Yıllardır bu lafı duyarım, dostlarım da duyarlar: Sen hiç milliyetçiye benzemiyorsun… Başlarda çok ağırıma giderdi; zira ırkçılığa maruz kalmak gibi bir şey bu. Milliyetçiler kötüdür ön kabulüyle, “seni de bu ön kabulün kümesine dahil edecektim ama şans eseri girmedin o kümeye, hadi iyisin” der gibi… Böyle tepkiler aldığımda ekseriyetle kalp kırardım, bu kibirli tavra karşı kendi kibrimi konuşturur, eh, pek zeki, akıllı, kurnaz ve bilgili, kısaca mükemmel bir insan olduğum için muhatabımı ezerdim de. Fakat şimdilerde bu lafı duyduğumda sadece dudak büzüyorum, canı sıkılan ama artık üzülmeye bile mecali kalmamış bir adam tepkisi veriyorum.
FluTv’de İlker Canikligil ile yaptığımız sohbetin ardından böyle tepkiler alacağımı biliyordum. Artık yaşım biraz ilerledi, ondan olsa gerek, bu lafı etti diye kimseyle kavga etmedim. Kimseye sivri laflarla cevap vermedim. Ancak bu konuya dair yazma ihtiyacı duydum. Nostaljik bir havadayım: Yazıp çizmeye başladığımda, belli bir okur kitlesi edindiğimde hasbıhal ettiğim okura en çok bu meseleden bahsederdim. Türk milliyetçiliğinin imaj sorunu ve türevi başlıklarla onlarca yazı yazardım. Şimdi yine bahsedeceğim, ama biraz farklı bir yerden bakacağım.
Evet, bir imaj sorunumuz var ve bir milliyetçinin “sen hiç milliyetçiye benzemiyorsun” sözüyle karşılaşması sevimsiz. Fakat bu neden var ve bunu nasıl çözeriz diye sormak gerekiyor; bu lafı edene ders vermek hala yanlış değil, fakat kibrimizi daha incelikli dokuyarak göstermek ve amaca ulaşmak lazım, yalnız muhatabı alt etmek yahut “bozmak” yeterli değil.
İmaj sorunumuz var çünkü Soğuk Savaş döneminde kalabalıklar daha önemliydi. Yüksek fikir, kalabalıklara aktarılmak için pragmatist bir “sulandırma”dan geçti, kalabalıklar fikrin hiç değilse doktrini ve propagandasını düşük seviyeye eşitlemek zorunda bıraktı. Gerçi fikir aynı zamanda bu kalabalıkların biraz olsun gelişmesini de sağladı – köyden kente göçüp yarım yamalak, hatta yanlış kaynaklardan dahi olsa okuma alışkanlığı edinenlerin böyle bir alışkanlığa ihtiyaç duymasının sebebi 80 öncesinin politize ortamıdır. Üstelik Türk milliyetçiliği bir güç merkezi de tesis etti; gücün yozlaştırıcı etkisini göz ardı etmemek gerekiyor. Bütün bu sürecin akabinde elde ettiğimiz insan tipi sevimsiz, sulanmış bir doktrin ve propaganda dizisinden ibaret söylemlerin fikrin kendisi sanılması ve topyekun fikir, bilgi, gerçek, doğru, iyi, güzel meselelerinde kafası karışmış, bunlara dair tanımları sorunlu bir kitleyle baş başa kaldığımız bir hakikat.
Pekala nasıl çözeriz? İfrat ve tefridi doğru tarif etmek lazım, iki tuzak görüyorum: Yaranmaya çalışmak ve inat etmek. Yaranmaya çalışmak, kitleye duymak istediğini söylemek tuzağı. Bizi bu sevimsiz imaja mahkum eden “nicelik ihtiyacı”nın yarattığı neticeye paralel bir yol çiziyor. İnsanları saflarımıza kazanmak için yalan mı söyleyeceğiz, milliyetçiliği olmadığı şekilde mi anlatacağız? Hayır – elbette iletişim yöntemleri kullanacağız. Hedef kitleye uygun hitaplar seçeceğiz, sosyal medyanın kanıtlanmış usullerini kullanacağız. Yahut bazı içeriğimiz entelektüel olacak, bazısı popülist olacak, bunlardan kaçınalım demiyorum. Ama sırf beğeni toplamak için yalan söylemeyecek, hakim anlayışın dayatmalarına uymak için mesela “sosyalizm de aslında iyidir”, “80 öncesi kardeş kardeşi kırdı”, “Deniz Gezmiş fidandı” gibi laflar etmeyeceğiz. İkisi arasında ciddi bir fark var, ben ilkini yapmayı tercih ediyorum.
İnat etmek de büyük bir tuzak: Sırf ciddi bir duvar var, karşımızda bizden nefret eden yığınlar ve onlara nefret pompalayan bir endüstri var diye zıtlaşıp, salt düşmanlıkla, salt duygusallıkla hareket etmek. Elimize bir şey geçmeyeceği aşikar, üstelik bu tavır imajımızı baltalamaya devam edecek.
İmajımız kötü olsa ne olur peki? Yeni milliyetçiler yaratamayız – özellikle genç yaşlarda içine düşülen tali bir tuzak da bu. İnsanlar seçkin, “kimsenin anlamadığı”, yalnız ama gururlu bir milliyetçi profili çizmek istiyor. Hayır, insanları kazanmak, milliyetçi saflara katmak, milliyetçi söylemleri ve projeleri desteklemeleri başlıca hedeflerimizden olmalı. Seçkinler kulübü oluşturmuyoruz, birbirimizi teselli ve takdir edeceğimiz küçük arkadaş çevreleri bizim zindanımızdır, habitatımız değil.
Türkiye’de tanıdığım en yüksek seciyeli, namuslu, bilgili, zeki insanları Türk milliyetçileri arasında tanıdım. Ben de milliyetçi olduğumdan çevremin ekseriyeti onlardan oluşuyor ve bu yüzden taraflı bakıyorum diyebiliriz, fakat işi ve yaşamı gereği epey farklı tipte insan tanımış biri olarak objektif manzaranın da bu olduğunu düşünüyorum. Bütün iyi ve yüksek seciyeli insanlar milliyetçi değiller, yahut milliyetçilerin hepsi öyle değil, ama hürriyetçiliği, rasyonalizmi sindirmiş ve milliyetçi düşünce sistematiğini sindirmiş insanların arasından “yüksek insan” çıkma olasılığının arttığını düşünüyorum.
Yapmamız gereken kendimizi göstermek, bu kadar. Üstelik bunu yaparken kendi istediğimiz gibi göstermek: Kaba saba sevimsiz renkli parkalar “cool” ise bu salt görsel estetiğin kaidelerinden değil, onları giyenlerin kültürel kodlardaki, kolektif bilinçaltındaki imajlarındandır. Öyleyse biz de bıyık seviyorsak bıyığımızla -ki bıyık sevmeyen Berat Albayrak olsun-, sevdiğimiz türküyle, mutlu olduğumuz yaşam tarzıyla görünür olacağız ve milliyetçiliğe geçici bir süre hakim olan manzaranın değiştiğini, yeni bir milliyetçi neslin yeşerdiğini ispatlayacağız. Evet, duvarlar olacak, evet, ön yargılarla karşılaşacağız, fakat sabredersek bir iki sefil tip bıyığımıza laf ettiğinde bizden önce başkaları ona tepki gösterecek.
Madem “sen hiç milliyetçiye benzemiyorsun” lafını bu kadar sık duyuyoruz, bırakalım bu bizim silahımız olsun. Modern insanın meselelerinden biri “şaşırmamak”tır, insanı bu çağda şaşırtabilen çok az şey vardır. Şaşırtmak ilgiyi üzerimize çeker, o zaman derdimizi anlatabilir, yeni yoldaşlar bularak büyüyebiliriz.
Babasına benzemek istediği için çocuk yaşlardan beri suratına bıyık çizen bir evlat, çıkar çıkmaz bıraktığı cılız bıyığını gururla taşır. Gururla taşımak ister. Ben gururla taşıyorum, videoda da -biraz sululuk ederek- bıyık üzerinden bunun mesajını vermeye çalıştım – umarım sevgili yoldaşlarım beni anlamışlardır.
M. Bahadırhan Dinçaslan