Kanunların varlık sebepleri ve amaçları irdelendiğinde, salt hukuki-legalist bir zaviyeden bakan göz, suçun engellenmesi ve gerçekleştiğinde cezalandırılarak toplum düzeninin sağlanması işlevlerini daha belirgin görür. Fakat kanunlar yalnız bu işlevlerden ibaret değillerdir; hem “neden var oldukları”, mesela falanca ülkede bir tür kanun varken diğerinde neden başka bir tür kanun olduğu sorusunun cevabı, hem de “toplumu nasıl etkiledikleri” sorusunun cevabı, suç ve kamu nizamı meselelerinden daha önemlidir.
Kanunlar bazen kültürün aynası olurlar. Feodal dönemde uzunca yıllar alt sınıfların et yemesini engelleyen aristokrasi, kilise işbirliğiyle sair hayvanların kesilme dönemleri ve kesilecek hayvan adedini bile belirlerken, köylüsünün ormana gidip geyik yahut tavşan vurmasını da engeller. Ortaçağın en ciddi suçlarından biridir, çoğu yerde ölüme varan cezalar uygulanır. Bugün Avrupa’da ve Avrupa’nın etkilediği ülkelerde bu yüzden av kanunları hala çok sınırlayıcı, katı ve “pahalı” düzenlemeler yapar. Ortaçağın kültürü, böylelikle “kod”a da girmiş, kanun niteliği kazanmıştır.
Bazı bakımlardan ise kanunlar kültürü etkilerler. Asker vermemek için dağa çıkan Türkmenlerin çocukları, bugünlerde davulla zurnayla askere gönderiliyorlar. Zira cumhuriyet döneminde çok daha etraflı şekilde düzenlenen ve hakim olunan bölgelere çok daha isabetli ve “adil” bir şekilde uygulanabilen kanunlar, devlet yönetimi de daha verimli hale geldiği için (Osmanlı’nın merkezinden çok az uzakta bulunan bir yerleşimde dahi dönemin teknolojisi ve imkanları sebebiyle otoritesi cumhuriyete göre zayıftı.) artık yaşamın ve kültürün bir parçası olmuşlar ve hayatın bir “gerçeği” olarak askere alma/askere gitme işine kültürel anlamlar verilmiş, motifler iliştirilmiştir. Askere gitmek “sünnet” ile birlikte “erkek olma” ritüelinin bir parçası sayılıyor, conscription denen askerlik politikası Türkiye’de uygulanmasaydı bütün bu motifler var olmayacaklardı. “Seferberliği durdur / Elin öpem Enver Paşa” diyen analardan, şehit haberini dahi “vatan sağ olsun” metanetiyle karşılayabilen analara geçmek, kanunun kültürü etkilemesi, hatta kültürleşmesi sayesinde olmuştur.
Bir ”rasyonel hukuk”, yahut “doğal hukuk” mümkün müdür bilmiyorum; sözgelimi din ve devlet ilişkisini düzenleyen yasalar, heterodoks dini grupların sığınağı işlevi görmüş ve insan kaynağının ciddi bir kısmını böyle temin etmiş Amerika’da başka olacaktır, kilisenin büyük mal sahipliği, vergi alıcılığı ve nihayet bu gücü ile devlet işlerine karışıcılığı ile mücadele etmek zorunda kalan sözgelimi Fransa’da başka olacaktır. “Mantık” yahut “rasyonalite” bu iki ülkede de aynıdır, ancak sui generis şartlar iki ülkede iki bambaşka uygulamayı zorunlu kılar. Öyleyse diyebiliriz ki hukuk her zaman mantık haricindeki koşullara da bağlıdır; hem hukuk kaidelerini ve maddelerini yazan kişilerin felsefesinden, hem o kişilerin hitap ettiği toplumun kültüründen etkilenir, hem de bunları etkiler. Bir ceza kanunu, öyleyse, yalnızca “suç” ve “topum düzeni” ile ilgili değildir, arkasında bir felsefe vardır: Nasıl bir kültürden doğdu ve nasıl bir kültür öngörüyor?
Türk hukuk sisteminin, şu halde, oldukça sorunlu bir toplum yaratacak bir anlayışta olduğunu görüyorum. Evvela ifade özgürlüğünde “halkın bir bölümünün benimsediği dini değerler” gibi muğlak bir ifadeyle taşa toslarsınız. Bu ifadenin geçtiği kanunun ilk maddesi, “Ceza Kanununun amacı; kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemektir.” Cümlesinden ibaret. Çoğu sair kanunlarda zikredilmiş olan genel hukuki prensiplere göre de, “tanımlanmayan şey suç olmaz”. Fakat yukarıdaki ifadede bir tanım sorunu var:
Din nedir?
Bir bölüm nedir?
Sırf sivrilik olsun diye şeytanın avukatlığına soyunsak, mesela, kanun “cemaatleşme”yi, tarikat kurmayı özendiriyor derdik. Zira dini inancınız yalnızca size münhasır ise, üzgünüz, sizin dini değerlerinizi istediğimiz kadar aşağılayabiliriz. Zira “bir bölüm”ün sizin değerlerinizi benimsemesi gerekiyordu.
Sonra, o bir bölümün limiti nedir? İki kişi yeterli midir? Bir köy? On bin kişi?
Pekala, din nedir? Dini değer nedir? Din yasayla tanımlanabilecek bir şey değil, biraz konuyu dağıtalım: Diyanet İşleri Başkanlığı personelinin devlet memuriyetini düzenleyen kanunun gereklerini yerine getirmekten başka “şart”ı olamaz. İlgili kanun, yönetmelik ve tüzüklerde de kanun koyucu surette de olsa laik bir devlet olduğumuzdan dini şartları belirlemekten özellikle kaçınmış. Falanca konuda doktora yapmış olmak, filanca alanda çalışmak, hafız olmak gibi şartlar var, evet, fakat bir ateist gayet o konuda doktora yapabilir ve hafız olabilir. İmanın tespiti gibi rasyonel olarak imkansız olan bir hususta kanun şart koyamaz, denetleme de yapılamaz, bu yüzden atama yönetmeliğindeki çok zayıf bir ifade, “ortak nitelik” ifadesi, ateist imamları engellemek için kullanılıyor. Açık günah işleyen yahut dini inancının olmadığı görülen DİB memurları bu ifadeye dayanılarak işten uzaklaştırılıyorlar. Bir devletin kanun ve yönetmelikle düzenlediği “dini” bir kurumun olması abes ve imkansızdır, Türkiye bu abesliği ortadan kaldırmak yerine, “fiili durumlar” yaratılıyor ki fiili durumlar hukukun düşmanı yahut zıddıdır.
Devam edelim, din nedir? Ben bir din kurdum dediğimde, kurmuş olur muyum? Bu yasanın koruma kapsamına girer miyim? Avukat Burhanettin Mumcuoğlu, mesela, devletin “Tengri” dinini tanıması için mücadele veriyor fakat hala tanınmıyor. Var olan dinlerin ötesinde, yeni din kurmak da mümkün, devletin verili listesine nasıl ekleteceğiz, nereye başvuracağız? Yahut, “ben bir din kurdum ve bu dinin mensubu erkekler ne kadar çok kadına tecavüz ederlerse o kadar cesur olduklarını ispatlarlar ve yüce Zımbırtı öldüklerinde onları ebedi alem konağı Uterusia’ya kabul eder” dediğimde, buna inanan diyelim ki beş bin kişi bulduğumda, tecavüz karşıtı eylem yapan kadınları “halkın bir bölümünün benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak” suçundan yargılayacak mıyız?
Üstelik mevcut dinlerin ayan beyan ortada olan bir sorunu var: Hemen her din, diğer dinleri değilleyerek, eleştirerek yahut kendince düzenleyerek ortaya çıkar. Hemen her din, diğer dinleri aşağılar. Diğer din mensuplarının kör, sağır, dilsiz, aptal, ahlaksız (…) vs. olduğunu iddia eden Kuran’ı basan matbaayı, mesela, halkımızın bir bölümü inançsız, Hıristiyan, Yahudi, vs. olduğu için tutuklayacak mıyız? Her gün camilerde vazifesi bu olduğu için bu ayetleri geniş kitlelere okuyan imamları ne yapacağız?
Pekala kanun koyucu neden böyle saçma, yersiz ve mantıken uygulanamaz (fiilen uygulanabilir) bir kanun yazıyor? Kanun koyucu iyi niyetli ise, mezhep çatışmasından çekiniyor. Biri bir şey der ve bu öteki kesimi aşağılarsa, halk galeyana gelirse, kamu barışı bozulur diye düşünüyor. Fakat asıl barışı bozanın galeyana gelen halk olduğunu görmüyor: Suç olduğu sabit bir eyleme çağrı yoksa, yukarıda açıklandığı gibi “dini değer aşağılamak” çok absürt ve tanımlanamayacak, hukuki zeminde ele alınamayacak bir eylem. Birisi bir başkası tarafından paşa keyfi öyle istediği için tahrik edici yorumlanan bir söz etti diye birileri galeyana geliyor, kamu barışını bozuyorsa, suç işleyenler onlardır. Ancak kanun koyucu iyi niyetli ve tembel: Topluluk karşısında bireyi feda ediyor ve “başımıza iş çıkarma eşek herif” diyor. Kanun koyucunun kötü niyetli olduğu senaryoda ise, canı sıkıldığında gözünü korkutmak istediği bireyin tepesinde böyle muğlak ifadeli bir kanun tehdit unsuru olarak sallanıp dursun istiyor. Her halükarda, bu kanun bir kültürün aynası: Bireyin özgürlüğü önemli değildir, en sudan gerekçelerle dahi olsa onu kısıtlarız ve yeterince kalabalıksan işlediğin suç, suç değildir.
İşte, tam olarak bu yüzden ifade özgürlüğünü kullanıp kendince bir şarkı yazan (ki çok kötü bir şarkı, hiç beğenmedim) Sezen Aksu davaların, evinin önüne toplanmış öfkeli kalabalıkların hedefi oluyor da, yaşlı bir kadını evinin önünde korkuya sürükleyen kalabalıklara yaptırım uygulanmıyor.
Bu ev meselesi önemli. TamgaTürk’te bir haber: Evine giren hırsızı öldüren adam tutuklanıyor. Burada da Türk hukukunun nasıl bir kültür ve birey yaratmak istediğini görüyoruz: Asla karşı çıkmayan, kendini asla korumayan. Anglo-Sakson hukukunda “Castle Doctrine” denen bir doktrin vardır, kale doktrini. “Bir İngiliz’in evi kalesidir” klişesiyle anlatılır. Amerika’nın çoğu eyaletinde hala geçerlidir. Sık sık alıntıladığım Chatham Lordu’nun bir sözü arkasında yatan devlet ve hukuk anlayışını çok güzel gösteriyor:
“En fakir İngiliz, kulübesinde Kraliyetin bütün güçlerine meydan okuyabilir. Kırılgan olabilir, çatısı sallanabilir, içinden rüzgar geçebilir, tavanından yağmur girebilir ama İngiliz Kralı giremez. Kralın bütün gücü, bu harabenin eşiğinden geçmeye cesaret edemez!”
Kale doktrini, yalnız evine giren hırsızı öldürebilmene cevaz vermez, birey-devlet ilişkisinin sınırlarını da çok güzel belirleyen, altında yatan anlayışla, “nosyon”la nasıl bir vatandaş yaratılmak istediğini anlatan enfes bir olgu. Evin senindir ve o evde senin haklarını ihlal eden, sana tehdit oluşturan birini öldürebilme hakkın, evinin kanun koyucusu olduğun anlamına da gelir – düşüncelerin, yaşam tarzın, cinsel hayatın gibi “ev” meseleleri, bu veçhile, “kralı gelse” delinmez bir duvar arkasında güven altındadır.
Bizim hukukumuzda “meşru müdafaa” kavramı var, eşim başta olmak üzere hukukçu tanıdıklarıma sorduğumda, uygulamada hemen hiçbir zaman meşru müdafaa ile beraat kararı verilmediğinden bahsediyorlar. Örneğin, eşiyle arabasında giderken terörist sempatizanı bir sivil grubunun saldırısına maruz kalan bir asker, tabancasını çıkarıp korkutmak amaçlı ateş edince birini itlaf ediyor, ancak suçlu bulunup hapis yatıyor. Bu askerin cezalandırılması, hırsızı öldürenin cezalandırılması, hatta tutuklu yargılanması, basit bir mesajdır: Pısırık ol, kaç, direnme. Bir başka mesaj da şudur: Kanunlara uyan insan, uymayan ve bu yüzden cesur, saldırgan olan insan karşısında dezavantajlıdır. Halbuki “sıranın dışına çıkan” saldırgandır, hırsızdır ve benim keyfimi bozma hakkı yoktur. Sırf o şu veya bu sebepten bir evin güvenliğini ihlal edebiliyor yahut bir güruhla bir araçtaki aileye saldırabilecek kadar alçak diye, ben korkmak, çekinmek, alttan almak zorunda değilim. Ancak hem teoride, hem uygulamada, Türk hukuku uyarınca zorundayım: Türk hukuku korkak, zavallı, aciz ve “feda edilebilir” Türkler yaratmak istiyor.
Kale doktrinine bazı eleştiriler vardır, mesela bu doktrinin “suç oranlarını azaltmadığı” ve “ölümleri artırdığı” anlatılır durur. Kanunun tek işlevi suç oranlarını azaltmak değildir; hiçbir “günahı” yokken saldırıya uğrayan insanın güvenliği, beden bütünlüğü ve paşa keyfini korumak da hukukun bir işlevidir. Bir diğer eleştiri de bu olgunun “istismara açık” olması ki, gerçekten komik: Asıl istismar edilen, zahirde çok daha “politik doğrucu” görünen kanunlar; üstelik yargı ve kolluğun görevi doğru soruşturmayı yapıp istismarı engellemektir. Teknoloji, bu açıdan, muhalif tweetler atanları hızlı ve etkili şekilde tespit eden algoritmalar yazmak yerine, soruşturmaların isabetini artırmak için kullanılırsa, mesela, istismarın önüne geçilir. Eve davet ettiği insanı öldüren bir ev sahibi, mesela, dumanla çağırmadıysa ya aramış, ya mesaj atmıştır, bunlar ortaya çıkar ve cinayetten yargılanır, hüküm giyer. Ortaya çıkarması kolay bir istismar ihtimali var diye insanların cesur ve kanun tanımaz azınlık karşısında zayıf olmasını beklemek kadar alçakça ve insanlık onuruna dokunan bir tavır yoktur.
Hülasa, Türkiye’nin “bu halde” olmasının sebeplerinden biri de hukuk sistemi. O sistemin beslendiği kültür kötü, yarattığı kültür daha kötü. 90’lardan sonra doğan, dolayısıyla birkaç kuşaktır şehir hikayesi taşıyan ve kendisini evvelki Türklere göre daha çok önemseyen “Yeni Türkler”in tatmin olacağı bir hukuk sisteminin inşası, önümüzdeki yılların uzun vadeli meselelerinden biri olacak.
M. Bahadırhan Dinçaslan
Kanunlar bazen kültürün aynası olurlar. Feodal dönemde uzunca yıllar alt sınıfların et yemesini engelleyen aristokrasi, kilise işbirliğiyle sair hayvanların kesilme dönemleri ve kesilecek hayvan adedini bile belirlerken, köylüsünün ormana gidip geyik yahut tavşan vurmasını da engeller. Ortaçağın en ciddi suçlarından biridir, çoğu yerde ölüme varan cezalar uygulanır. Bugün Avrupa’da ve Avrupa’nın etkilediği ülkelerde bu yüzden av kanunları hala çok sınırlayıcı, katı ve “pahalı” düzenlemeler yapar. Ortaçağın kültürü, böylelikle “kod”a da girmiş, kanun niteliği kazanmıştır.
Bazı bakımlardan ise kanunlar kültürü etkilerler. Asker vermemek için dağa çıkan Türkmenlerin çocukları, bugünlerde davulla zurnayla askere gönderiliyorlar. Zira cumhuriyet döneminde çok daha etraflı şekilde düzenlenen ve hakim olunan bölgelere çok daha isabetli ve “adil” bir şekilde uygulanabilen kanunlar, devlet yönetimi de daha verimli hale geldiği için (Osmanlı’nın merkezinden çok az uzakta bulunan bir yerleşimde dahi dönemin teknolojisi ve imkanları sebebiyle otoritesi cumhuriyete göre zayıftı.) artık yaşamın ve kültürün bir parçası olmuşlar ve hayatın bir “gerçeği” olarak askere alma/askere gitme işine kültürel anlamlar verilmiş, motifler iliştirilmiştir. Askere gitmek “sünnet” ile birlikte “erkek olma” ritüelinin bir parçası sayılıyor, conscription denen askerlik politikası Türkiye’de uygulanmasaydı bütün bu motifler var olmayacaklardı. “Seferberliği durdur / Elin öpem Enver Paşa” diyen analardan, şehit haberini dahi “vatan sağ olsun” metanetiyle karşılayabilen analara geçmek, kanunun kültürü etkilemesi, hatta kültürleşmesi sayesinde olmuştur.
Bir ”rasyonel hukuk”, yahut “doğal hukuk” mümkün müdür bilmiyorum; sözgelimi din ve devlet ilişkisini düzenleyen yasalar, heterodoks dini grupların sığınağı işlevi görmüş ve insan kaynağının ciddi bir kısmını böyle temin etmiş Amerika’da başka olacaktır, kilisenin büyük mal sahipliği, vergi alıcılığı ve nihayet bu gücü ile devlet işlerine karışıcılığı ile mücadele etmek zorunda kalan sözgelimi Fransa’da başka olacaktır. “Mantık” yahut “rasyonalite” bu iki ülkede de aynıdır, ancak sui generis şartlar iki ülkede iki bambaşka uygulamayı zorunlu kılar. Öyleyse diyebiliriz ki hukuk her zaman mantık haricindeki koşullara da bağlıdır; hem hukuk kaidelerini ve maddelerini yazan kişilerin felsefesinden, hem o kişilerin hitap ettiği toplumun kültüründen etkilenir, hem de bunları etkiler. Bir ceza kanunu, öyleyse, yalnızca “suç” ve “topum düzeni” ile ilgili değildir, arkasında bir felsefe vardır: Nasıl bir kültürden doğdu ve nasıl bir kültür öngörüyor?
Türk hukuk sisteminin, şu halde, oldukça sorunlu bir toplum yaratacak bir anlayışta olduğunu görüyorum. Evvela ifade özgürlüğünde “halkın bir bölümünün benimsediği dini değerler” gibi muğlak bir ifadeyle taşa toslarsınız. Bu ifadenin geçtiği kanunun ilk maddesi, “Ceza Kanununun amacı; kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemektir.” Cümlesinden ibaret. Çoğu sair kanunlarda zikredilmiş olan genel hukuki prensiplere göre de, “tanımlanmayan şey suç olmaz”. Fakat yukarıdaki ifadede bir tanım sorunu var:
Din nedir?
Bir bölüm nedir?
Sırf sivrilik olsun diye şeytanın avukatlığına soyunsak, mesela, kanun “cemaatleşme”yi, tarikat kurmayı özendiriyor derdik. Zira dini inancınız yalnızca size münhasır ise, üzgünüz, sizin dini değerlerinizi istediğimiz kadar aşağılayabiliriz. Zira “bir bölüm”ün sizin değerlerinizi benimsemesi gerekiyordu.
Sonra, o bir bölümün limiti nedir? İki kişi yeterli midir? Bir köy? On bin kişi?
Pekala, din nedir? Dini değer nedir? Din yasayla tanımlanabilecek bir şey değil, biraz konuyu dağıtalım: Diyanet İşleri Başkanlığı personelinin devlet memuriyetini düzenleyen kanunun gereklerini yerine getirmekten başka “şart”ı olamaz. İlgili kanun, yönetmelik ve tüzüklerde de kanun koyucu surette de olsa laik bir devlet olduğumuzdan dini şartları belirlemekten özellikle kaçınmış. Falanca konuda doktora yapmış olmak, filanca alanda çalışmak, hafız olmak gibi şartlar var, evet, fakat bir ateist gayet o konuda doktora yapabilir ve hafız olabilir. İmanın tespiti gibi rasyonel olarak imkansız olan bir hususta kanun şart koyamaz, denetleme de yapılamaz, bu yüzden atama yönetmeliğindeki çok zayıf bir ifade, “ortak nitelik” ifadesi, ateist imamları engellemek için kullanılıyor. Açık günah işleyen yahut dini inancının olmadığı görülen DİB memurları bu ifadeye dayanılarak işten uzaklaştırılıyorlar. Bir devletin kanun ve yönetmelikle düzenlediği “dini” bir kurumun olması abes ve imkansızdır, Türkiye bu abesliği ortadan kaldırmak yerine, “fiili durumlar” yaratılıyor ki fiili durumlar hukukun düşmanı yahut zıddıdır.
Devam edelim, din nedir? Ben bir din kurdum dediğimde, kurmuş olur muyum? Bu yasanın koruma kapsamına girer miyim? Avukat Burhanettin Mumcuoğlu, mesela, devletin “Tengri” dinini tanıması için mücadele veriyor fakat hala tanınmıyor. Var olan dinlerin ötesinde, yeni din kurmak da mümkün, devletin verili listesine nasıl ekleteceğiz, nereye başvuracağız? Yahut, “ben bir din kurdum ve bu dinin mensubu erkekler ne kadar çok kadına tecavüz ederlerse o kadar cesur olduklarını ispatlarlar ve yüce Zımbırtı öldüklerinde onları ebedi alem konağı Uterusia’ya kabul eder” dediğimde, buna inanan diyelim ki beş bin kişi bulduğumda, tecavüz karşıtı eylem yapan kadınları “halkın bir bölümünün benimsediği dini değerleri alenen aşağılamak” suçundan yargılayacak mıyız?
Üstelik mevcut dinlerin ayan beyan ortada olan bir sorunu var: Hemen her din, diğer dinleri değilleyerek, eleştirerek yahut kendince düzenleyerek ortaya çıkar. Hemen her din, diğer dinleri aşağılar. Diğer din mensuplarının kör, sağır, dilsiz, aptal, ahlaksız (…) vs. olduğunu iddia eden Kuran’ı basan matbaayı, mesela, halkımızın bir bölümü inançsız, Hıristiyan, Yahudi, vs. olduğu için tutuklayacak mıyız? Her gün camilerde vazifesi bu olduğu için bu ayetleri geniş kitlelere okuyan imamları ne yapacağız?
Pekala kanun koyucu neden böyle saçma, yersiz ve mantıken uygulanamaz (fiilen uygulanabilir) bir kanun yazıyor? Kanun koyucu iyi niyetli ise, mezhep çatışmasından çekiniyor. Biri bir şey der ve bu öteki kesimi aşağılarsa, halk galeyana gelirse, kamu barışı bozulur diye düşünüyor. Fakat asıl barışı bozanın galeyana gelen halk olduğunu görmüyor: Suç olduğu sabit bir eyleme çağrı yoksa, yukarıda açıklandığı gibi “dini değer aşağılamak” çok absürt ve tanımlanamayacak, hukuki zeminde ele alınamayacak bir eylem. Birisi bir başkası tarafından paşa keyfi öyle istediği için tahrik edici yorumlanan bir söz etti diye birileri galeyana geliyor, kamu barışını bozuyorsa, suç işleyenler onlardır. Ancak kanun koyucu iyi niyetli ve tembel: Topluluk karşısında bireyi feda ediyor ve “başımıza iş çıkarma eşek herif” diyor. Kanun koyucunun kötü niyetli olduğu senaryoda ise, canı sıkıldığında gözünü korkutmak istediği bireyin tepesinde böyle muğlak ifadeli bir kanun tehdit unsuru olarak sallanıp dursun istiyor. Her halükarda, bu kanun bir kültürün aynası: Bireyin özgürlüğü önemli değildir, en sudan gerekçelerle dahi olsa onu kısıtlarız ve yeterince kalabalıksan işlediğin suç, suç değildir.
İşte, tam olarak bu yüzden ifade özgürlüğünü kullanıp kendince bir şarkı yazan (ki çok kötü bir şarkı, hiç beğenmedim) Sezen Aksu davaların, evinin önüne toplanmış öfkeli kalabalıkların hedefi oluyor da, yaşlı bir kadını evinin önünde korkuya sürükleyen kalabalıklara yaptırım uygulanmıyor.
Bu ev meselesi önemli. TamgaTürk’te bir haber: Evine giren hırsızı öldüren adam tutuklanıyor. Burada da Türk hukukunun nasıl bir kültür ve birey yaratmak istediğini görüyoruz: Asla karşı çıkmayan, kendini asla korumayan. Anglo-Sakson hukukunda “Castle Doctrine” denen bir doktrin vardır, kale doktrini. “Bir İngiliz’in evi kalesidir” klişesiyle anlatılır. Amerika’nın çoğu eyaletinde hala geçerlidir. Sık sık alıntıladığım Chatham Lordu’nun bir sözü arkasında yatan devlet ve hukuk anlayışını çok güzel gösteriyor:
“En fakir İngiliz, kulübesinde Kraliyetin bütün güçlerine meydan okuyabilir. Kırılgan olabilir, çatısı sallanabilir, içinden rüzgar geçebilir, tavanından yağmur girebilir ama İngiliz Kralı giremez. Kralın bütün gücü, bu harabenin eşiğinden geçmeye cesaret edemez!”
Kale doktrini, yalnız evine giren hırsızı öldürebilmene cevaz vermez, birey-devlet ilişkisinin sınırlarını da çok güzel belirleyen, altında yatan anlayışla, “nosyon”la nasıl bir vatandaş yaratılmak istediğini anlatan enfes bir olgu. Evin senindir ve o evde senin haklarını ihlal eden, sana tehdit oluşturan birini öldürebilme hakkın, evinin kanun koyucusu olduğun anlamına da gelir – düşüncelerin, yaşam tarzın, cinsel hayatın gibi “ev” meseleleri, bu veçhile, “kralı gelse” delinmez bir duvar arkasında güven altındadır.
Bizim hukukumuzda “meşru müdafaa” kavramı var, eşim başta olmak üzere hukukçu tanıdıklarıma sorduğumda, uygulamada hemen hiçbir zaman meşru müdafaa ile beraat kararı verilmediğinden bahsediyorlar. Örneğin, eşiyle arabasında giderken terörist sempatizanı bir sivil grubunun saldırısına maruz kalan bir asker, tabancasını çıkarıp korkutmak amaçlı ateş edince birini itlaf ediyor, ancak suçlu bulunup hapis yatıyor. Bu askerin cezalandırılması, hırsızı öldürenin cezalandırılması, hatta tutuklu yargılanması, basit bir mesajdır: Pısırık ol, kaç, direnme. Bir başka mesaj da şudur: Kanunlara uyan insan, uymayan ve bu yüzden cesur, saldırgan olan insan karşısında dezavantajlıdır. Halbuki “sıranın dışına çıkan” saldırgandır, hırsızdır ve benim keyfimi bozma hakkı yoktur. Sırf o şu veya bu sebepten bir evin güvenliğini ihlal edebiliyor yahut bir güruhla bir araçtaki aileye saldırabilecek kadar alçak diye, ben korkmak, çekinmek, alttan almak zorunda değilim. Ancak hem teoride, hem uygulamada, Türk hukuku uyarınca zorundayım: Türk hukuku korkak, zavallı, aciz ve “feda edilebilir” Türkler yaratmak istiyor.
Kale doktrinine bazı eleştiriler vardır, mesela bu doktrinin “suç oranlarını azaltmadığı” ve “ölümleri artırdığı” anlatılır durur. Kanunun tek işlevi suç oranlarını azaltmak değildir; hiçbir “günahı” yokken saldırıya uğrayan insanın güvenliği, beden bütünlüğü ve paşa keyfini korumak da hukukun bir işlevidir. Bir diğer eleştiri de bu olgunun “istismara açık” olması ki, gerçekten komik: Asıl istismar edilen, zahirde çok daha “politik doğrucu” görünen kanunlar; üstelik yargı ve kolluğun görevi doğru soruşturmayı yapıp istismarı engellemektir. Teknoloji, bu açıdan, muhalif tweetler atanları hızlı ve etkili şekilde tespit eden algoritmalar yazmak yerine, soruşturmaların isabetini artırmak için kullanılırsa, mesela, istismarın önüne geçilir. Eve davet ettiği insanı öldüren bir ev sahibi, mesela, dumanla çağırmadıysa ya aramış, ya mesaj atmıştır, bunlar ortaya çıkar ve cinayetten yargılanır, hüküm giyer. Ortaya çıkarması kolay bir istismar ihtimali var diye insanların cesur ve kanun tanımaz azınlık karşısında zayıf olmasını beklemek kadar alçakça ve insanlık onuruna dokunan bir tavır yoktur.
Hülasa, Türkiye’nin “bu halde” olmasının sebeplerinden biri de hukuk sistemi. O sistemin beslendiği kültür kötü, yarattığı kültür daha kötü. 90’lardan sonra doğan, dolayısıyla birkaç kuşaktır şehir hikayesi taşıyan ve kendisini evvelki Türklere göre daha çok önemseyen “Yeni Türkler”in tatmin olacağı bir hukuk sisteminin inşası, önümüzdeki yılların uzun vadeli meselelerinden biri olacak.
M. Bahadırhan Dinçaslan