Belki bazı okurlar fark etmiştir, fark etmeyenler içinse ben söyleyeyim. TamgaTürk ilk kurulduğu günlerde sadece fikri yazılarım ile katkı sunmaya çalışıyordum ama daha sonra ilk göz ağrım olan hikâyeye de döndüm ve Pazartesi günleri hikâyelerim ile de okuyucu ile buluşmaya çalışıyorum. Bunların bir kısmı sevdaya dair iken, bir kısmı insanın iç dünyası ile alakalı. Tarih ile kısmen alakalı birkaç hikâye yazdı isem de tarihi hikâye tanımına uyabilecek bir hikâyeyi henüz kaleme alamadım. Bunda da tarihi bir hikâye yazmak istediğimde, yazmak istediğim dönem hakkında yeterli bilgiye sahip olmak, bu bilgiyi doğru süzmek ve hikâyede doğru bir şekilde yansıtmak arzumun etkisi oldu. Yani, hikâyemde herhangi bir yanlış unsuru, doğru gibi yansıtmak veya tarihin o kesitini okuyucuya olduğundan farklı aksettirmek korkusu beni bu konuda bir ölçüde kısıtladı.
Elbette, bu konuda eser veren yazarlar tarihi hikâyelerin tarihi gerçekler ile tam bir uyum içerisinde olmasının bir zaruret olmadığını söyleyeceklerdir. Bu konuda kendilerine bir noktaya kadar hak veriyorum. Hikâye veya romanlar, gerçeklerin kurguya dökülmüş hali olabileceği gibi tamamen kurgu da olabilir. Burada gerçeğin nerede bittiğini, kurgunun nerede başladığını anlamaya tam bir imkân yoktur. Bu tür hikâye ve romanların da tarihi aslına uygun şekilde anlatması bir zaruret değildir. Lakin bu eserler herhangi bir tarihi olayı, şahsiyeti veya dönemi anlatırken, tarihi gerçekleri tersyüz de edemez, etmemelidir. Yani devrin kendisi ile uyumlu adetleri, mekânları, kıyafetleri, ilişkileri başka bir zaman dilimindekiler ile karıştırmamalı; bir olayı tam tersi şekilde olmuş gibi yansıtarak okuyucuyu bu konuda yanlış yönlendirmekten imtina etmelidir. Burada “yazarın kurgusuna müdahale edilebilir mi” sorusu ortaya çıkabilir. Edilemez, fakat yazarın da okuyucuya karşı belirli bir sorumluluğu vardır çünkü tarihi hikâyeler her zaman okurun zihninde, bilginin genellikle doğru olduğu, olayın o şekilde gerçekleştiği algısına sebep olmaktadır. (Fantastik hikâyeler diye nitelendirebileceğimiz ve yeryüzünde herhangi bir devirde yaşamamış yaratıklar veya türler hakkındaki hikâye ve romanları ayırıyorum burada). Genellikle tarihi merak eden ama belgesel veya inceleme türündeki kitapların “sıkıcılığından” kaçan okurun ilk müracaat ettiği yer tarihi hikâyelerdir. Bu hikâyelerin akıcılığı içerisinde tarihi öğrenme arzusu, okuru özellikle son yıllarda yönlendiren ana unsur olmuştur. Özellikle Trt ekranlarında yayınlanan “Diriliş Ertuğrul” isimli diziden sonra bu döneme ve yine “Payitaht” adlı diziden sonra Sultan Abdülhamid dönemine bir ilginin olduğunu gördük. Bu da ardından, bu dönemlere yönelik kitapların birbiri ardına piyasaya sürülmesine ve insanların tarihi çoğu “hikâye / roman” şeklindeki bu kitaplardan öğrenme arzusuna sebep oldu. Fakat bu aynı zamanda, kurgu ile gerçeğin birbiri içine girmesine, gerçeğin değil kurgunun daha fazla alıcı bulmasına ve nihayet kurgunun gerçeğin yerine geçmesine sebebiyet verdi. Bir nevi, “galatı meşhur, lügati fasihten evla” hale geldi.
Birkaç yıl önce İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı ve TRT'de yayınlanan "Diriliş Ertuğrul" adlı dizinin tarih danışmanı Prof. Dr. Feridun Emecen, "Dizileri izleyenlerin tarih kitaplarına merakının da artmasını bekliyoruz. Bu dizileri izleyenler arasında yüzde 10'u bile tarihi merak edip sağlam kitaplar alıp okusa bizim için kardır” diye bir açıklama yaptı. Bugün, bu isteğinin veya öngörüsünün gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Fakat okuyucu “sağlam kitaplara” mı yöneldi yoksa hızlı ve tüketime yönelik, dizideki “kurguları” temel alan, alternatif tarih doğurmaya hevesli kitaplar mı basıldı ve okur tarafından tüketilmeye başlandı. İşte bu, asli soru ve sorundur.
Hikaye bağlamında ele alırsak, bugün, Tarık Buğra’nın, Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun, Ömer Seyfettin’in, Cengiz Dağcı’nın kitapları mı daha popülerdir yoksa içine bolca gizem ve kurgu serpilmiş, “diriliş, teşkilat-ı mahsusa, derin devlet” temalı ve kurgunun gerçeği tamamen boğduğu yayınlar mı? Gerçek tarih (belgelere ve kanıtlara dayanan), kurgular karşısında hak ettiği değeri bulabilmiş ve toplumda tarih bilgisi ve bilinci gerçekten yükselmiş midir? Yıllarını Türk ve Osmanlı tarihine hasreden akademisyenlerin kitapları bu kurgular kadar değer görmekte midir?
Diyeceksiniz ki bu hikâye yazarının asli meselesi değildir. Belki genel durum içerisinde değildir ama mevcut durum içerisinde olay bu minvaldedir. Gençlerimizin tarihe ilgi duyması kadar, tarihi hakikatleri kurguya boğdurmayan, çizgilerin daha net olduğu kitapların daha fazla okunması ve okutulması, bu alanda daha özenli eserlerin verilmesi bir zarurettir. Bu manada, Türk Milliyetçisi yazarlar daha öne çıkmalı, bu konuları bir yandan sevdirirken, diğer yandan da meselenin aslına gidecek yolları çizmelidir. Eldeki kalem, bu şekilde işlemeyecekse sadece bir oyalanma olacaktır. Kitap dolu, hakikat yüklü günler ancak böyle gelir.
Veysel Çıtlak