Çocukluğumuz hep yaramazlık, muzırlık içerisinde geçti. Toprak anayla haşır neşir büyüdüğüm, harman yerinde sapla samanla mutmain bir şekilde oynadığım doğrudur. Derler ki büyüklerim: “Rüzgarda savrulan kıvır kıvır saçların, buğdayımsı tenin, etrafındakilere endorfin etkisi yaratıyordu.” Anlayacağınız, sevimli, münevver bir sıpaymışım. Büyüdüğüm coğrafya Ereğli’nin Obruk Yaylası diye adlandırılan Karacadağ’a yakın bölgesidir. Paşa Tepesi halk tabiriyle Paş Tepesi’ne 3-4 km uzaklıkta bir ören yeridir. İçerisinde 45-50 hane vardır. Yayla denildiğine bakmayın çukurun içerisinde bakir bir yer. Bölgede ikinci bir ağaç görmek o zamanlar da imkansızdır. Suyun 2000’li yıllardan sonra geldiği elektriğin trafoya kedi girmezse kesilmediği bir yer. Ama bolluk bereketin olduğu zamanlar tabii. Bölgede Frigyalıların daha sonra Romalıların uzun yıllar hüküm sürdüğü belirlenmiştir. “Frig gibi ne gezen?” deyimi bu topraklardan çıkmıştır. Obruk Yaylası’nda belirli aralıklarda, 1 metre çapında Ali Taşları olarak da bilinen sıralı taşlar vardır. Bu taşların Roma eyalet sınırını belirleyen taşlar olduğu ortaya çıkmıştır. Cihan Kalesi adında da bir kale mevcuttur. İçerisinde buzdolabı mağarası, kemikli mağara, zift mağarası gibi birçok mağara vardır. Ayrıca bir efsaneye göre -rahmetli ebemiz anlatırdı- Ali Taşları’nın olduğu yerde Hz.Ali’nin atının ayak izlerinin olduğunu söylenirdi ve gerçekten de bir iz vardı. Hangi süvarinin atına aitti ya da gerçekten de at ayak izi miydi? Tartışılır. Belki de it izi, at izine karışmış da olabilir. Efsane işte…
Anadolu topraklarında yaşıyorsanız efsanelerle büyürsünüz. Hele ki çocukluk döneminde yaramazsanız bu efsaneler hiç bitmez. Efsane tanrılar, efsane yaratıklar an olur kapınıza gelir. Laf falan dinlemezseniz öcülü böcülü yaratıklar yanınızda bitiverir. Yarım saat deliğe akan yılanları görür, futbol topu büyüklüğünde akreplerin geleceğini düşünürsünüz. Türk mitolojisinde birçok yaratıklar vardır elbet. Bu mitler çocukluk travmalarımız olup büyüyünce mavrasını yaptığımız, ruhsatsız konuşmalara meze edilmektedir. Haydi dostlar sofrayı kurun, mezeler benden! Meze dediysek öyle şakşukalı, lakerdalı, köpoğlu mezeler beklemeyin. Bizimkisi biraz ekmeğe sürülmüş şekerli yoğurt, gedeleç, kavurga, ebeoğmacı biraz da bastırıktan yeni çıkartılmış küflü peynir edasında olacaktır.
Yaşlılarla olabildiğince fazla vakit geçirmeye çalışın dostlar! İlginç bilgiler, hikayeler, efsaneler öğrenirsiniz. Belki kıymetini küçük yaşlarda bilemeyebilirsiniz ama yaş ilerledikçe daha iyi anlarsınız. Hayatın sıfır noktasındayken anı yakalamaya çalışın. An içerisindeki sonsuzluğa boğulup gitmeyin. Beyin rezonanslarınız çaça, baçata, çillibom gibi ahenkli bir şekilde raks etsin. Aranızda, “Ahraz değiliz, anladık. Kes tıraşı!” diyenler de olabilir. “Adı batasıcanın eniği, maval okuma bize!” diye düşük desibelli sesler duymaktayım. Gazoz olmayın arkadaşlar efsane olun. Rahmetli ninem efsane bir insandı, mekanı cennet olsun. Efsanelerle yaratıklarla büyüttü bizleri de. Türk kadını işte nesilden nesile aktarmaya çalıştı öğretilenleri. Evet, Türk mitolojisindeki yaratıklardan ve yarattıklarından bahsetmek isterim. Toplumsal bilincinin içerisine yuvalanmış bir parçamız olan o yaratıklar. Bir tevatür almış başını gidiyor.
Filmlere konu olmuş gulyabani; insanı gevip atan, uzun sakallı, “Her sakallıya dede denilmez.” sözünün başyaratıcısı, elinde asası olan mundar, pislik bir yaratıktır. Gece kokusuyla birlikte gün yüzüne çıkan bir yaratık. Diğer bir efsanemiz, rüyalarınızın baş belası Hınkır Munkur insanı önce boğup atan eğer keyfi yeterse de gelip sizi bir güzel afiyetle yiyen yaratık. Eli pençeli midir bilinmez ama Eligıllı diye bir yaratığımız da vardır. Hınkır Munkurdan kalır yanı yok. Bunun da yöntemi hemen hemen aynı; kurbanına usulca yaklaşıp boğup atan bir yaratık. Hırtık yaratığımız; üst kısmı adam, alt kısmı hayvan ejderha gibi bir şey. Tüylü pasaklı cin olduğu söylenir. Ateşten korktuğu için geceleri çıkar. Kılıktan kılığa giren, geceleri at çalıp sabaha kadar onları yoran bir yaratık. Atlardan ne istiyorsa artık. Hala varlığının sürdüğüne inanılan yaratık Albas. Al basmadan donu var, suya gider yolu var. Al oğlan sevdiğini, aman yavrum bu dünyada ölüm var. Anlatılanlara göre de Albas, sevmediği kişiyle nişanlanan kızlara hastalıklar bulaştırır. Kızlara geceleri sevmediği nişanlıların suretine bürünerek öldürmek ister ve tecavüz eder. Sonunda genç kızlar nişanlılarından ayrılırlar ve evlenmeden ölen genç kızların Albas’a dönüştüğüne inanılır. Karalara bürünen, üzerinize çöken, avazınızın çıktığı kadar bağırmaya çalıştığınız halde sesinizi etrafa duyuramadığınız varlığı hala devam eden Karabasan’ımız var. Bunu zaten biliyor ve yaşıyorsunuz. İnanışa göre uykunuzda kafasındaki tacı alabilirseniz çok zengin olursunuz. Bilimsel açıklaması uyku felcidir. Bir de sadece Canavar adlı yaratığımız var. Öyle bir yaratık ki eşeğe benzeyen bedeni, bıçkı gibi keskin dişleri var . Yelesi olan, gözleri kedi gözü gibi yırtıcı bir yaratık. Bizim Celal’in 700 liraya aldığı kuzuları pisliğine boğup atan, yemeyen bir hayvan. Aslında canavar dediğimiz yaratık bildiğimiz kurttur. Ama efsaneleşen bu hayvan literatürümüze canavar olarak girmiştir. Diğer bir yaratığımız yılanların Şah İsmail’i, yılanların hiç yaşlanmayan ecesi, yılanların atası, akıl topağı, iyilik meleği olan Şahmeran. Üstü insan, belden aşağısı yılan, Tarsus’ta binlerce yıl yeraltında yaşayan maranların kraliçesi olarak bilinir. Bir diğer yaratığımız Ecinni; kocaman başları olan tüylü, kısa boylu, göze görünmeyen biçimsiz bir varlığa dönen, hayatta 2K kuralı olan karanlık ve kalabalıkta yaşayan, ayaz gecelerde evlere giren, yiyip içip sofrayı toparlamadan size kilitleyip kalkıp giden, kadın kılığında bir yaratık. Birkaç gün sonra geri gelip “Age vir de iki geviş getirelim.” diyebilecek kadar arsız bir yaratık. Sıkıldığında dudağını kırmızı rujuyla boyayıp ortalıkta gezeleyen yaratık diyebiliriz. Ecinni gibi dolaşıp durmayın da uslu uslu oturun aman ha! Geldik şimdi çocukluğumun travması olan sultanım, perişanım; intizar oldum seninle vallahi ah etmem feryat etmem, bahtiyar olduğum; gözünün çapağını sevdiğim, bende vakit dolmadan, ha geldi ha gelecek dediğim Andık. Ne muntazır oldum. Geceleri sokaklarda dolaşan hele Obruk Yaylası’ndan hiç çıkmayan, Cihan Kalesi’ni yurt edinmiş, yaramaz ve haşarı çocukları toplayıp Cezolan Yatağı’ndaki mağarasına götürüp eziyet çektirip hatta kuçu kuçulara veren bir yaratık. “Öyle bir hayvan ki at görünümlü, boynu kalın, kulakları tilki gibi ağzındaki dişleri it gibi gözleri keskin, olağanüstü bir varlık. Bağa, bostana giren gerektiğinde mısırın içinde pusuya yatan günebakanları fişleyip hoyraz bacadan içeri atan yarı insan yarı at hoyuk gibi duran bir yaratık.” derdi rahmetli ninem. Tabii gözümüzde vakur tabiata aykırı olarak canlanırdı. İçin içine suizan beslerdik. Ama andık dediğimiz hayvan bildiğimiz çizgili sırtlandır. Korkularımızı boşa sırtlanmışız. Güvensizlikten mi bilinmez yalnız yaşamayı severler. Asya topraklarında ve Anadolu’da yaşadığı ispatlanmıştır. Şart olsun ben daha görmedim.
Bahse konu olan bu azman canavarlara canavar denilmesi; ‘Can-aver’ (canlı) kelimesinden türeyip canavar olarak dillere pelesenk olmuştur.
Bizlere bu mitleri nesilden nesile aktaran atalarımıza rahmet okuyorum. Bu vesileyle bugün de onları ANDIK…
Çok güzel bir yazı olmuş tebrikler canım benim
Gündem ile boğulduğumuz bir zamanda bu yazı çok güzel oldu, edebiyat bize nefes aldırdı. Teşekkür ederim.
Bilgi veren , düşündürürken zaman zamanda tebessüm ettiren bir yazı. Böyle yazıların devamını büyük heyecanla bekliyoruz. Güzel ve güçlü kalemin için teşekkürler
kalemine saglık ince mizahını seviyorum beni güldürüyorsun çocuk
Yazılarını; seçtiğin ilginç konuları, esprili anlatımını ve sıcak üslubunu özlemişim sevgili Nihat Can kardeşim. Kalemine, yüreğine sağlık...