Tarih ve mitoloji, düşmanın iğrençlikleri, tuhaflıkları ve vahşilikleriyle doludur. Her kültür düşmanına olur olmadık kötülükler isnat eder: Taberi’de genital kıllarını uzatıp örenleri görürüz, Movses Kaghankatvatsi Tong Yabgu’nun Türklerinin ölü kadınların memelerinden kan emdiğini söyler – Ortaçağ’ın piramidal sınıflı yapısından ve aristokrat üstünlüğünden rahatsız olup karşı propaganda yapanlar da, aristokratların “ilk gece” uygulaması getirdiğini anlatırlar. Şüphesiz örnekler çoğaltılabilir, fakat bir örüntü durmadan tekrar eder: Öteki, hele düşmansa, tuhaflıkla başlar, iğrençleşir ve en son kolektif muhayyilede vahşi olarak kodlanır.
Bu evrensel denebilecek meylin hedefleri, kültürü yaratan toplumun düşmanlarına göre değişir; Türklerin vahşiliklerinden söz eden Araplar yerini Türkleri öven Araplara bırakabilir, mesela. Yıkanmayan Frenklerin ülkesi, bir süre sonra Türkler için özenilen bir yere dönüşebilir. Fakat durmaksızın ve evrensel olarak hedefte olan bir toplum var: Yahudiler. Dünyaya dağılmış olarak yaşadıklarından ve bir sonraki paragrafta zikredeceğimiz nedenlerden ötürü hep hedeftedirler; komşu kültürler aralarında çatışmalar olsa bile, bu yüzden Yahudi düşmanlığında birleşebilirler.
Pekala Yahudiler neden böyledir? Yahudilerin toprak edinmesi birçok bölgede yasayla engellenmiştir – toprağın zenginlik ve geçim anlamına geldiği çağlarda bu ölüm fermanıdır. Fakat Yahudiler bu sorunun üstesinden tüccar, zanaatkar ve “mühendis” olmakla gelmişlerdir. Mühendis ifadesini kasten kullandım zira “bilim öncesi” dönemde bilim insanı olmalarından bahsedilemez, fakat çağlarının kusurlu da olsa irfandan süzülen bilgisini derlemiş ve doktorluk başta olmak üzere tatbik etmişlerdir. Son günlerde yeniden dolaşıma giren “Mayasız ayini” iftirası, Yahudilerin bu tarihi özellik ve işlevlerinden bağımsız değil. İçinde yaşadıkları topluma uyum sağlasalar bile ayrıksı duran, dayanışma pratikleri geliştirmek zorunda kalan ve zengin olmak mecburiyetindeki bu kitle, yalnız mayasız ayini değil, çeşitli iftiralara uğramışlar, isnatlarla uğraşmışlardır. Diğer kültürlere dair önyargılar kırılırken Yahudilere dair önyargının kırılmaması ilginç – bugün mesela zencilerin hayvandan bir nebze akıllı insan-öncesi varlıklar olduğuna inanmıyoruz. Fakat okumuş yazmış insanlar dahi Yahudilere dair türetilen mitoslara inanmaya devam ediyor.
Önyargı ve mitosların devamlılığının nedeni başka bir yazı konusu. Fakat “mayasız ayini” iftirasının nasıl doğduğuna dair düşünmek, tarih ve mitolojiye meraklı birisi için cazip bir iş. Eldeki malzeme, Yahudilerin doktorluğunun, “öteki”ye duyulan düşmanlık ve düşmana şeytanlaştırmaya dair evrensel meyil nedeniyle “mayasız ayini” iftirasına yol açtığını düşündürüyor. Şimdi eldeki malzemeye tek tek bakalım:
Evvela, bir “kan laneti” Yahudilerin üstündedir. İsa, bilindiği üzre (ve inanışa göre) Sanhedrin mahkemesinde yargılanmıştır, yani Yahudi mahkemesi. Roma’nın mümessili Pontus Pilate, iç işlerinde özerk olan Yahudi cemaatinin yargısını “infaz” etmeye yetkili makamdadır. İsa’nın masum olduğuna inanır ve cemaati ikna etmeye çalışır, fakat çabaları nafile kalır. Nihayet kalabalığa seslenir: “Bu adamın kanı benim üzerimde değildir.” Kalabalık cevap verir: “Kanı bizim ve neslimizin üzerinde olsun!” Buradan hareketle, “kan” ve “Yahudi” kavramlarının bir araya getirilmesi kaçınılmaz gibi, bütün Hıristiyan coğrafyasının imgelerini belirleyen kitapta böyle bir sahne varsa, “Yahudi ve kan” Hıristiyanların zihninde ilişkili konseptler halini alacaktır.
Kan, bilindiği üzere, İbrani gelenekte “ruh”u taşır. Hemen her kültürde kan kutsaldır – Türkler kutsal insan ve hayvanların kanını akıtmazlar. Heterodoks Yahudilerin sünnet kanını kutsal kabul edip tılsım yaptığı çağlar olmuştur. Yüce varlıklar için kan akıtılır – Galen’in ve Hipokrat’ın algısında kan insanın temel “esans”larındandır. Her ne kadar doğrudan Tevrat’ta kan yemek yasaklansa da, özellikle bizdeki tasavvufa benzer mistik Yahudi kültüründe kan bir “kutsal” sıvı olarak koruma tılsımları ve şifa uygulamalarında kendine yer bulur.
Sonra, Yahudilerin erkeklerinin dahi adet gördüğü inanışı yeşerir. Bu inanışın birkaç veçhesi var. İlki, Yahudilerin Hıristiyan düşüncü dünyasında “müennes” yani kadın kabul edilmesidir. Yahudiler kadındır, çünkü Yahudi aynı kadın gibi insan görünümlü fakat doğuştan sorunlu/kusurlu/günahkardır. Ortaçağ’dan çok sonraki dönemlerde bile Yahudi erkeklerin adet gördüğüne dair inanışın devam ettiğini görüyoruz – bunun nasıl olduğuna dair kaynaklar uzlaşamasa da, genellikle İsa’nın kanının akıtılmasında oynadıkları rol nedeniyle lanetlendiği konusunda hemfikir gibidirler ki bu da bu işin önemli bir veçhesi. Bu yüzden Yahudiler durmaksızın kan eksikliği çekerler.
Yukarıda bahsettiğimiz gibi, Yahudiler doktorluk ederler ki buna biraz da mecbur kalmışlardır. Epey karlı da bir iş olduğundan, bilim öncesi dönemin tıbbına katkı da sunmuşlardır: Ortadoğu, Yunan ve Avrupa uygulamaları, Yahudi doktorlar elinde birleşmiş ve gelişmiştir. Literatür, Yahudi doktorların tek bir kitabı edinebilmek için uzun yıllar uğraştığı örneklerle dolu. Fakat bu karlılık tepki çekmelerini de beraberinde getirmiş. Özellikle Ortadoğu coğrafyasından, Yunan geleneğine de uyumlu hale sokarak getirdikleri “kanatma-hacamat” uygulaması, Yahudi doktorların “fiziken kanattığı gibi, maddi anlamda soyarak insanların kanını emmek”le suçlanmasına neden olmuş. Evet, bir tedavi yöntemi olarak kan akıtma, Ortaçağ tıbbının en önemli ve yaygın uygulamasıdır ve yayan, tanıtan, uygulayan ciddi bir ekseriyetle Yahudi doktorlardır.
Şimdi düşünelim: Halihazırda kuşkuyla bakılan Yahudi doktorlar var ve en sık tatbik ettikleri uygulama, kan akıtmaya dayalı. Üstelik dinimiz onların “kanının lanetlendiği”ni buyuruyor; dinimizce ve kültürümüzce kan kutsal, halk inanışımıza göre de Yahudiler kadın erkek fark etmeksizin adet görüp kansızlık çekiyorlar. Yahudilere saldırmak isteyen bir güruhun “bunlar kanımızı çalıyor”, “bunlar kanımızı içiyor”, “bunlar çocuklarımızın kanını döküp ekmeğe katıp yiyor!” demesi zor mudur? Girişteki örnekleri hatırlayın, insan düşmanına iftira atmak istemeyegörsün, her türlü yaratıcı ve fantastik hikayeyi gerçekmişçesine anlatabilir. Üstelik Yahudiler tek bir yerde değildirler; Trent’te Simon isimli bir çocuğun kaybolması onlara mâl edilip oradaki Yahudi cemaatinden kurtulduğunuzda, komşu ülkede fırsat kollayan insanlar aynı hikayeyi kullanabilir, hatta türetip yerelleştirebilir. Alman İmparatorlarından Türk Padişahlara ve hatta Papalara varana dek aklı başında otoriteler “böyle bir şey olmadı” deseler bile, bir kere ortadan kaldırmayı kafaya koyduğun biri yahut birilerinin “çocuk kaçırıp kanını emen” biri olarak algılanması, öyle algılanmamasından iyidir. Japonların askerlerine “Amerikalıların eline düşerseniz sizi şöyle böyle yaparlar” diye anlattığı hikayeleri hatırlayın – teslim olmak yerine zayiat verdirerek ölümüne savaşmalarında etkili olmuştu. Hasbelkader teslim olanlarsa şok yaşamışlardı.
Tarih boyunca tuhaf tarikatler, mistik akımlar var oldu. Mesela bizim Şamanist atalarımız eşcinsel meyil gösterenleri Şaman yapıyorlardı. İnsan kurban eden, kan içen, tuhaf yahut iğrenç ritüeller yapan akımlar da var oldular ve olacaklar. İşlenen bir cinayette şüphe çekecek emareler varsa bunun dikkate alınmasında da hiçbir beis yok. Fakat tarihin bir döneminde, eski çağlarda yaygın olduğu üzere “düşmanı şeytanlaştırmak” maksatlı ortaya çıkan bir komplo teorisini kullanmak, cinayet soruşturmasını baltalamanın yanında, modern ahlaka göre terbiyesizlik, modern hukuka göre de suçtur. Üstelik bu teoriyi mahkemenin gündemine kendi elinle sokup, sonra “ne yapayım kardeşim, mahkemenin değerlendirdiği senaryolardan biri” diye güya mahkemece ciddiye alınacak bir tarihi gerçek gibi sunup, “olur mu öyle şey!” diyen gazeteciye de bilmiş bir ifadeyle “tabii, var.” diye kafa sallamak, antisemitizmdir. Türkiye’de “Türkiyelilik” zırvaları rağbet görürken kendine “Türk Musevileri” diyen dostlarımızı savunmak da bizim borcumuzdur.
Savununca “Sen de mi Yahudisin!” diye saldıranları Türk milliyetçiliğinden dışlamak da, bu kadar geri zekalı bir yığının Türk milliyetçisi olmayı bırak, Türk olması dahi ciddi bir beka sorunu yarattığından, öncelikli vazifemizdir.
Bahadırhan Dinçaslan
*Referanslar yazının okunurluğunu epey azalttığı için faydalanılan kaynakları yazının sonuna ekliyorum. Yazının kapsamının ötesinde, epey ilgi çekici bir okuma listesi olabilir.
Phillip A. Cole, The Myth of Evil: Demonizing the Enemy
Francesca Matteoni, The Jew, the Blood and the Body in Late Medieval and Early Modern Europe
Cecil Roth, The Qualification of Jewish Physicians in the Middle Ages
John M. Efron, Medicine and the German Jews
Liakat Ali Parapia, History of bloodletting by phlebotomy
Her ne kadar Yahudiler ilk hedef olsa da, muhtemelen 2. hedef onların kuzeni Araplar, eğer Edirne ötesine geçilebilse Türkler de hedef olabilecekti, yani esmer Türklere, Araplara... bir iltimas olmaz idi. Ki birçok Alman bile bu hastalıklı ırkçı tanıma uymuyor. O yüzden bu soykırımı hafife alıcı bir şey söylemek ve alay etmek, dehşetin vehametinin farkında olmamak demektir. (Yazı burada bitti.) Hiçbir değişiklik veya ekleme yapmak istemedim, anlık spontane hislerimi not defterime kaydetmiştim, olduğu gibi paylaştım. Muhakkak eksiği gediği vardır. Şahsi kanaatimce, kurallara uymaktan gündelik yaşamda bir başkasından duyduğumuz fikri, onu referans gösterip ahlaki davranarak, paylaşmaya kadar etki alanımızda karakterli bir ortam oluşturmalıyız. Namık Kemal'in idealist tarafı hep ilgimi çekmiştir. Evet, herkesin vaktinin çocuğudur, ancak değerlere ve prensiplere bağlılık her zaman saygı uyandırır. Ve Seneca'nın tabiri ile iyi bir insan isek gerçekten kazanmışızdır... (6. Yorum)
Şunun da unutulmaması gerekir ki, Konrad Adenauer gibi ilk günden beri Nazi ideolojisine karşı Almanlar var idi. 1933'te Köln'de belediye başkanının da üstünde(Lord Mayor idi galiba?) bir pozisyonda iken, Nazilerin iktidara gelmesi sonra Nazi bayraklarının kamu kurumlarına asılmasına karşı çıktı. Görevden alındı. Muhafazakar bir Katolik idi ve Köln dışında tenha bir yere çekildi, bir papa ve bazı Hristiyan din adamlarının yazdıkları siyaset felsefesi, hatırat tipi kitaplar okudu. Savaş sonrası prensipli tutumu ile Hristiyan Demokrat Parti'nin(CDU) ideolojisini tesis eden kurucu lider ve başbakan oldu. Nazilerin yaptığı soykırımın temelinde, H.Himmler gibi Hristiyanlık dışı ezoterik şeylere(Thule G.) inanan kişilerin, sarı saçlı, uzun kafalı, renkli veya gri gözlü ırkın üstün olduğu ve diğerlerinin kötülüğün kaynağı olduğu inancı yatıyor. (5. Yorum)
Maalesef Avrupa'da ise Yahudiler Judengasse adı verilen gettolarda yaşıyorlar, hepsinde işaret de var. Kırmızı şerit konulan gettoda yaşayan meşhur ailenin soyadı kırmızı şerit manasında Rotschild oluyor. Sultan II.Bayezid döneminde de İspanya'da zulme uğrayan çok sayıda Yahudi, Osmanlı topraklarına sığınıyor, birçoğu Selanik ve diğer ticaretin de aktif olduğu şehre yerleştiriliyor. Sultan I.Süleyman(Kanuni) döneminde Blood Libel, yani o iftira olan husus sultanın yayınladığı fermanla yalanlanıyor. Yine Sultan I. Abdülmecid döneminde Rum Ortodoks bazı kimselerin, Rodos'ta -Yunan konsolosunun kendisi dahil- Yahudilere saldırması sonrası Osmanlı duruma el koyuyor, saldırılan Yahudileri, saldıran Rumlara karşı korumada zaaf gösteren Yusuf Paşa görevden alınıyor. (3. Yorum)
"Irkçı Bir Önyargı" İbraniler, Avrupa'da memur olamayıp ve birçok mesleği yapmaları yasaklı olduğu için ticaretle iştigal ediyorlar, içlerinden büyük sermaye sahipleri çıkıyor. Bu sefer kendilerinden borç isteniyor, hatta İngiliz kraliyet ailesi dahi. Ancak borçlular borçlarını ödeyemeyeceklerini anlayınca alacaklıları, yani borçlarını yok etmek için Hamursuz Bayramı'nda hristiyan çocukların kanının kullanıldığı iftirasını yayıyorlar. Dini bir saikle değil, tamamen dünyevi bir amaçla, çok sayıda Yahudi öldürülüyor 12. asırda(Bkz. Norwich Olayı , Blood Libel) Avrupa'da sonraki asırlarda maalesef insanca muamele görmüyorlar. Sultan II.Mehmet(Fatih) dönemi Osmanlı Yahudilerinin, Avrupa'da yaşayan yakınlarına yazdikları mektuplarda din, vicdan, mal ve can hak ve hürriyetlerinin gayet iyi durumda olduğunu ifade eden sözleri var, Avrupadaki yakınlarını Osmanlı topraklarina davet ediyorlar. (2. Yorum)
Bahadırhan Bey, önemli bir konuya dikkat çektiğiniz için hususen teşekkür ederim. Kendim de naçizane 14 Ağustos'ta bir yazı yazıp not defterime kaydetmiştim, müsaadenizle burada paylaşmak isterim. Ancak şunu peşinen söylemek isterim; hayatta en önemli şeylerden biri karakterdir. O yüzden karaktersizlik ve bir değerlere sahip olmama mücadele edilmesi gereken bir şeydir. Vatan ve millet sevgisi duygusal tarafı ve tarafgir yönü olan bir şey olmakla beraber bizim nesillerimiz kurumsallık, hesap verilebilirlik ve şeffalık, denetim&dengeyi de istiyor. Bu ikisi çelişir gözükebilirse de, herkes meşrebince takdire razı olursa; yani İbn Ataullah veya İbn Arabi meşrepli Marifet/irfan temelli bir sufi veya Epiktetus, Seneca ve M. Aurelius okuyan bir Stoacı kaderi kabul ederek hareket etmeli. Yani ideolojimiz bizim zayıf karnımız olmamalı, birilerini kayırmamalıyız. Önce karakter... Affedersiniz, karakter sınırından ötürü o yazımı birkaç yoruma böleceğim eğer bir mahzuru yoksa, buyrunuz: (1. yorum)
Yazı güzel. Öte yandan şu tez tartışmalı: "Yahudilerin toprak edinmesi birçok bölgede yasayla engellenmiştir – toprağın zenginlik ve geçim anlamına geldiği çağlarda bu ölüm fermanıdır. Fakat Yahudiler bu sorunun üstesinden tüccar, zanaatkar ve “mühendis” olmakla gelmişlerdi." 2012 yılında Ulusal Yahudi Kitap Ödülü'nü alan Zvi Eckstein and Maristella Botticini, "The Chosen Few" adlı kitaplarında, Yahudi başarısını Yahudiliğin eğitimi zorunlu kılınmasını, haliyle eğitimle ilgilenmeyen veya eğitimi karşılayamayan insanların Yahudilikten dönmesini, Yahudilerin eğitimli bir halk olmasının sebebi olarak gösteriyorlar. Yazarlara göre Yahudilerin bu mesleklerde yoğunlaşmasının sebebi de basitçe bu ballı meslekleri yapabilmeleri.