Bu yazının giriş cümlesini kaç kez yazdım ve sildim, doğru cümleyi bulmak adına kaç deneme yaptım emin değilim. Üçüncü günde nihayet doğru cümleyi bulamayacağıma kani olmuş olacağım ki bu arama çabasından vazgeçerek yazıya başlamaya karar verdim. Her ne kadar son günlerde bu konu üstüne farklı kişilerle, meselenin farklı boyutlarını konuşsak da hepsini bir araya getirip, doğru başlangıcı yapmayı başaramadım. Sanırım, konuşarak zihnimizi boşalttığımızda, yazıya geçiş kısmı biraz daha sıkıntılı oluyor. Zihin, söylenmiş veya duyulmuş olan her sözü birleştirmeye, süzmeye, tasnif etmeye ve nihayetinde bir manaya dönüştürmeye çalışıyor ama bunu yapacak mekanizmayı henüz tam olarak kuramamışsa bu durum anında bir kaosa dönüşebiliyor. Yine de bir yerden başlamayı başardım.
Hep olumlu olarak konuştuğumuz umudun, bir de bıçak sırtı bir tarafı var. Umut diyerek uzun süreli ve belki de hiç gerçekleşmeyecek beklentilere kapıldığımızda, aslında onun bir nevi pranga görevi üstlenmesine izin veriyoruz. Bize hep olmazsa olmayacağı söylenen ve motivasyon cümlelerinde hayal kurmakla birlikte dile getirilen bu duygu, bu tatlı özelliği sayesinde bizi kendine çekiyor ve bağlıyor. Bu ise bizim şahsi tercihlerimizden ziyade içinde bulunduğumuz durum, gelişen şartlar ve toplum yapısı gibi unsurlardan besleniyor. Bireysel temelde elbette iyi bir yaşam, daha iyi imkânlar gibi hayallerin getirdiği umut bizi gelecek adına ileri hamle yapmaya teşvik etse de algı yönetimi olarak sunulan umut da bizi aynı derecede yerimize sabitliyor ve adım atmamızı engelliyor. Bir nevi özetlemek gerekirse şahsi olarak belirlediğimiz küçük umutlar ve buna bağlı adımlar bizi büyütmeye muktedir olsa da çevreden bize doğru verilen umutlar da bizi aynı derecede zapturapt altına alabiliyor. Bu, görünmez bir pranga görevini ifa ediyor ama ağzımızdaki bir parmak balın verdiği tatla, o yeri terk de edemiyoruz.
Muhtemelen buraya kadarki kısım biraz girift ve dolambaçlı oldu ki böyle düşünüyorsanız da haklısınız. Toparlayalım o halde. Mesela, belirli bir yaşa geldiğimizde üzerimizde oluşan toplumsal baskı bizi bir iş bulmaya itiyor. Özellikle bir toplumsal baskıya da gerek yok elbette. İçsel başarı isteğimiz de bizi bu yönde motive ediyor. Tam bu noktada işte “umut” faktörünü görüyoruz. Biz “x” işine girmek veya bu alanda bir iş kurmak istiyoruz fakat toplum tarafından “y” işinin daha karlı olduğu, önünün açık olduğu, bu alanda “yürümenin” daha kolay olduğu söyleniyor ve bu yönde telkinlerde bulunuluyor. Yani birinci motivasyon öğesi olarak “yürümek (maddi olarak büyümek)” sunuluyor. Yetmiyor, bu alanda çalıştığımızda “destekleneceğimiz” de buna ekleniyor ve ikinci motivasyon öğesi olarak da bu “destek sözü” önümüze konuluyor. Güvenli limanını terk etmek istemeyenlerimiz için bu umut, diğer hayallerden daha baskın geliyor ve bu alanda bir yola çıkıyoruz. (Bunu sadece iş olarak değil, sosyal hayat, siyaset vb. olarak da düşünebiliriz) Umut bizi hayallerimizden koparıyor ve başka bir limana demirliyor. Açık deniz hayallerimizi, erteliyoruz. Terk ediyoruz demiyorum çünkü insanın hayallerini tamamen terk etmesi için ya kişinin ölmesi ya da kurulan hayallerin yeniden düzenlenmesi (kişisel değişimlere bağlı olarak) gerektiğine inanıyorum. Bu erteleme süreci işte bizim ağzımıza çalınan o bir parmak bal etkisi oluyor. Harekete geçmek yerine, harekete geçecek uygun zamanı bekliyoruz. Oysa pek çoğumuz o uygun zamanın ne zaman olduğunu, bunu nasıl tayin edeceğini dahi bilmiyoruz. Neticede de umudu bizlere sunanlar, doğru zamanı da onların belirleyeceği fikrini bize benimsetiyorlar ve bizi kendilerinin yönlendirdiği bir umudun içine hapsediyorlar.
Gençlerin hayattan beklentilerinin temelinde iyi bir yaşam, iyi imkânlar, farklı kaynaklara kolay erişim, ihtiyaçlar hiyerarşisinde bir basamak üste çıkmak gibi temel unsurlar bulunabilir. Bu temel bir düzlem ama yetişilen çevre, kaynaklara ulaşma, bağımsız hareket edebilme, özgür düşünme gibi pek çok aktör bu durumu etkiliyor. Maddi olarak zorluk çekmiş bir gencin ekonomik bağımsızlık kazanması onun için bir merhale iken ekonomik güce sahip bir genç için bu merhale hayallerindeki tatili yapmak olabilir. 15 yaşındaki bir genç için ise ihtiyaç, internete bağlanabilmek için yeterli internet paketi, şık elbiseler, arkadaşları ile gezip tozmak olabilir. Bunların hiçbirinin doğal olmadığını iddia edemeyeceğimiz gibi 17-18 yaşındaki bir gence de “uluslararası jeopolitik” alanında fikir sunmuyor diye bühtan etmek, haksızlık olur. Netice itibariyle herkes, kendine göre bir sıra belirlemekte ve bu sırada ilerlemeye çabalamaktadır. Bizler ise bu olağan durumu, gençler söz konusu olunca olağanüstü bir şey gibi görmeye meylediyoruz. Sonra birkaç ekabir çıkıp diyor ki “Hayır, siz 50-60 sene önceki meseleleri tartışacaksınız”, “1985’te olan falan olayı konuşacaksınız”, “1995’te gerçekleşen falan hadise hakkında fikir beyan edeceksiniz”, “Biz geçmişte bazı insanlara yeterince saldırmadık, siz daha fazla saldıracaksınız”. İyi de neden? Sizin onlara çizdiğiniz, bunları yaparlarsa ve bu “sorunları” çözerlerse her şeyin çok daha iyi olacağını ve kemale ereceklerini vaat eden “umudunuz” yüzünden mi? Gençlerden beklentimiz bu mu?
Dünyadaki teknolojik gelişmeler, gelişen ve değişen ilgi alanları, maddi ve manevi olarak yaşadıkları boşluk / hoşluk hisleri, birbirleri ile konuşma ve birbirlerini tanıma ihtiyaçları sizlerin / bizlerin bu geçmiş meselelerinden daha mı az önemli? Gençlere her gün bir gömlek biçiyoruz ama bizim “seneye de giyeriz” diye aldığımız gömlekleri bakalım onlar beğenecek mi? Yoksa mevcut şartlar içerisinde onların görevi beğenmek veya tercih etmek değil de benimsemek ve uygulamak mı? İyi de hangi umudu benimseyecekler? Geçmişin hesaplaşmasını yapmak üstüne olanı mı yoksa geleceği inşa edebilmek adına olanı mı? Kendi kurdukları cümleleri mi dillendirecekler yoksa bizim sunduğumuz “seçmeli” soruları cevaplayarak, bir yere varacaklarını mı umut edecekler? Bizim sunduğumuz umutlara onları hapis mi edeceğiz?
Milli ve manevi hassasiyetler konusunda beylik sözlerimiz var ama gençlerin dünyasında geçim derdi, hayattan beklenti, umut eksikliği gibi konuları çözmeye bizim bu sözlerimiz ne kadar katkı sunuyor, bunu konuşmaktan imtina ediyoruz. Sembollerin eline düşmüş gençleri bu sembollerin elinden kurtarıp, gerçek bir kimlik inşası için fikri ve irfanı hür bir yolu bulabilmeleri için mi çabalıyoruz yoksa tek derdimiz onlara kendi sembollerimizi sunmak mı? Biraz da bunu düşünelim….
Gençleri hiç olmayacak “umut” cümleleri ile bekletip, Türk milleti için mücadele edebilecekleri yıllarını çalmayalım. Fikirlerini ifade ettiklerinde elbette tartışalım ama bu fikirleri boğmak için amansız bir kavgaya girmeyelim. Bu halde kimse kazanmıyor.
Gördük ve maalesef göreceğiz.
Veysel Çıtlak