David Attenborough’nun muhteşem sesiyle bir belgesel kesiti… Phengaris arion isimli bir kelebek türünün tırtılı. Tırtıl evvela epey küçük, yavaş hareketlerle kendisine bir karınca arıyor. Bir işçi karıncayla karşılaştığında, önce tatlı bir sıvı salgılıyor. Karınca bu sıvıyı tüketirken, tırtılın oyunu sahnelenmeye başlıyor. Kendisini şişirip kraliçe karıncaya benzetiyor ve kraliçenin kokusunu salgılıyor. Karınca, tırtılı yüklenip kolonisine götürüyor. Karıncaların feromonlarıyla iyice donanan tırtıl, artık onlardan biri gibi algılanıyor. Sonra ziyafete başlıyor: İlk halinden onlarca kat daha büyük bir cüsseye ulaşana dek, karıncaların yavrularını yiyor. Bu esnada karıncalar tırtılı kendilerinden, hatta kraliçeleri sandıkları için asla saldırmıyor, engellemiyorlar. Tek bir tırtıl, koloninin neredeyse sonu oluyor ve yeterince semirdiğinde dönüşümünü geçirip kelebek olarak hayatına devam ediyor.
Epey süredir milliyetçilerin bu karıncalara, milliyetçileri deyim yerindeyse güden, onların emek ve değerlerini hasat eden siyasetçilerin de mezkur tırtıla benzediğini düşünüyorum. Herhalde en güncel ve ibretlik vaka Sinan Oğan vakasıdır: “Türk milliyetçilerinin adayıyım” diye çıktı, milliyetçiliğine bir mesnet yahut delil aranmadı – milliyetçiler arasında yeterince uzun süre durmuş olması yeterli sayıldı. İmza toplayamıyordu, toplayabilmesi için destek verildi. Oy verildi. Nihayet basit bir kariyer basamağı zıplayışı için ihanet ediverdi: Milliyetçilerin yavrularını yedi.
Bu yalnız Sinan Oğan’la sınırlı değil tabii. Her parti, milliyetçiler arasında yeterince uzun süre durup onların kokularını kazanabilmiş, dolayısıyla tepkilerini çekmeyen aktörleri saflarında tutuyor, onlara az ya da çok paye, makam, yetki veriyor. Yakında HDP’nin dahi “Türkiye Partisiyiz” söylemini, hiç değilse suret-i haktan görünmek için takındığı bu maskeyi meşrulaştırmak için bir “eski ülkücü”yü saflarına kattığını görebiliriz. Siyasette bu iş oldukça popüler hale geldi – işe yarıyor mu, emin değilim.
Milliyetçiliğin kokusu siyasetin bütününe sinmişken ve milliyetçilerin yavruları; yani yıllardır yarattıkları iyi kötü itibar, biriktirdikleri beşeri ve sosyal sermaye tüketilirken, milliyetçi politika ortada yok. Öyle ya, eğer milliyetçilik dersini Orhun’dan alacaksa, Orhun’da az halkı çok, aç halkı tok, çıplak Türk’ü giyinik, mağlup Türk’ü muzaffer kılmakla övünen bir devlet başkanı var. Tersini yapan iktidar, mesela, nasıl milliyetçi olduğunu iddia edebilir? Türk çocuklarını sağlıksız beslenen, hatta beslenemez hale getiren bu iktidarın küçük ortağı nasıl milliyetçi olabilir?
Türkler açken, açıkken, işsizken, mağlupken, boynu eğilmişken üzerine vazifeymiş gibi ne idüğü belirsiz tiplerin yargı dosyalarını esas gündemi haline getirip buna dair propagandayı mevcut gidişattan memnuniyetsizlik duyan Türklerin önüne koyan muhalefet nasıl milliyetçi olabilir? Türk gençleri yurt dışına kaçmak ister, kamunun kesesinden eğitim gören, yetiştirilen tertemiz nesiller Türklükten soğur, özündeki cevheri başka diyarların istifadesine sunmakta beis görmez hale gelirken beş para etmez aparatçikleri gençlik lideri diye Türklerin önüne koyan muhalefet nasıl milliyetçi olabilir?
Bu iki cenahtan ikrah getirip, tepki koymak isteyen, aklı bulanmış ve kalbi uzun süredir çektiği işkenceyle zehirle dolmuş hale gelse de hiç değilse Türk’e mahsus dinamizmini muhafaza eden gençliğin rüzgara karşı yürüyüşünü konuşma yapmaktan bile aciz bir adayı aktör olarak parlatmak için hasat eden taze radikal sağımız nasıl milliyetçi olabilir?
Tabii bu işte milliyetçiliğin tarifinin olmayışı da amildir. Tarif yok, tarifler var. Üstelik bu tarifler de kimsenin umurunda değil: Milliyetçi parfümü sıkıp milliyetçiler arasında “takıldıysan” yeterlidir. İdeolojik itiraz bu yüzden akis bulmuyor, bu yüzden yavrularımız kolayca yenebiliyor. Yalnız milliyetçiliğe mahsus değil, Türkiye’de herkes “ne” istediğini aşağı yukarı biliyor, ama bu hedefe nasıl ulaşılacağına dair kafa yoran çok az. Söz gelimi “güçlü Türkiye” için ne gerek, mutlu Türkler için ne gerek, idealindeki Türkiye’ye nasıl ulaşmak gerek? Nasıl sorusunun cevabı, ne sorusunun cevabından daha önemlidir ve kimsenin aldırış ettiği yok.
Tam olarak bu yüzden, milliyetçiliğin kokusu koyun ağılı kokusuna döndü. Kepeneği giyen, koyun tersini yüzüne sürüp, aşina bir ıslığı tutturan sürünün içine dalabiliyor. Sonra her gün keyfince bir koyunu götürüp, kesip yiyor. Fakat eski hikayedir, bir yörede meşhur bir koyun hırsızı varmış, jandarma da, köylü de bu usta hırsız karşısında çaresiz kalmış. Her gece koyunların arasına girip, birini omuzlayıp götürürmüş. Hırsızın talihi tuhaf bir şekilde dönmüş: Bir gece koyun diye sırtladığı, postu beyaz, cüssesi koyuna benzer iri bir çoban köpeği çıkmış. Köpeği omuzlayınca hayvan hırsızı parçalayıvermiş.
Bize düşen o çoban köpeği olup, evvela hırsızı defetmek. Sonra, madem bu işler kokuyla yürüyor, üzerimizdeki milliyetçilik kokusunu, bu memleketin sağına insan hakları, sekülarizm, serbest piyasa, modernizm gibi değerleri anlatabilmek, tepki vermeden kulak vermesini sağlamak için kullanmak. Bunu başardığımızda bir ağıla sıkış tıkış doluşmuş sürümüzü geniş yaylalara çıkarır – kekik, dağ çayı ve yel vurdukça rayihalanan ardıç kokmasını sağlayabiliriz.
M. Bahadırhan Dinçaslan