Hepimiz hayatımızın çeşitli dönemlerinde bazı konulara ilişkin kaygı duyarız. Kimilerimiz bunu önemli ölçüde hisseder. Kaygıları hayatının merkezine oturtur. Bu insanları hemen tanırsınız. Alınlarında seksen yaş çizgileri, gözlerinde hafif bir umutsuzluk, telaşlı el ve kol hareketleri ile konuşma ya da dinleme konusunda yaşanan sorunlar gözle görülür haldedir. Sınava giren bir genç, emeklilik gününü bekleyen bir yaşlı, kurada ev çıkmasını bekleyen orta yaşlı bir kadın ya da milli piyango biletiyle yılbaşı gecesi televizyon başında bekleyen adam. Hepsinin iyi ya da kötü yaşadığı bir kaygı vardır. Bunların çoğu kısa zamanlıdır. Ancak kaygı hâli gereğinden fazla uzun sürüyor ve kişinin hayatını etkileyecek düzeye geliyorsa işte sorun bambaşka bir yerdedir.
Anksiyete ya da terim olarak anksiyete bozukluğu, devamlı olarak gelecekte olacaklara ilişkin kaygı duymak ve hayatını buna göre şekillendirmektir. Beynimiz tehditlere ya da hayati tehlike uyandıracak etkenlere karşı savunma mekanizması geliştirmiştir. Çoğunlukla tehditlere karşı korkarak tepki veririz. Bu duygu kan akışımızı hızlandırır, adrenalin salınımını ve kalp atış sayımızı arttırır. Korkular bizi hayatta tutan en önemli duygulardandır. Ancak yaşanabilecek her türlü tehdidi düşünerek kaygı duymak başka bir şeydir. Korkudan farklı olan bu duygu tırnak ve dudak eti yemek, terlemek, titremek, gezinmek ya da volta atmak yahut yatağa gömülerek kimseyle konuşmamak şeklinde tezahür edebilir. Her ne kadar belirtileri ve sonuçları farklı olsa da hem korkuyu hem de anksiyeteyi oluşturan beyin bölgesi neredeyse aynıdır. Amigdala da denilen hafıza ve duygusal tepkilerimizi oluşturan bu bölüm geçmişten ve aileden gelen kayıtları, kodları hep saklı tutar. Amigdala erkeklerde daha büyüktür. Bunun sebebi kadınlarda amigdala gelişiminin erken tamamlanmasıdır. Erkeklerde gelişim süreci uzun olduğundan bu büyüklük normal karşılanır. Amigdala büyüklüğünün testosteron ile yakın ilişkili olup olmadığına dair çalışmalar sürüyor. Kadınların çocukluk korkularının hayatı boyunca sürmesi, erkeklerin alışkanlıklarının ergenlik döneminde belirlenmesinde de amigdalada oluşan kayıtların etkisinin olduğu düşünülmekte.
Dünyanın gittikçe daha da stresli hale gelmesi zamanla anksiyete düzeyini arttırdı. Devletler arası ilişkilerde halkların sürece dâhil olması, savaşların artması, viral pandemiler, kitlesel ölümler, gıda kıtlığı ve küresel ısınmaya bağlı oluşan ekonomik daralmalar ile krizler bu artışta önemli ölçüde etkili oldu. Özellikle pandemi döneminde insanlar eve kapanmanın da getirdiği kaygıyla daha dikkatli olmaya başladı. Bu dönemde kilo alınması ve buna bağlı olarak sağlık problemlerinin artması, yakın çevredeki insanların ölmesi gibi durumlar sebebiyle çoğu kişi pandemi sonrasında anksiyete yaşamaya başladı. Ayrıca kapalı mekânda kalmanın getirdiği depresyon etkisiyle üniversite çağındaki gençler özelinde psikiyatrik muayenelerde artış gözlemlendi. Dr. Ellen Vora’nın 2022 yılında yayınladığı çalışmada Anksiyete Salgını ismiyle adlandırılan bu durum tüm dünyada bir sorun. Kaygı artık bireysel değil toplumsal bir bakışa dönüştüğünden tedavi edilmesi daha da güç. Vora bu salgının beden sağlığından ortaya çıktığını düşünse de karşısında yer alan psikiyatrlar da var. Kimi psikiyatrlar anksiyetenin genetik olabileceğini, insanların büyüme ve gelişme aşamasında bu hastalığa tutulabileceği konusunda fikirler öne sürüyor. Mevcut bilgilerle en akılcı açıklama, insanın özü ile çevresi arası etkileşim sonucu anksiyetenin oluştuğu yönünde.
Kaygılarımız dünyaya geldiğimiz andan öldüğümüz ana kadar bizimle yaşayan bir kavram. Sınav stresi da olarak bilinen Sınav Anksiyetesi’nden tutun bir tiyatro sanatçısının insanlarla yüz yüze gelmeden önce kalbinin sıkışmasına neden olan Sahne Anksiyetesi ya da her türlü işe başlamadan önce o işi iyi yapıp yapamayacağına dair oluşan Performans Anksiyetesi’ne kadar. Hatta performans anksiyetesi öylesine geniş bir kavramdır ki, doğru notaları basmasına rağmen defalarca kayıt isteyen usta sanatçılardan evliliğinin ilk gecesinde eşine yeterince ilgi gösteremeyeceğinden korkan partnerin zihnine kadar girer. Anksiyete zamanla alışkanlığa dönüşür ve takıntı haline gelirse işte o zaman herkesin adını sıkça duyduğu Obsesif Kompulsif Bozukluk (OKB) oluşur.
Kilitlediği kapıyı defalarca açmayı deneyen, çıkardığı fişi takıp yeniden çıkaran, bindiği toplu taşımadan inip evine dönerek yıkadığı bulaşıkları tekrar kontrol eden insanların önemli bir bölümü OKB’den mustariptir. OKB ilerledikçe anksiyetenin şiddeti de artar. Böylece sürekli birbirini besleyen ciddi bir hastalığa dönüşür. Zamanla insanların arasından uzaklaşılıp kendi içine kapanma görülür. Bu da Sosyal Anksiyete olarak bilinir. Sosyalleşememenin verdiği zararın boyutları tahmin edilemeyecek ölçüdedir. En hafifi bile yeme bozukluğuna yol açarken ağır tablolarda madde kullanımından intihara kadar çeşitli sonuçlara şahit olunabilir. Eğer anksiyete vücutta karın ağrısı, baş dönmesi, denge problemleri ya da sinirsel belirtilere sebep oluyorsa bu da Somatik Anksiyete olarak bilinen bir kavramdır.
Anksiyete sadece hayatın içinden değil hayatın ta kendisine duyulan merak sonucu ortaya çıkabilir. Son zamanlarda özellikle mevcut dinlerin, ideolojilerin ve kabullerin sorgulanması ile ortaya çıkan Varoluşsal Bunalım ya da Varoluşsal Kriz insanı ciddi anlamda cendereye sokabilir. Dünyaya nasıl geldiğini, bir yaratıcının olup olmadığını sorgulamaktan başlayan bu bunalım kimi zaman hayati tehlikeye neden olacak aktivitelerin yolunu açar. Bilimsel olarak kanıtlanması güç bazı konularda bunalım daha da artar. Ancak bu noktada yapılacak olan şey bilimin ve dinin birbiriyle ayrı kavramlar olduğunu bilmek, iman ile deneyi bağdaştırmanın imkânsız olduğunu anlamaktır. Çünkü dinler koşulsuz imanı öğütlerken bilim herkes tarafından kabul edilen bilginin bile defalarca test edilmesini makbul görür. Kimileri bu cendereden çıkmak için iki kavramı ayrı tutarken kimileri ise Friedrich Nietzsche’nin Nihilizm’ini daha akılcı bulabilir.
Az önce bahsettiğimiz konuya dönersek; anksiyete kişinin bünyesinden kaynaklandığı kadar toplumsal süreçlerin de bir sonucudur. Hastalık, savaş ya da ölüm birçok insanın kaygısını arttırır. Bu süreçlerin sonunda insanlar ölüm korkusuna teslim olabilirler. Ölüm korkusu neredeyse tüm insanlarda bulunan doğal bir korkudur. Ancak kimileri bu korkuyu daha derin yaşar. Yorulduğunda nefes nefese kaldığı zaman kalp krizi geçirdiğini düşünen, yatağa yattığında boğulduğunu hisseden ya da kalbinin teklediğini düşünenler test yaptırdıklarında herhangi bir ritim bozukluğu ile karşılaşmıyorlarsa muhtemel etken Panik Atak’tır. Bu hastalığa tutulan kişiler yakın çevresini korkutacak kadar etkilenebilirler. Hatta apar topar hastaneye götürdüğünüz bir yakınınıza onlarca test yapılmasına karşın hiçbir hastalığı görünmeyebilir. İşte bu durumlarda bir psikiyatra gidip muayene olmakta fayda vardır.
Kimi zaman ise ailenizden birini kaybettiğinizde, kaza geçirdiğinizde ya da sizin dahlinizle biri öldüğünde kendinizi suçlayabilirsiniz. Bu duygudan doğan kaygı ise Travma Sonrası Stres Bozukluğu’na (PTSD) neden olabilir. Kişi sürekli kendisini suçlar adeta yaşamayı haksızlık olarak görür. Bu durum özellikle depremde yakınlarını kaybedenlerde, savaş esiri olup salıverilenlerde ve bir felaketten kurtulan kişilerde görülür. Tedavi edilmediği durumlarda sonuçlarının çok ağır olabileceğini söylemeden geçmeyelim. Bu vesileyle depremde ölen vatandaşlarımızın yakınlarına baş sağlığı diliyoruz. Bunun yanında kendilerini kötü hissetmeleri hâlinde mutlaka muayene olmalarını da tavsiye ediyoruz.
Bu yazı dizisiyle sizlere 5 bölümde çağımızın en çok görülen ve toplumsal açıdan en çok problem oluşturan hastalıklarını anlattık. İlk üçü Karanlık Üçlü de denilen oldukça sorunlu kişilik bozuklukları idi. Kişinin empati yeteneğini tamamen kaybetmesiyle ortaya çıkan Psikopati, buna bağlı olarak görülen ve şahsına gereğinden fazla önem verme yani Narsisizm ile kendisini her konuda haklı çıkarmak için her türlü yolu deneme olarak bilinen Makyavelizm. Diğer iki yazımız ise bunların kurbanı olanların tutulduğu hastalıklar. Narsist ve Makyavelist insanların kendi çıkarları için toplum dışına ittiği majör depresif insanlar, psikopatların kaygıya sürüklediği anksiyete bozukluğu yaşayanlar hep mağdurlardır. Toplum ne yazık ki bu hastalıkların pençesinde iken ahlaka ve kanunlara sığınmadan bir çıkar yol bulunabilecek gibi değil. Çünkü etik denilen mevzu insanların arasından çekileli epey zaman oldu. Entropi ise hiç sekmeden işlemeye devam ediyor. Bütün bu dağılmanın ortasında bizi bir arada tutan sevgiye, hassasiyetlere, inceliğe ve aşka dört elimizle sarılmalıyız.
Çağımızın Hastalıkları serimiz sona ermiş bulunuyor. Bir sonraki kapsamlı çalışmamız olan "Aşk" yazısında görüşmek dileğiyle.