Biraz et, biraz yağ, bir parça da su. Bunları bir araya getirdiğinizde aklınıza ilk gelen şey şahane bir yemek olabilir sadece. Ancak elektriksel bağlantılar, kimyasallar ve hormonlar ile bu birkaç yüz gramlık organ insan hayatının yönünü değiştirecek kadar kuvvetli. Kimi zaman kendi halimizde yaşamamıza, kimi zaman da kitleleri imha edebilecek kadar şeytani olmamıza yol açan kıvrımlı dünya.
Beynin nasıl oluştuğu, evrimleştiği ya da bugünkü hale geldiği konusu tartışılıyor. Beyni ve kalbi olmayan denizanaları yaşamlarını sürdürebiliyor. Aksine birden fazla beyin ve kalp taşıyan ahtapotlar da sekiz ayrı kolu hareket ettirmek için buna ihtiyaç duyuyor. Doğada beyin taşıyan canlıların bir kısmı (Yüz canlıdan beşi) aynı zamanda omurgaya da sahiptir. Omurga, beyinden aldığı sinyali vücuda iletirken adeta bir yol görevi görür. Beyin ile uzuv ya da organ arasındaki bağlantı kesildiğinde işlev görülmez. Bu nedenle ampute edilen organlar hayatiyet göstermezler. Fakat bir ahtapotun kolunu kestiğinizde hareket etmeye devam eder. Çünkü kolların hepsi ayrı bir beyin mekanizması ile çalışır. İnsan beyni ise kan yoluyla beslenir. Bu nedenle kafa vücuttan ayrıldığında beyin yaşayamaz. Reflekslerin bir süre devam edip etmediği hâlen sorulan bir soru. Bunu denemek isteyen kütle korunumu yasasını bulmuş Antonie Lavoisier ilginç bir olaya imza attı. Daha doğrusu kayıtlara böyle geçti. Gerçek olduğu konusunda ise somut bir belge yok.
Lavoisier, Fransız Devrimi (1789) gerçekleştikten sonra dolandırıcılık ve yolsuzluk suçlamaları ile idama mahkûm edilmişti. Bir süre hapishanede kaldı. Bu dönemde bilim aşkını durduramıyor, sürekli bir şeyler düşünüyordu. O sırada idam mahkumlarını da incelerken aklına bir soru takıldı. Kelle koptuktan sonra beynin çalışıp çalışmadığını merak ediyordu. Bu nedenle arkadaşını çağırdı, törene katılmasını ve idam edildikten yüzüne bakmasını isterdi. Eğer beyni çalışıyorsa gözlerini kırpacaktı. Giyotinler kuruldu, 28 kişi sırayla çağrıldı. Cellatlar o kadar tecrübeliydi ki 35 dakikada tüm idamları bitirdiler. Sıra Lavoisier’e gelmişti. Arkadaşına baktı, onu gördü ve boynunu boşluğa koydu. Bıçak indiğinde Lavoisier’in başı sepetin içine düştü. Arkadaşı merakla yaklaştı ve yüzüne baktı. Lavoisier gözlerini kırpıyordu. Birkaç yıl sonra Lavoisier aklandı ve ailesine özür mesajı iletildi.
Beyin, oldukça yumuşak yapıdadır. Hatta otopsi sırasında alınırken eller arasında kayacak kadar gevşektir. Bu nedenle beyin incelenmesi gerektiğinde birçok kimyasala maruz bırakılarak sertleştirilir ve dilimlenir. Ağırlığı ise kişiden kişiye değişir ama kütlesi ile zekâ arasında pek de bağlantı yoktur. Yani birisinin kafası büyük diye daha zeki olacak değildir. Canlının boyutları arttıkça beyin kütlesi de büyür. Bir filin beyni insan beyninden daha büyüktür ama insan filden daha zekidir, ayrıca daha bilinçlidir. Örneğin Albert Einstein’ın beyni küçüktü ama o kadar kıvrımlıydı ki insanları şaşırtmıştı. Beynin kıvrımlı olması yüzey alanını arttırır. Yüzey alanı arttığında ise daha çok etkileşim gerçekleşir. Kıvrımlar zekâ ölçütü olmamakla birlikte önemsenir.
Beyin dokusu tıpkı diğer dokular gibi yeni hücreler üreterek yaşar. Yıllar boyunca bilim insanları beyin hasarlarını incelemiş, hasar sonrası kontrol kaybı yaşandığı için beyin hücrelerinin çoğalmadığını düşünmüşlerdi. Sabit sayıda hücrenin zamanla azaldığını ve bu nedenle öldüğümüzü öne sürmüşlerdi. Ancak beynin bazı bölgeleri incelendiğinde (Hipokampüs) yeni hücre ürettiği tespit edildi. Bir şey öğrenirken, hafızada tutarken yeni hücreler üretiriz. Sinirsel bağlantılar kurarak o bilgiyi sağlamlaştırır ve davranış haline getiririz. Aslında beyin taşıyan tüm canlıların bir temel beyni var. Bu ilkel yaşamımızın bize kalan kodlarını içeriyor. Zamanla beyin büyümüş, temel bölgelerin üzerine yeni bölümler eklenmiştir. Uzmanlar şu an için beynimizi sağ ve sol olmak üzere iki lob olarak inceliyor. Ancak beynin her bir bölmesi bağlantılar oluşturarak bir bütün gibi davranır. Bunu yapamayan insanların her lobu ayrı olarak çalışır. Buna Asperger Sendromu denir. Ünlü fizikçi Isaac Newton da bu hastalıktan mustariptir.
İnsanları en çok düşündüren şey ise duyguların nasıl oluştuğudur. Aslında bu durum kolaylıkla anlaşılabilir. Sıcak bir malzemeye dokunduğunuzda refleks olarak hemen elinizi geri çekersiniz. Bunlar öğrenilerek gelen ve gözlemlenerek kalıcı hale gelen davranışlardır. Duyguları yöneten beyin bölgeleri elbette farklıdır. Bir insan yaşadığı şeyleri değerlendirip bunlara yönelik analitik şeyler geliştirmek yerine bunlara tepki vermeyi daha kolay yapabilir. Bu nedenle bir etkenle karşılaştığında bunu analiz etmekle uğraşmaz. Üzülür, ağlar, güler, tepinir, tutunur, bırakır ya da vurur. Zamanla beyin kendisine hizmet eden organlara sinyaller göndererek bunu hormonlar ve kimyasallar ile yapar.
Korktuğunda adrenalin, sevindiğinde serotonin, uzanmak için boy uzaması gerektiğinde uzun kemiklere etki eden tiroksin ve vücuda yabancı bir şey geldiğinde korumak için histamin üretir. Bunlar metabolik yolakları aktive ederek hayatı sürdürmeye çalışır. Örneğin bacağınıza çıkaramayacağınız kadar ince ve mikroplu bir şey battığını düşünün. Şu anki teknoloji ile cerrahi aletlerle bu etken kolayca ekarte edilir. Ancak klasik insan bunu ilk tecrübe ettiğinde vücudu düşünüp tartmak yerine histamin salgılar. Bu hormon bölgedeki damarları genişletip bölgesel tansiyonu düşürür. Ardından karıncalanma ve kaşınma hissi yaratır. İnsan ise bölgeyi tırnakları ile kaşıyarak bir nevi yabancı maddeyi uzaklaştırmaya çalışır. Yahut korkmak. Korku, hayatta kalmamızın en önemli etkenidir. Doğada av pozisyonunda olan insan öldürülme korkusu taşır. Bu nedenle vücut tehlike gördüğünde adrenalin salgılayarak enerji kullanma kapasitesini arttırır. Kaçmak, saklanmak ve hızlı karar vermek konusunda etkileri olur. Tıpkı korku filmi seyrederken gözleri kapatmak gibi. İşte duygularımız aslında bu denli ilkel kodlardan kaynaklanır. Zamanla toplumlaşma süreci yaşanmış ve duygusal birtakım kayıtlar ile kodlar kanunlaşmıştır. Kimileri için bu kanunlar uygun görülmemiş ve suç işlenmiştir. Ez cümle; duygular kişiden kişiye değişir, iyi hasletler genellikle ortak olmakla birlikte bazı durumlarda tavırlar değişebilir.
Beynimizin hâlen en aktif kısımlarından biri az önce değindiğimiz korkularımızı da yöneten Amigdala. Hatta o kadar etkin ki küçücük bir tetikleyici bile tüm vücut işleyişimizde değişikliklere yol açıyor. Böbrek üstü bezleri aktive oluyor, adrenalin adeta tüm vücudu yarıp geçiyor, kalp atış hızımız artıyor ve her saniye adeta çivi gibi hafıza merkezimize çakılıyor. Burada hafıza merkezimiz olan Hipokampus’un da Amigdala’ya çok yakın olduğunu belirtmeden geçmeyelim. Yani aslında hafızamız oluşurken korkularımız oldukça etkili. Bu nedenle hayatımız boyunca bir şeyleri tercih ederken, tehditlerle karşılaştığımızda tepki verirken ya da karar alırken aslında korkularımıza teslim oluruz. Ancak bir tarafıyla beynimiz korkularımızı unutmaya çok müsait. En çok korktuklarımızı bile bazen unutur ya da yanlış hatırlarız. Bunun iki sebebi var ya beynimiz bu korkuyu yahut acıyı unutarak yoluna devam etmek istiyor ya da gerçekten her olayı unuttuğu gibi bu olayı da unutuyor. İlki kimi zaman daha travmatik olabilirken ikincisi aslında beynin kendi kendine uyguladığı "resetleme"dir. Çünkü beyin her ne kadar en iyi işlemciden daha iyi olsa da dünyanın tüm bilgilerini hatırlayıp tutacak kadar kuvvetli değildir.
Bir dönem İstanbul’da korku salmış ve Ümraniye Sapığı olarak bilinen Yaman Özçelik bu duruma örnek verilebilir. 12 kızı kaçırıp tecavüz eden 3 kıza da tecavüz girişiminde bulunan adamı yakalamak için polis harıl harıl çalışıyordu. Ancak mağdurlar her gün farklı robot resimler çizdirdiler. Polis ressamlarının çizdiği robot resimler oldukça sorunludur. İnsanlar yanlış hatırlayabilir ya da hiç hatırlamayabilir. Kolluk kuvvetleri bambaşka birini robot resimdeki şahsa benzetebilir. Aslında bu da beynin bir çeşit çözümleme metodudur. Buna Düşünsel Tuzak (Cognitive Bias) denir. Yani beynimiz inandığı şeyi uygulamayı amaçlar bu nedenle önyargılıdır. Robot resimler sebebiyle özellikle DNA analizlerinin yoğun olmadığı dönemlerde birçok insan yanlışlıkla tutuklandı, hapis yattı. Kirk Odom isimli şüpheli bunlardan biri. 31 yıl kaldığı hapishaneden Ferhan Şensoy oyunu misali "Pardon" denilerek salıverildi. Az önceki olaya dönersek; Ümraniye sapığına ait robot resimler neredeyse tüm kanallara verilir olmuştu. Hatta sırf bu robot resimler yüzünden toplum ciddi anlamda korkmuş, çocuklarda travma yaratılmıştı. Sürecin sonunda hiçbir suçu olmayan bir inşaat işçisi tutuklandı. Günlerce yazılı ve görsel basın adeta duygusal linç uyguladı. DNA testi yapıldığında suçsuz olduğu anlaşıldı fakat esas fail bulununcaya kadar bırakılmadı. Sonunda gerçek Ümraniye Sapığı yakalanmıştı. Serbest bırakılan adam Masumiyet Karinesi ihlal edildiğinden ötürü açtığı davayı kazandı. Kurbanı suçlamak ya da Victim Blaming denilen tuhaf psikolojik durum ise bir sonraki yazımızın konusu.
Burada hipokampüse girmişken birkaç detayı da atlamayalım. İlk beyinler oluşurken aslında hipokampüs daha da önemli bir konumdaydı. İşitmek, koklamak ve diğer türlü aktivite burada oluşan hafıza ile gerçekleşirdi. Koku alma duyumuz da hipokampüs ile yakın ilişkilidir. Bu nedenle annemizin pişirdiği kıymalı patatesin kokusunu unutmayız. Yahut sevdiğimiz birinin kokusunu hissettiğimizde anılarımız zihnimizde canlanır. Bu noktada diğer duyularımızı da elbette merak etmişsinizdir. Görme duyumuz diğer duyularımızın tersine oldukça gelişmiş bir beynin sonucudur. Çünkü yağdan oluşan bir dokuda çok farklı özellik gösteren hücrelerin toplanması ve görev yapması mucizevi bir şeydir. Bu nedenle işitme ve koklama ile görmeyi yöneten beyin bölgeleri farklıdır.
Tüm bunlardan azade insanların aklını kurcalayan sorulardan birisi ölümsüzlük. Beyin öleceğini anlayıncaya kadar hayata tutunmak ister. Ancak ölüm sürecini hissettiği anda daha farklı çalışır. Geçmişe dair anıları hatırlar, kendisini korumaya alır ya da vücutta farklı hormonların üretim yolunu açar. Beyin ölümü gerçekleştikten sonra bilinmeze yolculuk başlar. Beyni ve dolayısı ile vücudu sonsuza kadar yaşatmaya çalışan bilim insanları sadece ömrü uzatmayı başarabildiler. 20 yaşında ölen insanlar artık 80 ila 100 yaşlarını bulabiliyorlar. Tıp yeterince ilerlemesine karşın ölümsüzlük hâlen hayal. Hele hele ölen insanları tekrar hayata döndürmek neredeyse imkânsız. Hepimizin hayalidir kaybettiklerimizi yeniden ayakta görebilmek. Fakat bu gerçekleşse bile aynı insana ulaşacağımız tamamen muamma. Bunu Pet Sematary kitabında konu edinen ABD’li yazar Stephen King, ölenlerin her zaman iyi dönmeyeceğini ve bu nedenle de rahatsız edilmemesi gerektiğini savunur.
Ölenlerin geriye dönse bile nasıl döneceğini bilmiyoruz. Ama şunu biliyoruz. İnsan beyni bünyesinden ve çevresinden gelen etkilerle farklı bağlantılar oluşturur. Bu bağlantılar bizi biz yapar. Bu nedenle birisi geri dönse bile asla o eski arkadaşınız, anneniz, eşiniz ya da çocuğunuz olmayacaktır. Belki de sizi hiç tanımayacak, bir yabancı olarak görecektir. İyilik timsali olan birisi katil, dolandırıcılıktan hüküm giyen birisi rahip olabilecektir. Bu nedenle ölenleri geri döndürmek değil ömrü uzatmaya çalışmak yapılabilecek en doğru iş. Bilim insanları da zaten bunu yapmaya çalışıyor…