Murat Bardakçı uzun süredir muhalefeti vuracak mesele bulamayıp kabak tatlısını nasıl yediklerini mesele eden iktidara güzel bir gündem sağladı: Mevlana’yı Türkçe okumak. Vay efendim bunlar İstiklal Mahkemeleri’ni de yeniden kurarlar diye girişilmiş polemik, “ibadet usullerine saygı” tartışmasının çok dışına çıktı ve bir süredir kedi pozlarıyla sempatik görünmeye çalışıp hakkındaki iddialarla örülen gündemi değiştirmeye çalışan Fahrettin Altun fırsat bu fırsat diyerek “hoşgörü” sözüyle girdiği açıklamasını “şerefsiz muhalifler” tadında bitirdi.
İbadetlerin nasıl edileceğiyle ilgili pek bir sözüm yok; ister meşhur menkıbedeki gibi dağın başına çıkıp kendinizi aşağıya yuvarlayarak ibadet edin, ister hemcinslerinizi badeleyerek – benim ilgi alanımın dışında. Üstelik az çok dinler tarihi okumuş bir adam olarak ibadetlerin hem içerik, hem usul açısından ne kadar değiştiğini, kadim zannedilen birçok inanış ve ritüelin birkaç asırdan eski olmadığını, zamanın ve mekanın dini istediği gibi eğip büktüğünü gördüm; “bu ibadet şöyle yapılır!” diyen dinibütün efendilere sadece gülümser, geçerim.
Fakat iki mesele var ki önemsiyorum: Birincisi, Türk milliyetçilerinin Mevlana’ya duyduğu sempati ve Türk Milleti’nde yaygın Mevlana sevgisi. İkincisi ise, Mevlana’nın temsil ettiği dini anlayışın Türkler üzerindeki sosyolojik ve psikolojik tesiri. Bu ikisi beni düşündürüyor, zira dinin, inancın içeriği bizi alakadar etmez, bizim üzerimizde bir tesiri olduğu anda alakadar ve muhatap oluruz.
Mevlana Kimdir?
Mevlana kimdir? Hakkındaki bilgilerin çoğu, kendi adamlarından Sipehsalar nam Feridun ve kendi oğlu Sultan Veled sayesinde bugüne ulaşmış. Evvela ilk şüphe etmemiz gereken budur: Mevlevilik, Sipehsalar Feridun ve ikinci post-nişin Hüsameddin Çelebi’nin gayretleriyle kurumsallaşmaya başlamış ve nihayet Sultan Veled zamanında olgun bir tarikate dönüşmüşse, bu isimlerin karizmatik öncüllerine keramet atfetmediklerinden emin olamayız. Öyle ya, bizzat bu isimlerin iktidarlarının devamı için, Mevlana’nın tartışılmaz bir kaynak olarak insanlar tarafından kabul edilmesi şarttı. (Bu bahsi ikinci bölümde bir daha açacağız.)
Zengin ve alim bir babanın soyundan gelen Mevlana, esasen döneminin “arayış içindeki elit”idir. (Arayış içindeki elit hikayelerinin en meşhuru, tabii ki, İbrahim bin Edhem’dir ve onun kıssası yıllarca birçok mutasavvıfa ilham olmuştur.) Evvela zahir ilimleri denen dönemin bilimini tedris eden Mevlana, sonraları özellikle Kadı Burhaneddin’in etkisinde batın ilimlerine yönelmiştir – bu açıdan spiritüalizme yönelen günümüz elitlerinden farkı yoktur. Nihayet Şems ile karşılaşınca onunla epey derin ve yoğun bir ilişki geliştirmiş, bu nedenle halkın tepkisini görmüştür. Dönemin Konya halkının Mevlana’nın etrafındaki hemen herkese tepki gösterdiğini, hatta suikast girişiminde bulunduğunu biliyoruz, kaynaklar Mevlevi olunca Mevlana’ya doğrudan bir tepki gösterildiği kaydedilmiyor, ancak onun da bu tepkilerden payını aldığını tahmin etmek güç değildir. Öyle ya, dini ve milli saikleri geçtim, yıllarca Rum Selçuklularının en önemli şehri olmuş Konya ahalisinin açıkça Moğol taraftarlığı yapan bir adama tepki göstermeyeceğini düşünmek saçmalık olur.
Özellikle oğlu zamanında kurumsallaşan Mevleviliğin gözlerden kaçan bir açılımı, Veled’in Türkçe şiir söylemeye başlamasıdır. Asla Türkçe yazmamış olan Mevlana’nın öyle fikirlerini yaymak, tarikat kurmak gibi bir derdinin olmadığını söylemek mümkün, ancak Sultan Veled zamanında kurumsallaşan Mevleviler, “sıradan halk”a da hitap etmeleri gerektiğini görmüş olacaklar ki Sultan Veled Türkçe yazmış.
Milliyetçi Gözünden Mevlana
Şu halde, Mevlana Farsça şiirler yazmış, Farslarla arkadaşlık etmiş ve dönemin Anadolu Türklerine ve onların kaygılarına, önceliklerine pek aldırış etmemiştir. Faruk Sümer, Mevlana ve Oğullarının Türkmen Beyleri ile Münasebetleri başlıklı bildirisinde, buna dikkat çekiyor: O dönemin Türk halkının gündemiyle Mevlana’nınki bambaşkadır. “Karnım açtır karnım açtır karnım aç / Rahmet etgil Tanrı bana kapı aç / Uçmak aşından bir çanak dilervem / Nur hamirinden iki üç bazlamaç / Kaşların yaydır gözün oklar atar / gönlüm ol oklar için oldu amaç / ol ne kaştır ol ne gözdür can alır / ol ne boydur ol ne yüzdür ol ne saç” diyerek Türkçe şiir söyleyen ve ilginçtir ki Kuran’daki Tanrı’yı nur hamirinden bazlamaç açan uzun saçlı, yay kaşlı, ok kirpikli bir kadın olarak tasvir eden Sultan Veled zamanında ise, Türkçe propaganda varsa da, İlhanlı valileriyle iyi geçinme ve Türkmen aleyhtarlığı daha belirgindir. (Burada bir parantez açalım. Benim için Doğu ve Batı Türklüğünün savaşları, çekişmeleri acıklı olmanın yanında, siyasi bir taraf tutma şartı belirtmiyor. Ancak Timur’u lanetle anıp İlhanlılardan nefret eden İslamcıların açıkça İlhanlı övücülüğü yapan Mevlana ve oğlunu bu kadar sevmeleri ilginçtir.) Karamanoğulları ile Sultan Veled arasında bir tansiyon vardır ve İlhanlı egemenliğinin bağrından kopmuş bu aile, bütün fiilleriyle İlhanlı egemenliğinin kabul görmesi için çabalamışlardır.
“…Bunların verdiği zahmet, meşakkat haddini geçti; sultanım, sen onlara acıma, merhamet etme, halkın sağlığını istersen onların hepsini kurban et, kılıçtan geçir. Kısasta hayat vardır, öldüreni öldürmek yaralayanı yaralamak, keseni kesmek emrini Hak’tan dinle ki ayeti kerime mucibince gözün kısası göz, dişin de diştir. Hayat, sağlığın devamı, kısastadır. Bu emrin hükmüyle cihan halastadır, kurtulmuştur. Bu babda hakkın emir ve fermanı olmaya idi hiç kimse sağ kalmazdı. Bey olsun köle olsun haricileri sağ bırakma. Zira kanlı katiller şer’ile ve ayet ile öldürülmeye müstehakdır. Ya Rab, şu fena köpeklerin canını, imanını kes, kopar diye ‘Veled’ feleklerden, yıldızlardan üstün lanetler etmiştir. (…) Şahımız Mesud olduğu için âlemi yakan Türkler mağaralardan, dağlardan, ormanlardan çıkıp Tanrının taatine koyuldular.” Bu ifadeler, Sultan Veled’e ait. Moğol Valisi Kongurtay’ın Türkmenler üzerine uyguladığı harekatı, Moğol kuklası II. Mesud’a atfederek, sultanı överken Türk düşmanlığını da dile getiriyor. Sonraları ise, Türkmen ağırlıklı Ahileri tevhit siyaseti, Sultan Çelebi’yi daha az Türkmen düşmanlığı yapmaya itiyor. (Bkz: II. Giyasüddin Mesud Dönemi, Yüksek Lisans Tezi, Rauf Kahraman Ürkmez, 2006)
Selçuklu Tarihi’nde İbrahim Kafesoğlu Mevlana’yı şöyle anlatmış:
“Mevlana’nın düşüncelerinde mücâhede ve mücadele bulunmamaktadır. Sulh ve sükûnet Mevlana için bir ideoloji niteliği taşımaktadır. İdari meselelere fazla girmemesi neticesinde Moğollarla daha iyi geçinmenin yollarını aramış olması da yine Mevlana’nın özellikleri arasında yer almaktadır. Telkinleri neticesinde daha çok yüksek tabakaya hitap etmekle beraber, alt tabakadan da mürîdleri olmuş, ancak başta Türkmenler olarak, taşradaki halk kitleleriyle fazla ilgilenmemiştir. Bundandır ki daha sonraki dönemlerde de Mevlevîler hep iktidarlarla işbirliği yapmıştır.”
Şu halde, Türkçe yazmayan, Türklükle bir ilişkisi bulunmayan ve hiç değilse Anadolu Türklüğünün içinde bulunduğu tarihi veraset çizgisine aykırı bir siyasetin temsilcisi bulunan Mevlana’nın bir değer olarak Türk Milliyetçiliği içinde nasıl yeri bulunabilir? Türk milliyetçileri, milliyetçilik saikiyle nasıl Mevlana’yı sevebilir, benimseyebilirler? Belki edebi yahut dini saiklerle bunu yapmak mümkündür, kimsenin “Benim edebi zevkime göre Mesnevi büyük eserdir” yahut “Mevlana’nın dini görüşlerini beğeniyorum” demesine karışma hakkımız yok; ancak bu şahsi beğenileri milliyetçiliğe bulaştırmaya da kimsenin hakkı yoktur.
Milliyetçilik ve Din
Gelelim din bahsine… Din, aynı sanat gibi şahsi ve muhteremdir, fakat işin sosyal boyutu da –maalesef- vardır ve bu boyutuyla din, milliyetçiliği ilgilendirir. Milliyetçiliğin, dinin sosyal tesirlerine dair tespit, iddia ve tasarruflarının bulunması lazım gelir. Evvela din ve milliyetçilik meselesinin dini taassubun emrine verilmesine dair bir çift söz etmek gerekiyor.
Milliyetçi külliyatın handiyse klişe sayılan bir tespiti, iddiası vardır: Halk ifadesi, yalnızca o anda yaşayanları kapsar; millet ise yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olanları.
Üstelik bu klişeye en iyi hakim olanlar Türk-islamcılardır, zira 70'lerin ikinci yarısında komünizmle mücadele gereklerince onların damarı güçlü tutulduğu için, onların neşriyatında sıkça dile getirilmiştir. Ancak "yaşayacak olan" kısmını ıskalar, "yaşamış olan"a odaklanır. Bu ifadeyi, milletin "dün"ünü hatırlatmak, birtakım geleneksel değer ve motiflerin korunmasının gerekliliğini anlatmak için kullanırlar.
Kullanırlar da, bir çıkmaza toslarlar: Dün yaşayanların epey bir kısmı Müslüman değildi. Bunu da, Türk-islamcıların ekserisi tuhaf ve komik bir tarih anlatısı inşa ederek aşarlar. Oğuz Kağan peygamber olur, mesela Zülkarneyn olur. Türklerin eski dini bir anda İslam'a çok benzemeye başlar falan. Fakat yaşayacak olanlar hakkındaysa hemen hiç düşünmezler.
Millet dinamik bir olgu, Theseus'un gemisi gibi. Birer birer milleti teşkil eden motifler ortadan kalkabilir, yenileriyle değişebilir. Hatta öyle bir an gelebilir ki, geminin eski tahtalarından hiçbiri kalmamıştır, bütün tahtalar yenilenmiştir. (Gerçi Türklerde bu hiç olmadı, kesintisiz devam eden epey bir motif var. Ama, işte, olabilir.) Dün şamanisttik, bugün çoğunluğumuz Müslüman, yarın kutsal spagetti canavarına tapabiliriz. Millet değişmiş mi olacak? Hayır - gemi hala Theseus'un gemisidir, millet hala aynıdır, bu kan hala o kandır.
Hal böyleyken, Türk'ü Müslümanlığa sıkıştırmak bir tür halkçılıktır, eleştirdiğimiz, öncesiz ve sonrasız olmakla itham ettiğimiz türden bir halkçılık. Hem bireyin iradesini yok sayar, milletle alakası olmayan bir iman bahsini, üstelik tabii ve fıtri olarak şahsi olan bir bahsi milli kimliğin ön şartı sayar, hem de milletin dönüşebileceğini, dönüştüğünü unutarak Türklerin tarihi ve geleceği arasına duvar çekmeye kalkar.
Milliyetçiliğin doğası ve tanımı gereği, milleti bölen ve halklaştıran, millet olma halini yitirmeye sebebiyet veren böyle bir fikir, milliyetçilik içinde yer alamaz. Olsa olsa islamcılık içinde yer alabilir. Hem, millettaşının domuz yedi, içki içti vs. diye cehennemde yanmasına seyirci kalabilen, yahut bunu onaylayabilen bir zihin nasıl milliyetçi olabilir ki?
Şu halde dinin teolojisi, iman bahsi, Türk milliyetçiliğinin alanına girmez – yalnızca bireyin alanına girer. Toplu ölüm olmayacağı gibi (bir anda ölseler de insanlar tek tek ölür) toplu iman da olmaz, iman tabii olarak şahsi bir meseledir. Ancak değişik dini akımların tesirleri vardır, dini inanışların sonuçları vardır. Mesela kadınları aşağılayan bir dini tutum, milletin yarısının hem ekonomik, hem zihinsel üretimden uzak tutulmasına, bu yüzden milletin topallamasına neden olabilir. Bu yönüyle dini akımların milliyetçilik tarafından ele alınması ve “şu tehlikelidir” tespitlerinin yapılması caiz olmanın ötesinde farzdır.
Mevlana ve Din
İnanç ve ritüelleriyle tasavvufu ele alıp yanlışlamak bu yazının hacminin çok ötesinde bir iş, ancak söylemek mümkün ki tasavvuf İslami motiflerin farklı coğrafların yerel dinleriyle harmanlanmasından doğmuş, Doğu ezoterizminin bir uzantısıdır. Ekseriyetle pasifist, içe dönük ve mistiktir. (Zaman zaman Ortaçağ Avrupa’sının Cathar isyanlarında gördüğümüz üzere heterodoks tasavvuf akımlarının öncülük ettiği ayaklanmalar, çatışmalar varsa da, tasavvufun kendisi çatışmayı tetiklemez, tabii sebeplerden çatışmaya hazırlanan bir unsur, tasavvuf yoluyla bunun felsefesini, bir nevi meşrulaştırmasını yapar.)
Dinin elbette bilimsel kaynağı olmaz, ancak kurumsal dinlerin gayet disiplinleştirilmiş kaynakları, yöntemleri vardır. Tasavvufta bu yoktur, mutasavvıfın hayal gücü, tasavvufun yegane kaynağıdır. İslam Ansiklopedisi’nin Mevlana’nın Şems ile karşılaşmasını anlattığı Sipehsalar alıntısına bakalım:
Sipehsâlâr, bir gece Konya’ya gelip Pirinççiler Hanı’na yerleşen Şems-i Tebrîzî’nin sabahleyin hanın önündeki sedirde otururken oradan geçmekte olan Mevlânâ ile göz göze geldiğini, ilk mânevî etkinin bu şekilde gerçekleştiğini, Mevlânâ’nın hemen karşısındaki bir sedire oturduğunu, uzun müddet hiç konuşmadan birbirlerine baktıklarını, ardından Şems’in söze başlayarak Bâyezîd-i Bistâmî’nin, Hz. Peygamber’in kavunu nasıl yediğini bilmediği için ona bağlılığı sebebiyle ömrü boyunca hiç kavun yemediği halde, “Kendimi tesbih ederim, şanım ne yücedir”; “Cübbemin içinde Allah’tan başka kimse yoktur” gibi sözler ettiğini, Hz. Muhammed’in ise, “Bazan gönlüm bulanır da o sebeple ben Allah’a her gün yetmiş defa istiğfar ederim” dediğini ve bunları nasıl yorumlamak gerektiğini sorduğunu kaydeder. Mevlânâ, cevap olarak Bâyezîd’in kâmil velîlerden olmakla birlikte çıktığı tevhid makamının yüceliği kendisine gösterilince bunu yukarıdaki sözlerle ifade etmeye çalıştığını, Resûl-i Ekrem’in ise her gün yetmiş makam geçtiğini, ulaştığı makamın yüceliği yanında bir önceki makamın küçüklüğünü görünce daha önce o kadarla yetindiğinden dolayı istiğfar ettiğini söylemiş, bu cevabı çok beğenen Şems-i Tebrîzî ayağa kalkarak Mevlânâ ile kucaklaşmıştır.
Yine bir başka alıntı:
Olayı Eflâkî’nin kaydettiği gibi anlatan Abdurrahman-ı Câmî ayrıca şöyle bir rivayet aktarır: Mevlânâ havuz başında kitaplarını açmış çalışırken Şems gelerek, “Bunlar nedir?” diye sormuş, Mevlânâ, “Bunlar kīl ü kāldir” diye cevap verince, “Senin bunlarla ne işin var?” diyerek kitapları havuza atmış, ardından Mevlânâ’nın tepkisi üzerine onları tekrar toplamış, suyun kitaplara zarar vermediğini gören Mevlânâ, “Bu nasıl sırdır?” diye sorunca Şems, “Bu zevktir, haldir, senin ise bundan haberin yoktur” demiştir.
Şu halde görülüyor ki Mevlana, kendi gibi ezoterik, arayış içindeki insanlarla edebiyat yarıştırıyor, yalnızca kendi hayal dünyalarında var olan kaideleri temel kabul ederek inanışlar inşa ediyordu. Bu inanışların kaynağı Kuran değildir, bir miktar hadis mesnet olarak alınsa da ekseriyetle “sır”dır, “ilm-i ledün”dür, bizim kafamızın basmayacağı, ancak çok yüksek makamlara ulaşanların bildiği “şey”lerdir. Bu makamların ne olduğunun tarifi yoktur, tespiti yoktur, laboratuvara sokup inceleyemeyiz, yanlışlayamayız, birisi ‘ben şu makamdayım’ dese onu reddetmek için hiçbir delilimiz yoktur.
Türk Milleti’ni Kafesoğlu’nun tarif ettiği gibi pasifist, iktidarla iyi geçinme kaygısı güden, yanlışlanamaz, ölçülemez, insanı kendine ve iç dünyasına hapseden, mevcut dünyayı dönüştürme hevesi ve önerisi olmayan bir dini anlayışın eline terk ettiğimizde bir şey kazanmayacağımız gibi, çok şey kaybedeceğiz. Mevlana gibi tasavvufçuların görüşlerinin dini açıdan ne kadar muteber olduğu hususunda fikirlerim varsa da, mesele benim ilgi alanıma girmediğinden yorum yapmayacağım – ancak bu görüşlerin sosyal anlamda zararlı olduğu apaçıktır. Üstelik, yukarıda değindiğim üzere, çatışmaya hazırlanan gruplar, heterodoks dini akımları kullanırlar: Bunu kullananların geniş kitleleri uyutur ve mankurtlaştırırken tepede nasıl çelebi siyaseti yapıp, uluslararası bir ağ kurarak memlekete çöreklenmeye kalktıklarını AKP devr-i iktidarında gördük.
Mistisizme karşı topyekun bir savaş vermemiz gerekirken, Türklükle ve Türk kültürüyle hemen hiç alakası olmayıp, zorlanırsa aleyhe alakası bulunabilecek bir şahıs ve akımın Türkiye’de bu kadar itibar görmesi milliyetçiliğin meselesi olmalıdır. Farsça yazan bir Fars olan Mevlana, bizim için Pierre Loti’den daha az sempatiktir.
M. Bahadırhan Dinçaslan