Toprağın mirasla bölüşümü tarih boyunca insanoğlunun en önemli meselelerinden biri oldu. Tarım toplumuna geçilmeden önce insanların alt soylarına bıraktıkları en kıymetli hazine, genleriydi. İyi bir avcının, estetik açıdan albenisi yüksek birinin, falanca hastalığa bağışıklığı olan yahut filanca tanrılar tarafından kutsandığına inanılan bir atanın soyundan gelmek önemliydi. Fakat bu önem, sonraki dönemde üzerinde çalışılmış, rakip ve düşmanlardan korunmuş, verimli hale getirilmiş bir toprağı tevarüs etmek anlamına gelen miras müessesi kadar güçlü ve belirleyici miydi? Zannetmiyorum.
Marvin Harris başta olmak üzere birçok düşünür, toprağın sahipliği ve yönetimi hususunda ilkesel belirleyicilerin en önemlisinin sulama usulü olduğunu söylüyor. Buna göre, ırmaklardan su kanalları açarak toprak tarımı yapabilen toplumlarda kolektivist-ilkel sosyalist meyiller görülüyor. Zira bu operasyon ancak geniş kitlelerin organize edilmesiyle mümkün, organizasyonu yapan “devlet”, işçilerin toprak tarımında doğrudan çalışsın çalışmasın, organizasyona dahil oldukları sürece beslenebilmelerini temin ediyor. Fakat diğer yandan da iktidarın mutlak surette devletin tepesinde olmasını sağlıyor – toprağın sahipliği açısından da, özel mülkiyet mümkün olsa bile kolektif mülkiyet çok daha güçlü. Zira babanızdan toprak devralsanız bile, devlet imkanları / kolektif organizasyon olmadan oradan verim elde etmeniz mümkün değil.
Bol yağmur alıp tarım yapabilen toplumlarda ise daha adem-i merkeziyetçi bir ortam görülüyor. Özel mülkiyet daha güçlü. İşbirliği hala gerekiyor, fakat bu işbirliğinin doğası, önceki senaryodaki zaruretten farklı. Söz gelimi, komşu ve düşman kabilelere karşı bütün özel mülkiyetleri korumak için bir işbirliği lazım, ancak bu birliktelik çıkarların uyumuyla doğan ve mensupların daha “aktif” olduğu bir birliktelik.
Kültürler geliştikçe elbette bu kadar basit ve belirgin bir ayrımdan söz etmek mümkün değil. Bütün toplumlarda özel mülk ve kamu mülkiyeti konsepti ortaya çıkmış; toplam mülkiyet içindeki ağırlıkları farklı olsa da. Fakat bu toprağın sonraki nesillere nasıl aktarılacağını belirleyen bir başka faktör de aynı zamanda ortaya çıkmış: Nüfus arttıkça miras yoluyla bölünen toprak, birkaç nesilde öyle bir hale gelecektir ki, varis aldığı küçük payla kendini bile doyuramayacaktır.
Bu sorunla birçok kültür farklı usullerle başa çıkmış. Roma’da, mesela, “vasiyet” kurumu oldukça güçlü, varisler ancak bir vasiyetin yokluğunda eşit pay alabiliyorlar. Yine aynı şekilde bugünün vakıflarına benzer müesseseler, temel servet olan toprağın bölünmesinin önüne geçmek için başvurulan tedbirlerden. Benzerini Arap coğrafyasında da görüyoruz, Erken Roma’da gens denen klan benzeri grubun zaman zaman meftanın mirasını alabilmesinin daha gelişmiş hali, toprağın aşiret olarak sahipliğidir. Aşiret reisi, bir hükumet başkanı gibi, aşiretin ortak malını yönetir ve kullanma hakkını dağıtır; bugün Anadolu’da hala bakıyelerini gördüğümüz bu usul, mülkiyeti fiilen ya da hukuken bireye değil, klana vererek bölünmenin önüne geçiyor.
Avrupa’da ve başka diğer kültürlerde, tek varisi önceleyen birtakım müesseselerin de geliştiğini görüyoruz. Primogeniture denen sistemde, mesela, en büyük erkek evlat toprağı miras alıyor. (Bu durum, soylu olduğu halde toprağı olmayan, okur-yazar ve beşeri sermayesi yüksek bir sınıf da yaratmıştır. Avrupa’nın seyrinde bu sınıf kesinlikle etkili olmuştur diyebiliriz. Ayrıca bkz: Feodalizmi Anlamak) “Para”nın temel servete/sermayeye dönüştüğü dönemde mirasın ekonomik ve sosyolojik etkileri de değişmiştir, ancak “devlet” fikri esasen “ortak toprağın yönetimi” konsepti üzerine inşa edildiğinden, devlet başkanlarının nasıl belirlendiğini, her kültürde çok uzun zamandır süregelen toprak miras hukuku etkilemiştir. Avrupa’da tek varisi önceleyen müesseseler gelişirken, Abbasiler zamanında da benzer uygulamaları görüyoruz ki, 500 seneyi aşkın süre devlet başkanlığı yapan bu hanedanın başarısı biraz da bu uygulamasından ötürüdür.
Pekala bir kültürün orijininde toprak değil, hayvan tarımı varsa? Hayvan tarımının doğası büsbütün farklıdır, bu yüzden sosyal etkileri de öyle: Hayvan tarımı yapan toplumlarda, mesela, “vatan” kavramı toprak tarımı yapan toplumlardaki gibi değildir, olamaz. Herodotus’un İskit Kralı’nın ağzından Pers Kralı’na söylettiği gibi, mesela, bu toplumlarda vatan “atalarının mezarları”dır, yahut Zemarcus’un ziyaret ettiği Göktürklerde gözlemlediği gibi, kutsal addedilen dağlar, ormanlar, bölgelerdir. Buna benzer şekilde miras hukukunun da farklı işleyeceğini öngörebiliriz. Babanız göçebe hayvan tarımı yapıyorsa, kadın erkek bütün kardeşlerin eşit pay almasında, toprak tarımında görülen mahzurlar görülmez. Zira babanızdan yalnız bir erkek ve bir dişi hayvan almış olsanız bile onları çoğaltmanız çok daha kolaydır; toprağınızı genişletmeniz ise çok daha zordur. İlginç bir örnek olarak Roger Cribb, Kaşkaylar arasındaki dayanışma müessesesini anlatıyor:
Karar vermede ve kaynakları yönetmede kesinlikle özerk olsalar da, göçebe aileler yalnız değillerdir. Her biri akrabalık, yakınlık, patronaj ve gönüllülük müesseselerine dayanan geniş bir destek ağının parçasıdır. Sermaye ya da işgücünde yaşanan büyük yıkımlar dahi akrabaların desteğine güven duyulabildiği için yaşamın sürdürülebilirliğini etkilemek zorunda değildir. Kaşkaylardan bir anekdot bunu gözünüzde canlandıracaktır: Ahmet Bey’in sürüleri Zagros’un aman vermez geçitlerinden birinde yoğun bir tipi yüzünden neredeyse yok olmuştur. Birkaç gün içinde obadaki her aile bir ya da birkaç koyun vererek eskisine denk bir sürüsünün olmasını sağlamıştır.
Göçebe hayvan tarımına dayalı ekonomileri Türklerin şüphesiz çok daha esnek ve dirençli olmalarını sağlamıştır; aynı ekonomi nüfusları hemen her zaman düşmanlarından daha az olsa da, nüfusun çok daha büyük bir yüzdesini çok daha uzun süreler askere alabildikleri, atlı ordular teşkil edebildikleri ve yaşam tarzları oldukça elverişli olduğundan askeri eğitim vermedikleri halde askere alınan herkesin tecrübeli olmasını sağlayabildikleri için kendilerinden kat be kat büyük nüfusa, güçlü bürokrasiye, beşeri ve sosyal sermayeye sahip komşularını alt edebilmelerini sağlamıştır. Zor zamanlarda ise sürülerini alıp geri çekilebilmişler yahut göçebilmişler, kırımdan ve esaretten kaçabilmişlerdir.
Fakat aynı anlayış, dünyanın diğer bölgelerinde olduğu gibi, artık bu kültürel motif ve kodların ortaya çıktığı yaşam tarzı devam etmese bile cari olmaya devam etti. Devlet başkanlığının veraset yasası da, ilkesel planda sürünün bölünmesi mantığıyla aynı biçimde oluşturuldu. Klişeleşmiş “ülke hanedanın ortak malıdır” ifadesi, esasen bilinçaltında “devlet”i hala sürü olarak gören bir anlayışın, sürüyü eşit paylaşmakta sakınca görmeyişini anlatır. Nasıl bugünün Ortadoğu coğrafyasında sulama kanallarına duyulan gereksinimin yarattığı kolektiflik/diktatörlük meyli cariyse, Türkler de eski yaşam tarzlarını bırakıp yerleşik hayata geçmelerine rağmen aynı anlayışı sürdürdüler.
Bundan sonrası daha ilginç. Hamaseti çok seven, çoğu “milliyetçi” kağıt erbabı, “kardeş katli”ni buna bulunan bir çözüm olarak takdim eder. Ortada gelenekten kaynaklanan sorunlu bir mekanizma vardır. O mekanizmanın yarattığı sorunu nasıl çözmeli? Geleneği sorgulamak yahut rafa kaldırmak düşünülemez bile. Öyleyse mekanizmadaki dişli sayısını azaltarak arada bir kırılan çarkların istatistiki olarak daha az olmasını sağlayabiliriz. Çağdaşları ve hatta selefleri çok daha tutarlı yeni uygulamalar getirmiş, ilk doğan çocuğun devleti (ve toprağı) miras almasını sağlamışlarken, Osmanlıların bu kadar basit bir inovasyonu yapamayıp, İslamcıların faizsiz borç başlığında katakullilerle hülle çevirip güya faizsiz kredi sistemi kurmaları gibi bir yola gitmiş olmaları övülecek yahut “devletin bekası için başvurulan acı bir tedbir” olarak savunulacak bir şey değildir. O kadar ki, dönüşen dünyada bunu sürdürmeleri mümkün olmayınca icat ettikleri sistem (ekber-erşed) de olabilecekler arasında en kötüsüdür.
Bütün bu hikayeyi niye anlattım? Milliyetçi bakış böyle olmalıdır diye: Evvela toplumda bir müessese varsa, o müessesenin neden ortaya çıktığını isabetli ve etraflı bir şekilde tespit edip anlayabilmeliyiz. Bizim saltanat veraset hukukumuz sorunluysa, bu nedendir sorusu bu yüzden soruldu ve uzun uzun ele alındı. Sonra, mahzurlu bir müesseseyi nasıl düzeltmek gerektiğine kafa yormalıyız. Söz gelimi bizler Osmanlı zamanında yaşayan Türk milliyetçileri olsaydık, geleneği ve ön kabulleri peşinen kabul edip mevcudu kardeş katli gibi akıl almaz, insanlık dışı, iğrenç bir uygulama ile ikame etmeyi değil; gerek başarılı örnekleri tetkik ederek, gerek bize has inovasyonlar yaparak zararları giderilmiş, hatta faydalı hale getirilmiş bir sistemle ikmal etmeyi tercih etmeliydik. En önemlisi, ceddimizin bu kadar basit bir meseleyi bile çözememiş olması bizim için savunulacak yahut hamasetle sanki büyük bir fedakarlık yahut icatmış gibi takdim edilecek bir motif değil, ders çıkarılacak bir ibret vesikası olmalıydı.
Seküler Milliyetçilik – 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliği kitabımın “Kültür Marazlıysa?” bölümü tamamıyla bu meseleye ayrıldı. Türk milliyetçileri Türklerin mevcut halinin ortalama yahut ideal temsilcileri olamaz. Türk milliyetçileri Türklerin öncüsü, mucidi, kaşifi, hatta delisi, kaçığı, eksantriği olmalıdırlar. Elde olanı savunmak, elde olanı ululamak yahut elde olanla yetinmek Türk milliyetçisinin işi değildir. Kardeş katli bahsi açıldığında, çağdaş devletlerin “saltanatı en büyük çocuğa verelim çözülsün” dediğini bilip, bu kadar basit bir çözümü bulmayı başaramamış ceddi savunmaya çalışmak abesle iştigaldir. Bunun gibi, Türk milliyetçiliği her meselede yeniyi, güzeli, iyiyi bulmaya çalışmalı. Gelenek buna izin vermiyorsa, “ne yapalım, Türk doğmuşuz, bu kadere mahkumuz” deyip oturmak milliyetçilik değildir. Kitabımda dediğim gibi, bizler bu toplumun genetik mühendisliğine soyunmalı, gerekirse yeni gelenekler yaratmalıyız.
İşte Atatürk, yalnız Türk tarihinde değil, dünya tarihinde bunu başarabilmiş müthiş bir rol model olarak karşımızda duruyor.
Çok doğru. Türklerin en büyük sorunu budur. Devletler kurarız ama yaşatamayız. Kurumsallaşma denen olguyu hayatımıza sokmamız gerekiyordu. Atatürk'ün yaptığı budur. Kurumsallaşma. Sorun şu ki devrim yarım kaldı ve geriye sardı. Bunun en büyük nedeni feodal tebaadan kurtulamamış olmamızdır.!!
Tebrikler ve tesekkurler.