Tarihimizde çok sayıda önemli isim, lider, sultan ya da padişah çeşitli yerlere defnedilmiş ve cenazesi belli bir maksatla dışarı çıkarılmıştır. Bunlardan en meşhuru Kanuni Sultan Süleyman’dır. Zigetvar Kalesi bir türlü düşmemiş ve Sultan Süleyman’ın hastalığı giderek ağırlaşmıştı. O gün Sokollu Mehmed Paşa durumu gizlemiş ve orduyu yönetmişti. Sabaha karşı Sultan Süleyman vefat etti. Zigetvar Kalesi hâlen fethedilemeyince padişahın iç organları, kalbi vücudundan alınıp oraya defnedildi. Kanı çekilerek tahnit edildi. Fetih sonrası cenaze Belgrad’a kadar getirildi ve ölüm haberi askere orada verildi. İnsanlar Sultan Süleyman’ın öldüğünü öğrendiğinde Sultan II. Selim çoktan tahta kurulmuş babasının cenazesini bekliyordu.
Pek bilinmez ama Nice’de (Fransa) yaşayan ve 1994 yılında orada vefat etmiş Şehzade Mehmed Orhan Efendi’nin cenazesi çok kötü bir olaya karıştı. En renkli simalardan biri olarak tanınan Şehzade Mehmet vefat edince çok sınırlı bir katılımla farklı dinlerden insanların yattığı bir mezarlığa defnedildi. Ancak Fransa’da cenazelerin bir yerde gömülü kalabilmesi için belli bir miktar paranın ödenmesi gerekiyordu. O dönemde aileye yakın olan Murat Bardakçı çoğu ihtiyacı karşılamaya çalışsa da yetişemeyince aileye yardımcı olması konusunda talepte bulundu. Osmanoğlu ailesinden hiç kimse o parayı karşılamadı ve cenazenin kemikleri mezardan alındı. Fransız yönetim kemikleri diğer dinlerden insanların olduğu bir kuyuya attı. Artık istense bile kemiklerin bulunması neredeyse imkânsız. Yani sosyal medyayı yıkan, ekranları kaplayan Sultan II. Abdülhamid furyası Abdülhamid Han’ın torununu kurtarmaya yetmemişti. Bu durum bizim fikirlere çabucak kapıldığımızı ama gereğini yapmadığımızı gösteren en önemli örneklerden biridir. İsterseniz daha büyük bir rezalete, bu yazının konusu olan o ilginç olaya dönelim.
1961 yılında Anadolu Selçuklu Devleti dönemine ait çok sayıda yapının düzeltilmesi için projeler yapılıyordu. Medreseler, camiler ya da küçük yapılar. Tamamı iyi ya da kötü tamir ediliyordu. Ancak turpun büyüğü heybedeydi. Alaaddin Tepesi üzerine konuşlanan kompleksin tamiri belki de en zoruydu. 1968 yılında Alaaddin Camii’nin mihrap ve kıble bölgesinde oluşan yıkılmalar sonucu restorasyon çalışmaları başlatıldı. Vakıflar Genel Müdürlüğü işi önemli ölçüde sırtlanmıştı. Fakat çalışmanın yalnızca bununla sınırlı kalamayacağı, caminin tümünü tamir etmek gerektiği anlaşıldı. Sultan I. Mesud tarafından başlanmış ve Sultan I. Alaeddin Keykubat tarafından tamamlanmış yapı yedi yüz yılı aşkın zamandır ayaktaydı. Bu yüzden hem temelin sağlamlaştırılması hem de etraftaki yapının uyumlu hâle getirilmesi planlandı. Alaaddin Tepesi ve civarında büyük bir restorasyon çalışması başlatıldı. 1971’e kadar çalışmalar gayet iyi gidiyordu. Temel sağlamlaştırıldı, mihrap onarıldı, II. Abdülhamid zamanından çiniler bulundu ve yapı düzeltildi. İş alandaki sultan mezarlarına gelince işte o korkunç olay yaşandı.
Bahçedeki türbede defnedilmiş -bilindiği kadarıyla sekiz Selçuklu sultanı yatıyordu. Bunlar camiyi yaptıran Sultan I. Mesud, I. Gıyaseddin Keyhüsrev, Alaeddin Meydanı’nda bulunan meşhur Kılıçarslan Köşkü’nü yaptıran II. Kılıçarslan, Alanya fatihi I. Alaeddin Keykubat, II. Gıyaseddin Keyhüsrev, II. Rükneddin Süleyman ve IV. Rükneddin Kılıçarslan’dı. 1166 ile 1284 yılları arasında hüküm süren bu sultanların hepsi için feth-i kabir yapıldı. Mezarlar bildiğiniz Müslüman mezarları gibi değildi. Üstte yer alan sandukalar birinci katmandı. Altında bir de Zir-i Zemin denilen ve cenazelerin medfun olduğu başka katman vardı. Bu nedenle feth-i kabir yapmak isteyenler alt kata indiler. Mezarlar açıldı, içerisinde uzun yıllar orada kalmasından ötürü kemikleşmiş cenazeler vardı. İyi koşullarda defnedildikleri için kemikler ufalanacak durumda değildi. Bu koşulları açmakta fayda var.
Eski Türk devletlerinde krallar ve şahların bedenlerine çok dikkat edilirdi. Selçuklu sultanları da bu kapsamda oldukça özenli bir şekilde defnedildi. Cenazeler mumyalanır ya da tahnit edilir. Daha sonra bir ölçüde korunmuş olan beden iyice sarılarak hava teması kesilirdi. Lahdin içerisine konulan cenaze etrafı duvarla örülmüş bir muhafazanın içine yerleştirilir ve üstü kapatılırdı. Ülkemizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk de böyle defnedilmişti. Hatta bu yapılar sayesinde çok sayıda mezar da bulunmuştur. Örneğin Kanuni Sultan Süleyman’ın kız kardeşi Şah Sultan’ın mezarı uzun zamandır bulunamamıştı. Hafsa Valide Sultan’ın türbesinde yapılan restorasyon sırasında tuğla muhafaza bulununca kapsam genişletildi. Bulunan kişi padişahın sevgili kardeşi Şah Sultan’dan başkası değildi. Olaya dönelim. Dikkatlice alınan kemikler ayrı ayrı torbalara konuldu. Örneğin 1. torbada Sultan I. Mesud’un 4. torbada II. Gıyaseddin Keyhüsrev’in kemikleri vardı. Torbalar depo benzeri bir yere kaldırıldı. Türbe inşaatı tamamlandıktan sonra yeniden defnedilmek üzere muhafaza edildi. Ancak o kötü günün sabahına kadar.
Kemiklerin konulduğu depo havalandırma deliklerinin olduğu bir zemin kattı. İşçiler o gün o kadar yorulmuşlardı ki kemikleri mezara yarın yerleştirmeye karar vermişlerdi. Sabah geldiklerinde kaval kemikleri ile kafatasları bir yerde, bahçeye saçılan parmak kemikleri bir yerde korkunç bir tabloyla karşı karşıya geldiler. İşçiler kemikleri koydukları torbaların ağzını da bağlamamıştı. Gece vakti havalandırma deliğinden içeri giren köpekler ağzı açık torbalardan kemikleri alıp bahçeye çıkmışlardı. Üzerinde herhangi bir et tabakası olmadığından yiyecek bir şey yoktu. Bu yüzden köpekler bunu bir güzel oyuncak haline getirdiler ve yedi yüz yıl önce korkularından insanların titrediği sultanları oraya buraya savurdular. Cenazelerin karışması bir yana kemiklerin tamamının olup olmadığı belli bile değildi. Bu karışıklık gizlenecek bir şey gibi görünmüyordu. Bilgi geçildi ve yapılması gereken şey belliydi. İşçiler kemikleri boy, bel, kalça gibi birtakım kıstaslara göre alelusul birleştirdiler. Lahitlere kemikler yerleştirildi ama bu rezalet kolay kolay unutulacağa benzemiyordu. O yılın teknolojisine göre bunu işinin ehli antropologların yapması gerektiği anlaşıldı.
Bir kemiğin kime ait olduğu, kafatasının hangi bedene daha uyumlu olabileceği konusu Antropoloji’nin ilgi alanına girer. Dişlerimiz, uyluk kemiklerimiz, kafatası yapımız ve diğer tüm bedensel aktiviteleri inceler. Ancak burada şöyle bir yanılgıya düşmemek gerekir. Bir kemiğin yaş tayini dışında antropologlar öyle el el üstünde oturmazlar. Arkeoloji çalışmaları bir yana primatlar ile insan ilişkileri, evrimsel süreçte oluşan değişikliklerin tanımlanması, etnografi, bedenden hastalık tayini, adli bilimler kapsamında yapılan incelemeler ve travmalar. Örneğin ölmüş bir kralın bedenine baktığınızda savaş izlerini kemiklerinden bulmanız mümkündür. Antropolojinin ilginç dünyasına yeni yılda kaleme alacağımız DNA’dan Bir Tık Öncesi: Antropoloji isimli yazımızda değineceğiz.
Uzun yıllar boyunca bu konu gizli kaldı. Ancak gazeteci Murat Bardakçı olayı gündeme getirdi ve ortalık yeniden alevlendi. Neyse ki 2014 yılında II. Kılıçarslan ve I. Gıyaseddin Keyhüsrev’in kemikleri iyi eğitimli antropologlar tarafından birleştirildi. O yılın temmuz ayında basının bilgisi olmadan İslami usullere göre defnedilen cenazeler için ağustos ayında tekrar cenaze namazı kılındı. Ancak kalan altı sultanın kemikleri de mezarlarında huzur içinde yatmaları için çalışma yapılmasına muhtaçtı. Yapılacak şey ise kolay kolay çürümeyen bazı uzuvların kullanılmasından geçiyordu. Şubat 2017’de başlanan çalışma 6,5 yıl sonra nihayete erdi. Poşetlere sarılmış kafatasları, gelişigüzel konulmuş cenaze parçalarıyla durum korkunç görünüyordu. Antropoloji, Y kromozomundan yapılan STR-DNA teknolojisini kullanan Moleküler Biyoloji ve Genetik, Adli Bilimler gibi çokça disiplinden faydalanan bilim insanları kemikleri tamamen ayırt ettiler ve farklı kefen torbaları ile sınıfladılar. Çekilen fotoğraflar basınla paylaşıldı ve böylece sorun da halledilmiş oldu. Bu sırada da ilginç bir bilgiye ulaşıldı. Sandukaların altında tespit edildiği düşünülen kemiklerin sekiz kişiye ait olduğu sanılıyordu. Çalışmalar sonucunda bunların 13 kişiye ait olduğu tespit edildi. Daha da ilginci Sultan I. Alaeddin Keykubat’ın kemikleri Kayseri’de zehirlendiği iddialarını doğrular nitelikte kemiklerde bulunan zehirle ayırt edildi. Diğer mezarlarda bulunan iki kadın ve diğer çocuk cenazelerinin de kime ait olduğu belirlendi.
Konya’da yapılan restorasyon çalışmaları hep çok sorunlu olmuştur. Örneği Sırçalı Medrese’nin restorasyonunda çinileri duvara yapıştırmakla görevli işçiler o kadar dikkatsiz ve sakardı ki medreseyi perişan etmişlerdi. 1907 yılında Kılıçarslan Köşkü’nün önemli bir bölümü yıkılınca 1961 yılında yapılan tuhaf beton yapı ile koruma sistemi uzun zaman eleştirildi. Konya’da şu an yapılmakta olan ve 2015 yılında Metin Sözen özel ödülü almış proje kapsamında yeni bir restorasyon çalışması yapılıyor. Bu çalışma yetkin olmadığı ve dokuya uymadığı, Kılıçarslan Köşkü üzerine muhafaza yapısı olarak konuşlanan taşlar sebebiyle neredeyse topa tutuldu.
Bir sonraki yazımızda internet dünyasının biraz daha karanlıkta kalmış olan kısmına değineceğiz. Uyuşturucu ticaretinden tutun Gore içeriklere, çocuk pornosundan adam öldürüp yemeye kadar aklın almayacağı tuhaf olayların döndüğü platformu, Dark Web’i anlatacağız. Yıldızlaşan soruşturmalar, umulmayan suçlar ve polisin bile yeri geldiğinde elini köze sokmaktan çekinmediği bazı olayları okuyunca suçun, suçla mücadelenin insanları nereye sürüklediğine şahit olacaksınız. Devletleri zora sokan bazı evraklar, zincir kodlar ve sızılan ağlar. İlaveten sandığınız kadar korkunç olmaktan ziyade iğrenç olduğunu idrak edeceksiniz.
Görüşmek dileğiyle.
Not: Bu olayın anlatılageldiği haber kaynaklarında 1968, 1971, 1994 ve 1990’lı yılların sonu şeklinde rivayetler bulunmaktadır. Ancak İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü ile Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden alınan bilgiye göre kemikler 1961’de başlayan restorasyon kapsamındaki çalışmalar esnasında dağılmıştı. Yanlış bilgi vermemek adına bu veriyi sizlerle paylaşıyoruz. Saygı ve sevgiyle.