içindekiler kısmı, ben dokümanı açtığımda bu içindekiler kısmı bir baktım ki iki tane. Biri benim koyduğum hâliyle duruyor, öbürü de benim koyduğumun iki sayfa önünde, böyle yayına hazır gibi dizayn edilmiş bir hâliyle duruyor. Duruma anlam veremeyince “Ben zaten içindekiler kısmı gibi bir şey koymuştum, niçin tekrar öyle bir şeye gerek duydunuz?” diye sorduğumda –ki bunu sorarken “tüh, onu unutmuşuz yahu” gibi bir cevap bekliyorum- bana verilen cevap “Biz onu şiir zannettik” oldu. Yahu siz acayip güzel prestij baskılar yapacak kadar vizyoner olan, benim gibi gençlerin önünü açan, nice abidevi şahsiyetin telifine sahip koskocaman, milliyetçilerin gururu yayınevi değil misiniz? Kitabın içine bakmadınız diyelim, dikkate alıp bir anlık incelemediniz, yahu insan en azından birinin kalın yazıyla ötekinin normal şekilde yazıldığından bu kısmın bir şiir olmadığını anlamaz mı? Ötüken bile şiir alanında mütehassıs, öylesi mümkün değilse bile kıyısından köşesinden şiir bilen birini bünyesinde barındırmıyorsa, barındırdığı bir kişi yetmeyince ikincisini işe almıyorsa diğer yayınevlerinden ne beklenebilir ki… Ey yayınevleri size tavsiyem, şiire kıymet verin. Şiire kıymet verin fakat böyle referansla yahut “bu satar” diyerek değil, basmış olmak için şiir kitabı basarak değil, bünyenizde şiirden anlayan insan tutarak şiire kıymet verin. Yoksa “Beş Çıban” yazımda bahsettiğim üzere bu dijital çağda hepinizin sonu yakındır. İşin kötü yanı sizle beraber, size bağlı olarak sonu yakın olan bir de kıymetlimiz Türk şiiri var, beni dertlendiren de aslında zaten bu.
Gelelim üçüncü faktöre. İbrahim peygambere veya Muhammed peygambere özenmemek elde değil, gerek kendi içimde gerek toplum içinde put kırmaktan daha zevkli pek az şey tattım bu hayatta. Bu faktörde de yine hem iğneyi hem çuvaldızı kendime batıracağım. Ötüken Neşriyat’tan çıkan şiir kitapları arasında “Yolların Sonu”ndan bile daha çok satmış olan bir kitap var, Süleyman Çobanoğlu’nun “Tamgalar”ı… Bu seferlik Süleyman Çobanoğlu olsun misale layık putumuz. Evet, kendisi belki Türk şiirinde kayda geçecek birkaç dizenin şairidir, bunu ben de kabul ederim fakat kendisi asla büyük bir şair değildir. İsmet Özel’e yazdığım yazıdaki gibi uzun uzun teknik izahata gerek duymuyorum zira bu sefer elimde daha güçlü bir koz var. Süleyman Çobanoğlu, İsmet Özel’in methiyesine maruz kalmış bir şairdir. Bu durum yani Süleyman Çobanoğlu’nun büyük şair olup olmadığı meselesi ve günahkar şairin methiyesinin kesişmesi, terör örgütünün yetiştirdiği bir adamın Türkiye’deki milliyetçi hareketin başına geçmesinden farksız bir kesişmedir. Türk milliyetçileri şiir hususunda bu kadar şuursuz olamaz. Şayet olurlarsa bir genç çıkar ve bu yürek ezici gerçeği bir tokat gibi suratlarına çarpar. Yahu bu günahkar şair bana bir tebrik yollasa yahut bir övgüde bulunsa ben utancımdan adamı düelloya davet ederim. Yaşamak ikimizden birine artık dardır, çek hunini derim. Çobanoğlu gibi şairlerin yahut pek çok ozanın da neden zannedildiği kadar büyük olmadığını kanıtlamak için bir misal vereyim sizlere, vereyim de tokadım ömrünüz boyunca yanağınızı yaksın. Türkiye’de Türk milliyetçisi insanları şehadeti en derinden yaralayan şehitlerin başında rahmetli Fırat Çakıroğlu vardır. Yahu Türk milliyetçilerinin o büyük şairleri Fırat’ımıza layık bir ağıt bile yazamadılar. Fırat’ımızın kanı bugün bu hususta hâlâ yerdedir. Okudum, pek çok ağıt okudum ona yazılan, bir çırpıda aklıma gelenler Ozan Arif’in, Ozan Ünsal’ın, Caner Kara’nın ağıtları. Elbette şehidimizin hatırasını yad etmek herkesin hakkı, bu saydıklarımda da içimde bu şehadetin sızısı olduğu için dinlerken yüreğim parçalanıyor ancak bilinmesi gerekir ki böylesi bir ağıt hakkı verilmeyecekse yazmaya da girişilmemesi gereken cinsten bir ağıttır. Bana göre yukarıda saydıklarım ve tüm duyduklarım arasında Fırat Çakıroğlu için yazılan ağıtlardan ağıt demekten gurur duyacağım tek şiiri Bahadırhan ağabeyin babası Duran Dinçaslan yazmıştır -ki o da mükemmel değil. Bugün, Türk milliyetçilerinin büyük şairleri gibi geçinenler Fırat Çakıroğlu için Gençosmanoğlu’nun “Önkuzu”suna denk bir ağıt yazamadıysa tüküreyim sizin büyük şairlerinize, hele yazmayı düşünmediyse tüküreyim sizin putlarınıza. Putlara tavsiyem yok fakat putları put yapanlara tavsiyem şudur, şair peşinde koşulup desteklenecek futbol takımı değildir. Şiir zevki öyle renk zevki gibi de değildir, öyle kişiden kişiye göre değişemez. İyi bilin ki şiirin bir okulu yoksa da ruhu var. Evet, şiirin canını çıkarsalar da onun bir ruhu her zaman var. Şimdi ey putları put yapanlar, yıkın bu putları. Ya siz putlarınızı yıkarsınız yahut günü gelince dört başı mamur Türk şiirini göklerde uçuracak, ateşin dokunamayacağı bir İbrahim doğar.
Türk milliyetçileri, Türk şiirinin üzerinde gezen bu kara bulutları defedip Türk şiirinin aydınlık bir semada parlamasını istemedikçe bu işin içinden, bu bataklıktan, bu Ergenekon’dan çıkamayız. Son sözlerim olarak, tıpkı Nihal Atsız’ın savunmasında söylediği gibi, yanılmaz hakim olan zaman, yani tarih, hepimiz hakkında en adil kararı verecek ve o karar verildiğinde ben her şeyini kaybetmeye göze alarak Türk şiirinin namusunu müdafaa etmiş bir genç olmaktan dolayı şeref duyacağım.