1993 Türkiye açısından oldukça karanlık yıllardan biriydi. Enflasyon yedi başlı canavar gibi halkın yakasına yapışmış, PKK terörü giderek yayılmıştı. Suç ağının yolu çoğunlukla Türkiye’den geçiyordu. Yeni yılın henüz başında Lucky-S isimli gemi yakalanmış ve Kısmetim-1 operasyonundaki başarısızlığın aksine tonlarca uyuşturucu ele geçirilmişti. Yıl içinde ise terör saldırıları giderek artmış, PKK terörünün üzerine bir de laik, cumhuriyetçi ya da Atatürkçü olarak tanınan kişiler tek tek öldürülmeye başlanmıştı. Zaten birkaç senedir çok sayıda kişi ölmüştü. Bunlardan birisi evine kitap içerisinde patlayıcı gönderilen Bahriye Üçok’tu. Kendisi ilahiyat fakültesi eski dekanı olmasına karşın muhafazakâr kesim tarafından ciddi eleştirilere tabi tutuluyordu. Fakat 1993 yılının başında bir gazetecinin evinin önünde öyle bir patlama oldu ki ülke adeta sarsıldı. Uğur Mumcu suikasta kurban gitmişti. Aradan çok zaman geçmeden eski bakanlardan Adnan Kahveci şüpheli bir kazada öldü. Birkaç hafta gibi kısa bir zaman sonra içinde olduğu helikopter havalanamadan çakılan Jandarma Genel Komutanı Eşref Bitlis yanındaki askeri personeller ve PTT çalışanıyla beraber şehit oldu. Faili bulunamayan bu olayın cinayet mi yoksa kaza mı olduğu konusunda şüpheler sürüyor. Buzlanma sonucu düşüş iddiası hiçbir zaman mantıklı bir çerçeveye oturtulamadı. Bu sırada ise PKK ardı ardına sivil halka pusu kurarak adeta katliam yapıyordu.
Tüm bunların üzerine 17 Nisan 1993 tarihinde Cumhurbaşkanı Turgut Özal da şüpheli şekilde ölünce her şey karman çorman olmuştu. Süleyman Demirel cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturup Tansu Çiller de DYP Genel Başkanı seçildiğinde insanlar hükumetin devam edip etmeyeceği ile ilgili telaşa kapılmıştı. Neyse ki İnönü’nün çekilmesiyle yerine gelen Karayalçın koalisyona devam etmeye karar verince herkes derin bir nefes aldı. 1994 yılından 2000 yılına kadar PKK mücadelesinin yanında irtica tartışmaları da sürüyordu. 28 Şubat 1997 tarihinde yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısından sonra yayımlanan 18 maddelik bildiri muhafazakâr kesimi oldukça rahatsız etmişti. Özellikle tarikat ve cemaatlerin faaliyetlerinin önemli ölçüde kısıtlanması rahatsızlığı daha da arttırmıştı. Demirel’in laik kesimden yana olan tutumu ile Refah-Yol iktidarı da düşmüş yerine başka koalisyonlar kurulmuş ve kriz zamana yayılarak süreç yumuşatılmıştı. Bu dönemde özellikle PKK mücadelesinde İslami bir kanadın ciddi desteğinin olduğuna dair dedikodu kulaktan kulağa dolaşıyordu. Doksanlı yıllar boyunca bu nedenle birçok fail-i meçhul cinayet ya çözülemedi ya da kayıpların arkası araştırılmadı. Sayısı konusunda tartışmalar hâlen sürse de çalışmalar sonucu ortaya çıkan fail-i meçhul sayısı 2000’e ulaşmıyor.
Diyarbakır’ın Silvan ilçesine bağlı Yolaç köyünde 1978’de ortaya çıkan bir cemaat işte bu tartışmaların göbeğindeydi. 1979’da Hüseyin Velidedeoğlu önderliğinde sohbetlere başlamışlar, zamanla taraftar toplamışlardı. Hücreler halinde giderek yayılmışlar ve Batman’a kadar uzanmışlardı. Kendilerine Hizbullah diyorlardı. Sırlı bir cemaatti, elini kolunu sallayan herkes bu cemaate giremezdi. İslam’a oldukça katı bir yönden bakıyorlar, gerektiğinde düşmanlık ettiğini düşündükleri insanların ölüm cezasına çarptırılması gerektiğini düşünüyorlardı. Ülkenin tamamen şer-i hükümlerce yönetilmesini savunan cemaat tepkiler sonucu geri adım atmak zorunda kaldı. Bir de Müslüm Gündüz ile Fadime Şahin olayı yaşanıp Aczmendiler de tartışma konusu olunca temsilcileri tamamen sustu. Zamanla iyice kabuklarına çekildiler. Gizli buluşmalar, şifreli ağlar ve bilinmeyen kimliklerle adeta bir hayalet gibilerdi.
Bir gün yağan kuvvetli yağmur o büyük sırları açığa çıkarmıştı. Yoğun su çöküntüler yaratmış ve gizli hücreler görünür hale gelmişti. Duvara sabitlenmiş kitaplığın altındaki yolu bulan polis ekipleri canlı bir kişiye ulaştığında karşılaştığı gerçekle şok olmuşlardı. Tahta ya da demirle bağlanarak işkence edilen insanlar sözde "yargılanarak" öldürülüp aynı yere gömülüyordu. Sadece Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 50’ye yakın sığınak bulundu. Ama esas patlama 17 Ocak 2000 gününde olmuştu. Örgütün lideri Hüseyin Velidedeoğlu istihbaratın başarısı sonucu İstanbul’da bir villada kıskıvrak yakalanmış ve ölü olarak ele geçirilmişti. Ardından ülke genelinde ciddi bir arama çalışması başlatıldı. Batman, Diyarbakır, Adana ve Konya’da birçok ölüm sığınağı bulundu. Konya’nın Meram ilçesindeki zemin kazıldığında ortaya çıkan kadın ülkenin gündemine bomba gibi düşmüştü. Çünkü bu kadın İslam’a daha modern bakan, Kur’an-ı Kerim’in dogmatik yorumlandığını söyleyen ve tarikatlara karşı çıkan Konca Kuriş’ti. Aslında bedeni tanınmaz haldeydi ancak oğlu onu tenindeki benden tanımıştı. Ne yazık ki Kuriş domuz bağı denilen işkence yöntemi ile öldürülmüştü.
Domuz bağı, sonu ölümle biten işkence türlerinden biridir. Baş, ayaklar ve belden atılan birkaç düğümle yüz üstü yatırılan kurban sabit bırakılır. Bağlanan kişi her hareket ettiğinde ip daha fazla gerilir. Böylece ayaklardan uzanan ip boynu iyice vücuda doğru çekerek kişinin boğulmasına sebep olur. Katil işkence sürecinde kurbanın hareket etmesi için başka işler de yapabilir. Bağlanmış şahsı dövebilir, telle diğer uzuvları bağlanabilir ya da bazı yerlerini kesebilir. İşkence sonrası ölüm gerçekleştiğinde ise çoğunlukla bağlar açılmadan cenaze defnedilir. Çünkü düğümler öylesine sıkıdır ki ipleri kesmek gerekir. Bu ölüm türünü Maskelerin Ardındaki Sır isimli eserimde konu edinmiş, katillerin kurbanlarının hatalarıyla örülü ölümünü seyrederken duyduğu hazza değinmiştim.
Konca Kuriş tam 38 gün boyunca işkenceye tabi tutuldu. İşkence anları hep kayıt altına alındı. Öldükten sonra da işkence edilen evin altına defnedilmişti. Hizbullahçılar yakalanıp itiraflara başlayınca gösterdikleri her yer kazıldı. Cenazeler çoğunlukla gömülüyor, gömüldükten sonra da üzerlerine beton dökülüyordu. Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bulunanlar genellikle Kürt kimliği ile tanınan kişilerdi. Fakat İç Anadolu’da bulunan cenazeler daha çok İslam’a farklı bakan insanlardı. Bu da Hizbullah’ın farklı zamanlarda farklı kişilerle iş birliği yaptığını gösteriyordu. Konya’da üst üste atılmış 8 erkek cesedi bulununca diğer evlere de girildi. Bir kadın cenazesi bulunmuştu. 10 aydır kayıp olan Konca Kuriş olduğundan şüphelenilmişti. Zaten uzun zamandır da kimliği belirsiz kişilerce tehdit ediliyordu. Kimliği tespit edilebilecek bir halde değildi. Ailesi getirildi ama hiç kimse o olduğuna inanmıyor ya da inanmak istemiyordu. Daha sonra oğlu çağırıldı, annesinin cesedi gösterildi. Tepkisiz kalan genç karşısındaki bedeni inceliyor ama ne yaparsa yapsın tanıyamıyordu. O anda ayak bileğine dikkat etmiş ve beni görmüştü. Direnci de böylece kırılmış ve gözyaşlarına boğulmuştu. Yahya Kuriş yıllar boyu masaj yaptığı annesinin ayaklarının bu vaziyetini hiç unutamadı. Hele hele polisin kendisine seyrettirdiği işkence görüntüleri her daim zihninde kaldı.
Cenazeler gömüldükten sonra üzerleri betonla kapatıldığı için hava teması önemli ölçüde kesiliyordu. Bu nedenle çürüme süreci oldukça gecikmişti. Çürüme birçok faktöre bağlıdır. Nem, sıcaklık, açık hava ile temas ve ölüm şekli gibi unsurlar çürümenin şiddetini etkiler. Cesetlerin çoğunlukla burun ve kulakları vücutlarından ayrılmış ve saçları dökülmüş olur. Önemli ölçüde su kaybettikleri için daha da hafifler. Cesetlerin tespitinde çoğunlukla işkence görüntüleri ve yakınlarının yardımlarına başvuruluyordu. Örneğin Kuriş’in kimliği yalnızca ayak bileğindeki benle değil kaçırıldığı gece evde bıraktığı diş protezi denenerek elde edilen uyum sayesinde tespit edilmişti.
Tüm bu operasyonları koordine eden kişi İçişleri Bakanı Sadettin Tantan’dı. 1993 yılında İstanbul Emniyet Müdürlüğüne bağlı İstihbarat Başkanı olan Tantan mesleğin tabanından gelen biri olarak konuya oldukça hakimdi. AnaSol-M hükumetinin içişleri bakanı olduğunda kendisine bağlı kolluk kuvvetleri aracılığı ile çok başarılı operasyonlara imza atmıştı. 2000 yılının başından sonuna kadar birçok hücre bulunmuş ve Hizbullah’ın neredeyse beli kırılmıştı. 2001 yılına gelindiğinde ise Hizbullah örgütünün tamamen bittiği düşünülüyordu. Kars ilinde gösterdiği başarılardan sonra Diyarbakır’a emniyet müdürü olarak atanan Gaffar Okkan, Hizbullah’ın kurucusu Hüseyin Velidedeoğlu’nun öldürülmesinde rol oynamıştı. Cemaat, liderinin öldürülmesine çok içerlemiş ve Okkan’a düşman olmuşlardı. Yeni emniyet müdürünün halka yakın tavrı sevilmesine neden oldu. Teşkilattaki başıboş görüntünün de önüne geçerek halk-polis bütünleşmesini sağladı. Velidedeoğlu’nun öldürülmesinden bir sene sonra Gaffar Okkan silahlı saldırıya uğradı. Kafasına 20 mermi isabet eden emniyet müdürüne 16 kişi saldırmıştı. İki yüzü aşkın boş kovan da cenazenin yanına dizilmişti.
Hizbullah, halen birtakım kişiler tarafından yaşatılmaya çalışılan bir örgüt. Liderliğini ise yargılandıktan sonra adli kontrol şartıyla serbest bırakılan ama karakola uğramayarak firar eden Edip Gümüş yürütüyor. Üstlendikleri cinayetlerin bile kan dondurduğu örgütün kaç kişiyi öldürdüğü ile ilgili net bir sayı veremiyoruz. Ama Kuriş’in ve diğerlerinin geride bıraktığı acı hatıralar sevenlerinin kalbinde yaşamaya devam edecek. Hele son görüntüleri akıllarından hiç silinmeyecek…
Akıl Almaz Olaylar serisine göstermiş olduğunuz ilgiye teşekkür ederiz.
Uzun zamandır okuduğum en iyi yazılardan.