Zeki bir adam vaktiyle Borsa’da dönen işleri gözlemlemiş ve Borsa oyunlarının herkesi eşit kılmakla ölüme çok benzediğini söylemişti.
Joseph de la Vega
Küçük mülkiyetin ve demokrasinin sağlıklı bir millet yaşantısı için faydalı olduğunu ve bu nedenle milliyetçiliğin savunması gereken değerler olduğunu epey uzun zamandır belirtirim. Seküler Milliyetçilik kitabımda da bunun gerekçelerini detaylandırarak işledim.
Fakat milliyetçiliğin ekonomik modelinin ne olması gerektiği ne benim kitabımda müstakil bir mesele olarak ele alınıp neticeye bağlandı, ne milliyetçi aydınlar ve kamuoyu nezdinde uzlaşılmış bir cevabı var. Benim katıksız (ve karşı çıkanları aşağılayan bir üslupla) bir şekilde kapitalizm taraftarı olduğum doğrudur. Kitabımda Röpke’nin önerilerinin kıymetine işaret etmiş ve ekonomik sistemin “tahrik ve tahdit edici” mekanizmalarının işler tutulması gerektiğini söylemiştim. Röpke bunun için bir saat örneği veriyor; saatin kurulan yayı tahrik edici mekanizma, o tahriki düzenli bir kadran hareketine dönüştüren çarklar ise tahdit edici mekanizmalardır.
Ekonomik mekanizmalar sosyal dokuyu, rejimi hatta kültürü etkilerler, evet. Fakat herhangi bir sorunun salt ekonomik mekanizmaya endekslenerek incelenmesi ve çözülmeye kalkılmasına itirazım var. Hem, ekonomik mekanizmanın kendisi de başka faktörlerin sonucudur ve o faktörler ekonomiden bağımsız olarak ekonomiyle ilişkilendirilen sorunları etkiliyor olabilirler. Bu bakımdan sanırım asla Marksist olamayacağım.
Fakat, söylediğim gibi, milliyetçiliğin tasvip edeceği ekonomik modeli tespit ederken hala konuşmamız gereken meseleler var. “Milliyetçi ekonomi” olur mu, bence olmaz. Fakat milliyetçiliğin temel ilkesini millete faydalı olmak diyerek tespit ettiysek (ki ben kitabımda bunu öneriyorum) faydalı ekonomik modeli tespit etmemiz gerekir. Üstelik bu fayda zamana ve mekana göre değişebilir; kalkınmakta olan bir ülkeye önerilecek modelle kalkınmış bir ülkeye önerilecek model başkadır. Dünyanın geri kalanının ekonomik manzarası da doğru çözümün tanımını değiştirecektir.
Değerli dostum Ömer Faruk Engin’le kaleme aldığımız Eşitsizlik: İşçi Arıların Dünyasına Doğru dosyasında, doğaya içkin eşitsizliğin kategorik olarak kötü bir şey olmadığını ve fakat, bu eşitsizliğin yarattığı çeşitliliği baskılayacak bir dominant asimetrinin kötü olduğunu söylemiştik. Başka bir deyişle inovasyon yapabilen ve risk alan birinin fazla para kazanması doğrudur, çocuğuna bırakabilmesi de bunu yapması için teşviktir. Ancak o çocuğun biriken sermayesiyle yeni inovasyonculara duvar örebilmesi kötüdür.
Bunları dikkate aldığımızda, diyebiliriz ki, ilk planda sosyalizm ya da ona benzeyen modeller milliyetçiliğe daha uygun gibi görünür ancak temel bir hususu ıskalar: Millete fayda sağlamak. Milletin azalarına mülkiyet hakkı vermeyip, milletin tamamını mülkün sahibi addetmek tatlı görünse de acı sonuçlar verecektir – evvela bireyin olmadığı yerde milletin var olması tek başına iyi bir şey değildir. Bütün ideolojiler son tahlilde soyut konseptlerin değil, somut insanların iyiliğini hedeflemelidirler, en azından benim ahlaki çerçeveme göre böyle yapmayan ideolojilerin peşinden gitmek için bir sebep yoktur. Özel mülkiyetin olmadığı yerde inovasyon olması için bir gerekçe olmaz, doğal ve faydalı eşitsizliklerin tahrik edici kuvvetini kullanamayız ve nihayet, uluslararası rekabet sayesinde uzaya insan gönderebilen fakat sıradan insanının hayatını kolaylaştırabilecek sistem kuramayan Sovyetler gibi, hakikatin karşısında dağılırız.
Ancak nasıl bir çözüm bulmalı ki, milletin azaları milletin toplam varlığının sağladığı güvenlik, istikrar gibi sonuçlardan faydalanırken kalıcı ve irsi segmentlere hapsedilmesinler? Bir başka husus da şudur: Milletlerin zaman zaman kısa vadede ve bireyi ilgilendiren faydası açıklanamayacak yahut var olmayan operasyonlar yapmaları gerekebilir. Söz gelimi, Türkiye’nin Kore’ye asker göndermesi gerekmektedir. Fakat pekala bireyler “neden?” diye sorabilirler, “neden çocuklarımızı hiçbir fayda sağlamayacağımız ve bizden uzaktaki bir savaşa gönderelim?” Bu sorunun cevabı uzun vadeli faydalara dayanır, ancak o uzun vadeli faydalar görünür olmadığından çok kolay sorgulanırlar ve eğer art niyetli bir propaganda da varsa, milletin gözünden düşürülebilirler. Yine, ortalama bir Amerikalı “Dev silah sanayii para kazanacak diye neden falanca ülkede operasyon yapalım?” diye sorabilir. Bu sorular “doğru” olmamakla birlikte haklı sorulardır.
Uzun vadeli fayda söz konusu olduğunda bu fayda aracılar üzerinden devşirilir. Söz gelimi bir ülkenin askeriyesine yatırım yapması, o an bir savaş yoksa absürt görünebilir. Fakat uzun dönemde iyi işleyen bir askeri sanayiinin olması o ülke için hayati bir rol oynayabilir. Bu sanayi kompleksinin zenginleşmesi aynı zamanda teknolojinin ilerlemesi, istihdamın artması, ekonomik hacmin büyümesi anlamına da gelecektir. Son tahlilde bunun sıradan bireye de faydası vardır, ancak fayda aracı üzerinden devşirilmiştir.
Bazen, hastalıklı rejimlerde, aracı ile asıl aktör yani vatandaş arasındaki bağlantı kopar. Mesela devlet, yalnızca devlet olduğu için ululanmaya başlar; devletli millet olma tasavvuru ve faydası, yalnız o gücü elinde bulunduran bir bürokrat sınıfını besler. Vatandaşa akan fayda, paralel hat çekerek akımı kendisine yönlendiren bir devre tarafından sömürülmektedir. Şirketlerin obezleşmesi de böyledir – hele yeni finansal dünyanın hiçbir şekilde yatırıma, istihdama, inovasyona dönüşmeyen, bunu finanse etmeyen araçları, yalnız paradan para yaratarak zengini zenginleştirme işlevi üstlenmişken, milliyetçiliğin gündeme alması gereken bir mesele budur. Sosyalizmi taklit bir çıkmaz yol ise, Röpke’nin ümit ettiği şekilde tahdit ve faydaları optimize edilmiş bir milliyetçilik nasıl mümkün?
Borsa konsepti, kanaatimce, modern dünyada ve modern toplum-devlet-ekonomi üçgeninde milliyetçiliğin çelişkisiz bir şekilde işleyebilmesi için çok önemli bir aracıdır. “Büyük şirketler kar etsin diye neden ölelim?” diye haklı sorular, büyük şirketlerin sıradan insana fayda sağlayabilmesi halinde anlamsızlaşır. Hem piyasa ekonomisinin, hem şirketlerin faydalı hale gelmesi, yalnız istihdam yaratması ve üretilen asıl değerin çok azına tekabül eden maaş vermesi ile değil, karını sağlıklı bir şekilde dağıtması ile mümkündür. Bu kar, sosyalist meyillerle zaruri ve “eşit” dağıtımla gerçekleşirse, işlevini yerine getiremeyecektir. Ancak belli bir büyüklüğü aşan şirketlerin borsaya açılma zorunluluğu olur, borsa işleyişi ve şeffaflığıyla küçük yatırımcıları çekebilir ve sosyal güvenlik mekanizmalarıyla iç içe geçerse, çelişkiler ortadan kalkacak ve faydalar doğru aracılarla doğru hedefe yönlendirilebilecektir.
Vatandaşın demokratik güçle donanması, ona devletin mutasavver varlığından bir hisse vermek gibidir, hissesi kadar söz hakkı vardır. Bu, büyük kriz anlarında “ortak değer” üzerinden örgütlenebilmenin yolunu açtığı gibi, fetihler yapıp ganimetler toplayarak “daha fazla ırmak, daha fazla orman”ın faydasını milletine devşiren monarkların tesadüfi varlığının ortadan kalktığı, faydayı kendine yönlendiren monark ve oligarkların ortaya çıktığı senaryoları engeller. Joseph de la Vega’nın büyük gemilere küçük insanları ortak edebilmesiyle övdüğü borsa, rejim ve kamusal alan bahsinde demokratik sistemin üstlendiği işlevi ekonomik düzlemde üstleniyor.
Türkiye’de mevcut kriz iki nedenden borsaya ilgiyi artırdı: Şirketler finansal kaynak bulamadıklarından borsaya açılıyorlar ve likit sağlıyorlar ki, bu nedenleri açısından değilse de sonuçları açısından olumludur. Aynı zamanda küçük yatırımcı yüksek enflasyon ortamında parasını değerlendirebileceği bir seçenek olarak gördü ve borsaya yöneldi. Gün aşırı halka arz oluyor ve rekor katılım gerçekleşiyor. Her ne kadar finansal okur yazarlığın düşük olmasından ötürü geçici sıkıntılar baş gösterse de, uzun vadede bu ülkemiz için iyidir. Türk milliyetçileri şimdiden düzgün işleyen bir borsanın (de la Vega’dan beri bu borsanın tarifinde temettü mekanizması temel oluyor) ve rekabet, anti-tekel kanunlarının esaslarını çalışması gerekiyor. Globalleştiren büyük kapitalizme karşı, Hollanda’yı Osmanlı’yı geride bırakan dev bir dünya gücüne çeviren, küçük mülkiyeti organize edebilen ve vatandaştan hissedar yaratan kapitalizmi kurmak Türk milliyetçiliğinin görevidir.
Bahadırhan Dinçaslan
Kapitalizm gözüme hiç bu kadar hoş görünmemişti.