Aşağıdaki metin, Harold Bloom'un "They Have the Numbers, We, the Heights" başlıklı makalesinin çevirisinin devamıdır. İş yoğunluğu içerisinde çalakalem çevrildiği için hakkını vermekten epey uzak bir metin olsa da, kıymetli bulduğum anafikri okuyucuya aktarabildiğine inanıyorum.
Çevirinin birinci bölümünü burayı tıklayarak okuyabilirsiniz.
Onlar Kalabalık, Biz Yükseğiz - II
Gücenmişler Ekolünün, ehemmiyetini estetiğin özerkliğinin nihai ispatı olmasından alan Shakespeare’i okuma, sahneleme ve yorumlama alanlarında yıkıcılığını göstermesi kaçınılmaz. Kültürel poetisyenler (politikacı şairler), göstermelik feministler, alt-Marksistler, ve muhtelif Paris özentileri bize Fransız bir Shakespeare verdiler; hiçbir dize yazmamış bir Shakespeare, bir meyhanede otururken kalemine erken modern dönem Avrupa’sının bütün “sosyal enerji”leri çarpıyor, Hamlet’i, Falstaff’ı, Iago’yu, Cleopatra’yı yaratıyordu, o Stratfordlu’nun bir huni olmaktan başka bir işlevi yoktu. Bu sosyal enerjilerin neden Thomas Middleton, John Marston ya da George Chapman’ı değil de neden Shakespeare’i tercih ettikleri hala açıklanmış değil (en azından benim için), ancak bu sıra dışı anlayış çağdaş akademik Shakespeare çalışmalarına hakim olmuş durumda. Önce, Paris bize dilin bizim yerimize düşündüğü ve yazdığını söyledi, ama sonra Foucault ortaya çıktı ve Shakespeare dilin marabasından, cemiyetin kölesine dönüştü. Bundan böyle en iyi yazardan bahsedemeyiz –Auden’in Yüce Ozan’ı mesela- [Auden’in T. S. Eliot hakkında yazdığı meşhur palindroma gönderme yapıyor. Ç. N.] ve eğer Shakespeare geriliyorsa, neden En İyi Amerikan Şiirleri ifadesini kullanıyoruz? 1996 cildi kesinlikle Sosyal Enerjisi En Yüksek Amerikan Şiirleri olarak adlandırılmalıydı ve ben sevimli bir dinozor, Bloom Brontosaurus olmasaydım; bu kitabın adı Sosyal Enerjisi Yükseklerin En Yüksek Sosyal Enerjileri olurdu. Bir zamanlar yüksek olan kültürümüzü kirleten delilik, Kafka-ötesi algımızı, sosyal suçluluk duygusundan şüphe edilemeyeceği fikrine teslim etmedikçe, ya da teslim edene dek, iyileşmeyecek. Hiçbir şey kendisini bir erdem olarak sunan bir ruh hastalığından daha habis olamaz.
Shakespeare, tam olarak yegane özgün multikültürel yazarımız o olduğu için, moda multikültüralizmimizin yalan olduğunu, kampüslerimizin Gestapo’su akademi polisinin zihin kontrolü çabası için bir tevazu maskesi olduğunu ispatlıyor. Yale Haftalık Bülteni’ne bakma hatasına düştüğüm her seferinde, dekanın bir başka kimlik kulübünün farazi kültürel meselelerine bakması için bir diğer dekan yardımcısı atadığını görüyorum: Etnisite, ırk, dil, cinsiyet yahut cinsel yönelim kümeleri için. Bütün ülkelerde okunan ve sahnelenen Shakespeare (Kültürlerin en zenofobiği Fransa istisnası hariç), onu sahneleyen bütün ırklar ve diller tarafından yargılanıyor halbuki. Shakespeare’in gücünün Avrupa-merkezlilikle, erkeklikle, Hıristiyanlıkla ya da Elizatbethan-Jacobean sosyal enerjileriyle hiç alakası yok. Başka hiç kimse zihin gücünü, özgünlüğü, dramatik kurnazlığı ve dil zenginliğini insanı yeniden yaratmak için onun gibi birleştiremedi, bu yüzden Shakespeare bu Gücenikler sürüsüyle savaşmak için en iyi muharebe sahasıdır. 1996 cildi aslında multikültüralistlerimizin indirgemeci olduğunu gösteriyor: “Bizim kötü şairlerimiz en az sizin kötü şairleriniz kadar iyi.” Fiilen gerçek multikültüralist olan Shakespeare, yazarların en az indirgemeci olanı: Ondaki erkekler ve kadınlar, haklarındaki en kötü şeyi öğrendiğimizde, onların tam olarak kim olduklarını bildiğimize inanmamız için bizi yönlendirmiyorlar. Temsili İnsanlar eserinde Emerson bunu çok iyi yakalamış:
Shakespeare, önde gelen yazarlar kategorisinin dışındadır, çünkü sürünün dışındadır. O anlaşılmaz bir biçimde bilgedir, diğerleri anlaşılır biçimde. İyi bir okur, bir şekilde, Platon’un zihnine yerleşip oradan düşünebilir, ama Shakespeare’in zihnine yerleşemez. Hala kapının dışındayızdır. Uygulama açısından, yaratım açısından, Shakespeare özgündür. Hiç kimse, ondan daha iyi hayal edemez. Bir insanın ulaşabileceği inceliğin en ucuna varmıştır, yazarların en inceliklisidir, öyle ki, yazarlığın mümkün olduğu son sınırdadır. Manzum gücü ve hayal gücünün zenginliği de, hayata dair bu bilgeliğiyle eşittir. O, kendi efsanesinin yaratıklarını, aynı çatı altında yaşadığı insanlarmışçasına forma ve duygulara büründürdü, çok az gerçek insan bu kurgu karakterler kadar belirgin karakter sahibi olmuştur. Ve bu karakterler dili olabilecek en tatlı şekilde konuştular. Üstelik bütün bu yeteneği onu baştan çıkarıp gösterişe sürüklemedi; hem de asla tek telden çalmadı. Bütün yeteneklerini, her yerde hazır ve nazır olan bir insaniyet koordine etti. Yetenekli bir adama anlatması için bir hikaye verirsen, kişisel tarafı da hikayede görünür olacaktır. Shakespeare’in kendi gözlemleri, kanaatleri, konuları vardır, bazıları tesadüfen ehemmiyet kazanır ve hepsini sergiler. Bir tarafı tıka basa doyurur, diğer tarafı aç bırakır; yaptığının uygun olup olmadığına bakmaz, kendi gücüne ve uygunluğuna bakar. Fakat Shakespeare’de acayiplik yoktur, ısrarlı konuları da; her şey layıkıyla verilir; ne damarlar görünür ne garabetler vardır, ne ineği boyar ne kuşa tutulur, [no cow-painter, no bird fancier asıl ifade. Belki görsel sanatlara gönderme yapıyordur, fakat emin olamadığım için düz çevirdim. Ç. N.] ne de üslup takıntılıdır, kendine keşfedebildiğimiz hiçbir hayranlığı yoktur, muhteşem olanı ihtişamla, sıradan olanı tali şekilde anlatır. Vurgusu ve iddiası olmadan bilgedir; toprağı dağların yamaçlarına hiç çaba harcamadan kaldırabilen, fakat aynı kurala uyarak havada bir baloncuğu uçurabilen, her ikisini de yapmayı seven tabiat gibi güçlüdür. Bu da onu komedide, trajedide, anlatıda, aşk şarkılarında; hepsinde eşit derecede kudretli yapar, bu yeteneği o kadar devamlıdır ki, onu her okuyan, diğer okuyucuların algısından şüphe eder.
Eğer bu Shakespeare’e tapınmaksa, bırakın daha fazla tapalım, zira bu kültürümüzü ve akademilerimizi hasta eden Fransız salgınına karşı bizi tedavi edecek yegane ilaç olabilir. Edebiyat fakültelerimizin gerileyiş ve çöküşünün başlıca kurbanının şiir olması tesadüf değildir. Şu sıralar neredeyse kimseye şiir okumanın incelikleri öğretilmiyor, zorlu yorumlama sanatını öğretebilecek seviyede çok az insan kaldı, geçerli ideolojiler de zaten şiire güvenmiyor. Şunu nasıl politize edebilirsin ki?
All day within the dreamy house,
The doors upon their hinges creak'd;
The blue fly sung in the pane; the Mouse
Behind the mouldering wainscot shriek'd,
Or from the crevice peer'd about.
Old faces glimmer'd thro' the doors,
Old footsteps trod the upper floors,
Old voices called her from without.
She only said, "My life is dreary,
He cometh not," she said;
She wept, "I am aweary, aweary,
I would that I were dead!"
The sparrow's chirrup on the roof,
The slow clock ticking, and the sound
Which to the wooing wind aloof
The poplar made, did all confound
Her sense; but most she loathed the hour
When the thick-rooted sunbeam lay
Athwart the chambers, and the day
Was sloping toward his western bower.
Then she said, "I am very dreary,
He will not come," she said;
She wept, "I am aweary, aweary,
O God, that I were dead!"
Bu kötü zamanlarda Amerikan şiirinin, münekkitliğimiz yahut şiir öğretimimizden daha kaliteli olması da ironiktir. Kitapta yer alan dört büyük şair, Elizabeth Bishop, James Merrill, Amy Clampitt ve hala hakkı verilmeyen May Swenson bu dünyadan göçtüler, yine de hala Ashbery, Ammons ve en az bir düzine diğerinden, eğer estetik beğeniyi ve Emerson’dan gelip 1960’ların sonuna kadar gelen, sonraları tecrit edilmiş merkezlerde hayatta kalabilen anlayışı devam ettirebilirsek kalıcı olacağına inandığım şiirler var. En büyük Amerikan şairlerin birçoğunun, Whitman, Dickinson, Stevens ve Hart Crane’in, yaşamları boyunca hiç ya da çok az özgün eleştiri alabildikleri doğruysa da, muhakemenin estetik ve zihinsel standartlarına temelden düşman olan böyle bir kültürel ortama dayanmak zorunda da kalmamışlardı. Sadece genel olarak cemiyetin değil, aslında şiirin müdafii olması gerekirken şimdilerde şiirin yalnızca sosyal dönüşüm için bir araç olduğunu iddia edenlerin kayıtsızlığı ya da düşmanlığıyla baş etmek zorunda kalan en iyi genç şairlerimizdeki cesaret ve gözükara inanca hayret ediyorum. Bir şaire siyasi sorumluluklar yüklerseniz, şiirini yok edebilecek bir şeyi, şiirine tercih etmesini istiyorsunuz demektir. Emily Dickinson her şeyi kendisi açısından yeniden düşünüp değerlendirebilme iç özgürlüğünü haizdi, bu yüzden en az William Blake kadar tam bir zihinsel özgünlük yakalayabildi. Walt Whitman’ın sahip olmadığı ekonomik ve sosyal avantajlara sahipti belki, ama Whitman gibi o da estetik hevesler açısından ya alakasız, ya muzır olan ideolojik kanaatlerle baş etmek zorunda kalmamıştı. Wallace Stevens estetiğin muhtariyetini doğal kabul ediyordu, yoksa Harmonium’u nasıl yazabilirdi, yahut Hart Crane’in White Buildings’i nasıl yazılırdı? Bu yazıyı, bir edebiyat münekkidinin hiçbir siyasi sorumluluğunun olmadığı fikriyle yazıyorum. Benim yegane görevim, (eğer yapabilirsem) bir başka Elizabeth Bishop’un, May Swenson’un ya da James Merrill’in ideolojik taleplerle kösteklenmeden gelişebilmesini sağlamak. Güceniklerin sürekli “estetiğin ideolojisi”, “romantik ideoloji” gibi kavramlar üzerine konuştuklarını pek iyi biliyorum, fakat bu yalnızca hileli zarlarla oynamadan ibarettir. Fiilen estetiğe dair yegane bildiğim, bazı şiirlerin tabii olarak diğerlerinden daha iyi olduğudur, Romantizm de, anladığım kadarıyla, anlayış ve algılayış açısından bir disiplindir.
“Siyaset” temalı yazısında, Emerson bu son zamanlar için bir kıvılcım bırakıyor:
Atmosferin kafamızın üzerine kaç tonluk bir ağırlık bindirdiği, ciğerlerimiz ona aynı basınçla karşı koyduğu sürece önemli değildir. Kütleyi bin katına çıkarın; tepki etkiye eşit olduğu sürece bizi ezip yok edemez.
Gücenikler, ırk ve cinsiyet üzerine gevezelik ettikleri gibi, güce dair de konuşuyorlar: Bunlar birtakım kariyerist taktiklerdir ve horlanan, zarar gören, onların zulme uğradığını iddia edenlerin kötü şiirlerini okumamız sayesinde yaşamları daha iyiye gitmeyecek olan insanlarla hiç alakası yoktur. Okullarımız da üniversitelerimiz gibi bu absürtlüklere boyun eğmiş durumda, Julius Caesar’ı The Color Purple ile değiştirmek pek de aydınlanmaya götürecek asil bir yol gibi durmuyor. Televizyonun, filmlerin, bilgisayarların ve Stephen King’in okumanın yerine geçtiği bir ülke, zaten kültürel çöküş tehlikesi altındadır. Bu tehlike, eğitimi en çok şiirden gücenmiş olan bu ideologlara bırakmamız sebebiyle korkunç bir şekilde büyüyor. John Hollander’in Whitman’la ilgili dediği gibi: “Şiir, başlığı gibi, kolay görünür ama zorlu çıkar.” Bu bütün büyük ve iyi şairler için geçerlidir. Ama ümit ediyorum ki, en iyi Amerikan şiirlerinin bizim için hayati işlevleri olacak: mevcut vaziyet, estetik ve zihinsel zorluğa her zamankinden fazla ihtiyaç duymamıza neden oluyor. Güceniklerin sahte şiirleri kolay görünüyor ve kolay çıkıyor, Whitman gibi değil, zihinden yoksun. Bu yüzyılın en çok sevdiğim Amerikan şairlerini düşününce, her zaman Wallace Stevens ve Hart Crane ile başlıyorum. Stevens bize incelikli bir şekilde “zihnin kaçındığı düşüncelerin vızıltısı” dediği şeyi veriyor, Crane bizi şimdiye dek bir Amerikan şairinin görselleştirebildiği en zorlu aşkınlığa yönlendiriyor. Varisleri, Bishop, Merrill, Ashbery ve Ammons, yalnızca şiirlerde bulabildiğimiz karmaşık düşünceler ve yalnızca kompleks tahayyüllerde somutlaşabilen arzular mirasını ileriye taşıdılar. Metaforda ustalaşmak ve düşünce gücü, zamanımızın en iyi Amerikan şiirlerindeki asıl liyakat unsurlarıdır. Son sözleri mukaddes Emerson’a veriyorum, şiirin özgürlüğünün mecazlar ve düşünceye isnat edildiği, Whitman’a ilham veren yazısı “The Poet”tan:
Bu yüzden şairler özgürleştiren tanrılardır. Kadim İngiliz ozanları bu yüzden kendilerine “Dünyanın her yerinde hür olanlar” derlerdi. Onlar özgürdürler ve özgürleştirirler. Hayal gücü kuvvetli bir kitap bizi önce mecazları ve söz sanatlarıyla tahrik eder ve bu bize yaptığı hizmetin en önemlisidir, yazarın niyetini anladığımız sonundan daha önemlidir. Aşkın ve sıra dışı olanı hariç tuttuğumuzda kitaplarda hiçbir kıymet olduğuna inanmıyorum. Bir adam düşüncesiyle ateşlendi ve dalıp gittiyse, öyle ki yazarları ve kamuoyunu bile unuttu ve yalnızca bu düşün peşine düştüyse, onun tarafından delilik mertebesinde ele geçirildiyse, bırak onun yazdıklarını okuyayım, bütün tartışmalar, tarihler ve eleştiriler size kalabilir. Pisagor, Paracelsus, Cornelius Agrippa, Cardan, Kepler, Swedenborg, Schelling, Oken ya da melekler, şeytanlar, büyü, astroloji, falcılık, mesmerizm gibi şüpheli meseleleri sunan insanlarda bir kıymet varsa, bu rutinden uzaklaşmamız ve bunun yeni bir şahidini bulmamız sebebiyledir. Bu aynı zamanda bir sohbetin de başarılı olmasının sırrıdır, özgürlüğün dünyayı bir top gibi ellerimize koyan büyüsü. O zaman hürriyet bile nasıl ucuz görünür, araştırma nasıl da bayağı; bir duygu tabiatın kökünden söküp kaldırabilecek bir gücü zihne ilettiğinde: Ne büyük bir bakış açısıdır! Milletler, çağlar, sistemler gelir ve gider, çok renkli ve çok figürlü bir duvar halısı gibi, rüya bizi başka bir rüyaya taşır; ve sarhoşluğumuz devam ettikçe, yatağımızı, felsefemizi ve dinimizi bu uğurda satarız.
Harold Bloom, They Have the Numbers; We, The Heights, Boston Review, 1998
Türkçeye çeviren: M. Bahadırhan Dinçaslan
TamgaTürk okuyucusuna mektup:
Sevgili okur, TamgaTürk Türk milliyetçilerinin ve Esir Türk Topluluklarının sesi olmak için yola çıktı. Haftalık bültenimize abone olarak, ya da Patreon hesabımıza bağış yaparak bizi destekleyebilirsiniz.
Abone olmak için [email protected] adresine e-posta atınız.