Yukarıdan aşağıya örgütlenen siyasetin en önemli meselelerinden biri, sadakattir. Siyasi partiler, bölgelerinde seçmen/delege nezdinde itibarlı olup, merkezde ideolojik eksen üzerinde bir araya gelmeyi tercih etmiş aktörlerden oluşmuyor. Ekseriyetle genel başkanlar tarafından bölgelere gönderilen aktörlerden oluşuyor; yani siyasetimizin örgütlenme yönü yukarıdan aşağıyadır. Pekala böyle bir senaryoda merkez eliyle aktörleştirilen insanın sadakatini nasıl temin etmeli? Öyle ya, bir defa milletvekili, bakan, MYK üyesi, genel başkan yardımcısı (…) yapılan şahsın velinimetine sadık kalacağının garantisi yoktur. Müstakil bir aktör olmaya gayret edebilir, merkezde kurgulanan denklemin dışına taşabilir.
Böyle anlarda tarikat ve cemaatler imdada koşuyor. Siyasetin içinde ancak siyaset dışı bir bağ ile bağlanmış olan aktörler bu yüzden istifa edemiyor, yolsuzluğu açıklayamıyor, merkezin hilafına hareket edemiyorlar. Nicel bakımdan en geniş tarikat belki de FETÖ idi, fakat onların dahi kalabalık açısından ciddiye alınır bir oy potansiyeli olmadığını AKP ile ortaklıklarını bozduktan sonra gördük. Ancak siyasette oldukça etkili idiler, zira genel başkanlarına uyum içinde çalışan bir ağ sunabiliyorlardı. Ancak çok büyük uyuşmazlıklarla bu bağ kırıldı ve ancak topyekun bir kopuş gerçekleşebildi – birey davranışı diye bir hal bu tür yapılarda söz konusu değildir. FETÖ’nün etkinliği değilse de itibarı yerle bir edildi, fakat başka tarikatler benzer şekilde siyasette nüfuz kazanıyorlar. Nicel ölçekte çok küçük olmalarına rağmen, geniş kalabalıkları yönlendiren sevk ve idare pozisyonları elde ediyorlar. Benzeri, azınlıklar ve özellikle Güney-Doğu Anadolu’da aşiretler için de geçerli. Hem bir “ikon siyaseti” yapılıyor ve her “toptan kimlik”e temsil verilerek tatmin olmaları sağlanıyor, hem de “siyaset dışı bağ” sayesinde kurmay merkez ile aktör arasındaki uyum temin ediliyor.
U. Töre Sivrioğlu’nun Duvar’da yayımlanan Maris Populi başlıklı yazısını bu açıdan ilginç buldum. Yazıda itiraz edebileceğim çok husus var elbette (en başta Maris Populi ifadesine. Populus Maris daha doğru olurdu sanki.) fakat analizin inşa edildiği tespit çok doğru: Türkiye’de belli yörelerin siyasi temsili, diğerlerinden daha fazladır. Trakya-Ege-Akdeniz ekseni dezavantajlıdır, Karadeniz-Doğu-İç Anadolu ekseni ise avantajlıdır. Bunun nedenini anlamak, Türkiye’de siyaseti şekillendiren amilleri anlamanın gerek-şartı gibi duruyor.
Türkiye’de şehirlileşme-bireyleşme-vatandaşlaşma evrimi halen süregidiyor; öyle ki, vaktiyle bu sürece direnen grupların (İslamcılar) çocukları dahi eğitim ve gelir seviyesi yükseldikçe bundan nasiplerini alıyorlar. Hatta diyebiliriz ki, iktidarın bu kadar kaçak göçmeni ülke sınırlarından içeri sokma sevdası, henüz evrimin çok daha iptidai basamaklarında olan kültürleri ülkeye sokarak demografik gidişatı tersine çevirme isteğiyle ilişkilidir. Kendi çocuklarında dahi zuhur etmeye başlayan taleplere, ancak bu taleplerin anlamsız olduğu kültürden gelen kalabalıkları destek alarak karşı durabiliyorlar.
Sivrioğlu’nun işaret ettiği bölgelerdeki insanlarda bu evrimin hızı, Türkiye’nin geri kalanından fazladır. Bu bölgelerdeki insanlar (İç göç ile yakın zamanda gelenler hariç) daha küçük ailelerde yaşıyorlar (aşağıdaki hane halkı büyüklüğü haritasına bkz), akrabalık ilişkileri Türkiye’nin geri kalanından farklı, kültürleri daha düşük bağlamlı, öncelik ve beklentileri daha farklı. Öte yandan TÜİK verilerine göre, kütüğe bağlı nüfus dağılımı yaparsak; Diyarbakır, Şanlıurfa, Konya, Sivas 2 milyonun üzerinde, Trabzon, Erzurum, Ordu, Samsun, Van 1.5 milyonun üzerinde nüfusa sahip olacaklardı. Rize, Trabzon, Ağrı mevcut nüfusunun iki katı kadar kütük nüfusu olan iller, mesela.
Köyden kente göçmüş ve henüz sehirlileşmemiş insanların hayatta kalma dayanışmaları diğerlerine göre daha belirgin ve güçlüdür. Aile yapıları anonimleştiren bir cemaatten ibarettir; tekil olarak birey bir anlam ifade etmez, ancak sülale yahut aşiret vb. önemlidir, zira ancak o sayede hayatta kalabilirler. Aşireti olmayanın cemaati, cemaati olmayanın hemşeri derneği vardır: Bu tür yapılar üzerinden genel merkezlerden kontenjan talep eder ve temsilci elde ederler. Temsilcileri ile hemşeriler/cemaat-taşlar arasında siyaset harici bir bağ vardır, aynı bağ genel merkezle de kurulur ve Türkiye’deki siyaset şekillenir. Demokrasimizin bireyci bir kamusal alan değil, kolektif kimliklerin kapıştığı bir arenayı andırması şaşırtıcı değil.
Daha evvel TamgaTürk’te bir söyleşisini de yayımladığımız Brian Hayden, The Power of Ritual in Prehistory eserinde tarih öncesi dönemden beri “gizli örgütler”in varlığı ve rolünden söz ediyor. Öyle gizli örgüt deyince aklınıza kimselerin bilmediği, “dünyayı yöneten gizli örgütler” gibi yapılar gelmesin. Bu örgütlerde gizlilik teşkilatın yahut üyeliğin gizli olmasından ileri gelmiyor. Hatta örgüt varlığını açıkça ilan ediyor, üyeler de çoğu zaman gururla bu örgütün mensubu olduklarını söylüyorlar. Gizli olan, bilgi. Örgütün üst kademesi ve lideri, gizli bir bilgiyi haiz olduklarını iddia ederek örgütlerini kuruyorlar. Hastalıkları iyileştirme, kötü ruhlardan korunma, kızgın bir tanrıyı yatıştırma (…) gibi “hayati” bir bilgiyi elde ettiğine ve ancak layık olanlarla bunu tedricen paylaşabileceğine dair bir iddiayla ortaya çıkan lider, bu iddiasına inandırabildiği insanları etrafına topluyor ve bir avantaj elde ediyor. Bu avantaj sayesinde topluluktaki bütün organik bağları ve siyasi/ekonomik ilişkileri alt-üst edebiliyor. Aşiret-Cemaat-Hemşeri Derneği üzerinden kurulan siyaset ağları, Hayden’ın gizli cemiyetlerine çok benziyor – “dava” diskurunun bu yapılardan beslenenler için ne kadar gizemli ve önemli olduğunu, istifa edenlerin dahi “istifa ettim, davaya ihanet etmedim” nevinden manidar laflar ettiğini hatırlayın.
Böyle bir ortamda elbette safdil, birey ve vatandaş olmuş ve onun gibi hareket eden, kuzenleriyle birbirlerini kayırarak iş yahut siyaset ortamında avantaj sağlamayı düşünmeyen, kolektif bir varlığın ve gizli cemiyet gündeminin takipçisi değil, tek başına, en fazla ailesiyle varlık gösteren “Beyaz Türkler” yahut “Temiz Türkler” yahut “Vatandaş Türkler” dezavantajlı olacaktır. Üstelik sayıları daha kalabalık olsa da: Sivrioğlu’nun da söylediği gibi katma değeri yaratanlar bunlardır, eğitimleri daha yüksektir, yani beşeri sermayeleri güçlüdür. Ancak sosyal sermayeleri, mezkur yapıların etkinliğiyle karşılaştırınca zayıftır: iknanın söz konusu olduğu seçmen tabanı ile itaatin söz konusu olduğu seçmen tabanının karşılaşmasında ikinci grup her zaman galip çıkıyor. Rumeli göçmenlerine, Muğla Yörüklerine yahut Trakyalılara orijinlerinden ötürü bir ayrımcılık yapıldığını sanmıyorum - sadece davranış modelleri mevcut siyasette "para etmiyor."
Üstelik muhalifler arasında da benzer şekilde örgütlenebilenler avantaj sağlayıp vesayet kuruyorlar. Söz gelimi Aleviler, -epey dezavantajlı olup her an varoluş tehlikesi yaşadıklarından anlaşılabilir bir şekilde- diğer CHP’lilere göre daha rahat “siyaset harici” yollarla örgütlenebiliyorlar. Köyden kente göç sosyolojisinin kendine mahsus dayanışma pratikleriyle ilişkisi kalmamış kimliklerin mensupları içinse böyle bir yol yok. Buna Populus Occulti diyebiliriz: Gizli gündemin, örtük siyasetin insanları. Bu insanlar “vatandaş”a üstünlük kuruyorlar.
Pekala böyle bir manzara karşısında biz de aşiretleşelim, cemaatleşelim mi? Hayır, zira pratik teoriyi belirler. Aşiret sistematiği kurmuş bir yapı hürriyeti, mutluluğu, refahı tesis edemez – kendi varlığını devam ettirmek ve (Hayden’ın belirttiği gibi) kazancının cüzi kısmını takipçilerine aktarmak dışında hiçbir olumlu değer yaratamaz. Ancak “vatandaş”ın; vergi veren, askerlik yapan, yasalara uyan ve siyasetten ihale, atama, hülasa yolsuzluk değil, adalet, hukuk, reform, hizmet bekleyen normal ve makul insanın siyasette belirleyiciliğinin artması zarurettir. Siyasetin çirkin çarkları ancak böyle bozulabilecek.
Bunu sağlamaya muktedir yegane anlatı, “bireyler” arasında güçlü ve sürükleyici bir bağ kurabilecek yegane alet, milliyetçiliktir. Partilerin kıskacı ve yozlaştıran tesirinden kurtulmuş bir milliyetçilik, aradaki feodal basamakları ortadan kaldırarak birey ve millet, vatandaş ve devlet, seçmen ve genel merkez arasında sağlıklı bir rabıta kurabilir. Okült siyasetin karşısına ancak şeffaf, aracısız ve tartışmasını da, pazarlığını da “ortalık yerde” gerçekleştiren bir yapıyla çıkabiliriz.
Kurabilecek miyiz, henüz bilmiyorum. Fakat deneyeceğiz.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Pratik teoriyi belirler. Sakson geleneğiniyle örtüşen bu bakış, Anadolu Türkleri için, aynı pratiğe meydan verir mi?
Çok güzel bir yazı hocam, tebrikler. Buradan naçizane bir parça paylaşayım, okuyanlara ve dinleyenlere motivasyon sağlayabileceğini umuyorum. Macar bir folk grubundan. Vágtázó Csodaszarvas - Lovasnépek éneke Saygı ve sevgiler.