Konsept temellerini çok eski bir yazımda attığım ve fikirlerimi açıklamada oldukça faydalı bulduğum bir terimi kullanmayı çok seviyorum: Süper Medeniyet. İlk defa kaleme aldığımdaki kelimelerle açıklayacak olursam, buradaki süper “muhteşem”, “aşırı gelişmiş” anlamında değil. Üstünde, ötesinde anlamında; Freud’un “süper ego”su gibi. Süper ego aşırı şişmiş bir ego değildir. Süper Medeniyet de, bazı fütüristik nazariyelerdeki “gezegeninin ışık aldığı yıldızın enerjisini yüksek verimle hasat edebilen” bir muhteşem medeniyet değil. Kültür kümelerinin nihayet globalleşmesiyle, bütün küreye hakim olan bir kültürlerüstü kültürün, kültür üzerinde belirleyicilik kazanan bir maşeri medeniyetin ifadesi.
Süper-Medeniyet en başta ABD’nin kültürünün globalleşmesi gibi görünse de öyle değil. Bir tür podyum gibi; sair kültürler Süper Medeniyete motif veriyor ve alıyorlar. Aldığından çok veren kültürler (ekseriyetle Batılı kültürler) baskın ve daha çok alan kültürler daha edilgen. Üstelik motif vermek de basit bir mekanizmayla işlemiyor; verilen motif çoğu zaman Süper Medeniyet tarafından dönüştürülüyor ve orijin kültürle benzerliğini devam ettirse de bambaşka bir hale geliyor – herhalde en güzel örnek Noel Baba motifidir.
Süper-Medeniyetin dışında kalan kültürler var mı? Tesirini sıfıra indiren kültür yoksa bile, var. Bunlardan en zararsızları, çok az ülkede örneğini görebileceğimiz Kuzey Kore tipi devlet eliyle yahut Kuzey Sentinel Adası’nda gördüğümüz yaşam tarzı zorlayıcılığı ile tecrit içinde yaşayan kültürler. Bunların zararları daha çok kendilerine, gerçi kendisini dünyanın kalanından tecrit edip dünyanın kalanının yaptırım ve nüfuz gücünü en aza indiren Kuzey Kore rejimi çevresi için ciddi tehlike arz ediyor. (Mesela acıdır ki, Türkiye global ekonomiye entegre olmasa, Tayyip Erdoğan kendisini çoktan halife ilan etmişti.)
Zararlı bir grup ise her ne kadar müstakil bir kimlik, iç etkileşimi olan bir cemiyet özelliği arz etmese de kaçak göçmenler. Bu insanlar süper medeniyetle ilişkilerini tesir altında kalsalar da dahil olmak yerine parazit olmakla kuruyorlar. Coca Cola üzerinden gidecek olursak, Coca Cola bulurlarsa içiyorlar – fakat Coca Cola’nın reklamları onları hedef almıyor, Coca Cola satan yerlere gittiklerinde rahatsızlık veriyorlar. Aralarından birinin çıkıp “yerli ve milli kola” yapması imkansız, yaşam tarzları buna müsaade etmiyor. Film ve dizilerde gördüğümüz post-apokaliptik dünyanın yağmacıları gibiler - Coca Cola yaratamazlar fakat yaratılmış olanı tüketebilirler.
Kaçak göçmenler çoğu zaman bize insani bir dram çerçevesiyle sunulsa da, esasen bir parazit ekonomisini temsil ediyorlar. İlginçtir ki sol ağırlıklı basın ve akademi, mesela, iklim krizini kaçak göçmenlerin kaçma nedeni olarak gösteriyor ve meşrulaştırıyor. Halbuki rekoltesi git gide yükselen bölgelerden kaçıp geliyorlar ve Türkiye gibi gerçekten iklim ve su krizi yaşayan ülkelere yerleşiyorlar. Bu teori doğru olsa, Türklerin Afganistan’a kaçmaları beklenirdi. Kaçtıkları yerlerin ekonomisinde çoğunlukla en altta bir pozisyon işgal edip, büyük sermaye ve sıradan vatandaş arasında çekişmeli (ve bazen kanlı) bir geçmişten sonra oluşmuş dengeyi sermaye lehine bozuyorlar. Üstelik çoğu, kazandığı parayı geldiği ülkedeki akrabalarına gönderiyor – bu özellikle Asya ve Afrika’daki birçok ülkenin ekonomisinde en ciddi kalemlerden biri. Ülkelerinin kaçılası, yerleştikleri ülkeninse sığınılası bir yer olması fikrinden asla ders çıkarmıyorlar – çoğunlukla radikalleşiyor ve ülkelerinden kaçmalarına neden olan kültürü, geldikleri ülkeye dayatmaya çalışıyorlar. Başarırlarsa, o bölgeyi de mahvedip yeni hedefler arıyorlar.
Evet, kaçak göçmenlerin içinde bulundukları halde bulunmalarının nedeni, onlara aynı Süper Medeniyet gibi ulusötesi bir ortak kimlik, kültürsüzlüğün kültürü olan Kaçak Göçmen kimliğini sağlayan kök kültürleridir. Kimi kültürler sosyal evrimimize uyum sağlamakta başarısız oldular. Tarihte, evrimin akışı içerisinde çıkmaz yol olduğu aşikar hale gelen birçok yaşam tarzı ortaya çıktı. Hatta bu yaşam tarzları bir süre epey avantaj bile yarattılar – Türklerin göçebe hayvan tarımı ve yaşamı gibi. Fakat yerleşik toprak tarımı yapan kültürlerin karşısında, kısa vadeli askeri avantajlar sağlasa da uzun vadeli bir dezavantaj yaratan bu düzen terk edildi, Jean Paul Roux’nun ifade ettiği gibi, oldukça başarılı şekilde yerleşik hayata uyum sağladılar. Fakat kaçak göçmenler uyum sağlayamayan, hatta uyum sağlamamayı bir gurur vesilesi addeden kültürlerden geliyorlar. İyisi ve kötüsü, doğrusu ve yanlışıyla Süper Medeniyet’in yaymak için uğraştığı “evrensel değer”lerden uzaklar. Söz gelimi, onları insan olarak gören ve hakları, iyilikleri için siyasi mücadele veren bir kadın aktivist, onlar için tecavüz edilesi bir et parçası. Hatta onların dünyasında bu tecavüz bile değil. Aynı bağlamı taşımayan iki insan var ortada – o kadar farklılar ki çiftleşip verimli döl elde edebilmeleri dahi şaşılası.
Literatür, yine sol ağırlıklı olarak, bu kültürlerin vaziyetini kendilerine değil, Batılı istilacılara yahut etnosentrik uygulamalara bağlıyor. Batılı istilacılara kuzenlerini köle olarak satan ve onlarla işbirliği yapan zencilerin asla sorumluluğu yok – bu bakışın esasen çok daha ırkçı, zencileri akli ehliyeti bulunmayan insanaltı varlıklar olarak gören bir bakış olduğu aşikar. Bunu yapmayan zencilerin hikayesinin farklılığı ise esastan ele alınmıyor. (Lütfen bkz: Seküler Milliyetçilik – 21. Yüzyılda Türk Milliyetçiliğinin Teorisi, Botswana bölümü) Sürdürülebilir ve gelişmeye açık bir kültür yaratamamış, bu yüzden ilkel kalmış insanlar, hatta, kıymet gibi sunuluyor: Antropologlar için tahminen falanca zaman diliminde yaşamış insanlara dair fikir verebilmek bakımından kıymetleri hariç, kültürlerinde herhangi bir kıymet göremiyorum. (Bu, yaşam hakları başta olmak üzere insanlıklarının reddi değildir. Bazı kültürler kötüdür – bu kadar basit. Asimile olmaları onların hayrınadır.) Üstelik, “istila” edildikleri dönemde çok daha huzurlu yaşadıklarını dile getirirseniz taşlanıyorsunuz.
Bugün bu marazlı kültürlerin çocukları, dünyayı istila ediyorlar. Huntington’un Medeniyetler Çatışması bir zaman epey ilgi görmüş, sonra rafa kalkmıştı. İsabetli argümanlarının yanında epey zorlama tespitleri de vardı. Fakat Huntington’un verdiği örneklerden birisi, Türkiye’nin hikayesiydi. Evet, Türkler de marazlı bir kültür yaratmışlardı. Fakat -muhtemelen Ortadoğu’ya gelmezden evvelki kültürlerinden kalma kırıntıların yüzü suyu hürmetine- bu marazlardan kurtulup Batı kültür dairesi içine girmeyi tercih ettiler. Toplum içinde buna direniş uyandıysa bile, mevcut Türklerin yönü hala bu hedefe doğrudur; bazılarının yavaş, bazılarının hızlı gidiyor olması yönü değiştirmiyor. Fakat istila, bu hikayelerin de sekteye uğramasına neden olacak: Türkiye gibi etnik, dini, kültürel ve siyasi parçalanmışlığı tamir edip Süper Medeniyet’le ilişkisini saygın bir şekilde kurmaya çalışan ülkeler, kaçak göçmenler tarafından mahvedilecek. Halihazırda, mesela, kadının bir insan olduğu fikrine tam ısınamamış Türkler varken, onlara yoldaşlık edip kalabalık bir meşruiyet sağlayacak milyonlarca kaçağın ülkeye alınması, her şeyden evvel Türk kadını için bir tehdittir. Kitlelere hitap ederken en ilkel imgeler kullanılması gerektiğinden, bugün cari olan kaçak göçmen karşıtı kampanyada hep taciz vakaları öne çıkarılıyor. Fakat tehlike yalnız Türk kadınının tacize uğraması, fotoğrafının çekilmesi değildir. İnsanlıktan ıskat edilmesidir.
Yığınla genç erkek neden ölümü göze alarak dağlardan, denizlerden geçiyor ve hedef ülkeye ulaşıyorlar? Bu bir ekonomik mekanizmadır. İşçi hakları, insan hakları, istikrar vb. gibi modern hayatı mümkün kılan şartları yaratamamış kültürlerin nüfus fazlası, bunları yaratan kültürlerin ülkelerine akıyor. Bu ülkeleri ekonomik olarak yağmalarken, büyük sermayeye ve devlete ucuz işgücü, dayanışmasız, kimliksiz köle sağlıyorlar. O ülkeleri var eden değerlere savaş açıyorlar. Ortada bir insani trajedi varsa, değerleri ve “daha iyi, daha güzel”e akışı mahvedilen bu medeni ülkelerin insanlarının trajedisi vardır. Kaçak göçmen yaratan ülkeler eğer iyi niyetli olsalar, gelişebilecek bir potansiyel kırıntısı barındırsalar, komşularından tarım uzmanı, mühendis vb. isterler, memleketlerini saygın bir konuma yükseltmek için çabalarlardı. Hayır, ve bu hayır gerçekten çok acı: Elbette o insanların içinde iyi niyetli, sorsan “ülkem saygın bir ülke olsaydı da kalsaydım” diyecek birileri vardır. Fakat kültürleri, bu insanların dayanışarak ülkelerinde söz sahibi olmasını engelliyor. Üstelik bu hastalığı kendileri de taşıdıkları için, hedef ülkede de çoğu zaman medenileşmeleri mümkün olmuyor – zira hedef ülkenin kolayca asimile edebileceği nüfusun çok üstünde kaçak geliyor ve gettolaşıyorlar.
Hal böyleyken, evet, bir medeniyetler çatışması vardır. Üreten, geliştiren, hata yapan, dibe vuran, fakat ders çıkaran ve yeniden ayağa kalkan insan ile, kültürsüzlüğü kültür haline getirmiş, umutsuz vaka yığınlar. İkincisinin varlığını sürdürmesi ve birincisinin kurduğu sistemlere tesir etmesine izin verilirse, Homo Sapiens hem biyolojik hem sosyal evriminde elde ettiği harika kazanımları bir bir yitirip ilkel atalarına dönüş yolunu tutacak. Vergi veren, askerlik yapan ve vatandaşlık konseptini büyük fedakarlıklarla oturtmuş bir ülkenin evlatları, bu istilaya karşı çıkınca yaftalanıyorsa, Sapiens'in düşünce kabiliyeti çoktan geriye gitmeye başlamış demektir.
Bahadırhan Dinçaslan
İlgili yazılar:
Kaçak Göçmen Endüstrisi: Modern Çağın Örgütlü Dilenciliği
Kapıdaki Tehlike: İkinci Nesil Göçmen Radikalleşmesi
Afgan Anayasası Nasıl İflas Etti?
Krizden Kaçanlar mı, Kaçanların Krizi mi?
Kaçak Göçmenler Türk Medeniyetini Çökertir mi?
Eşitsizlik: İşçi Arıların Dünyasına Doğru